menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bilim, Akıl ve Vicdan: Sandalyeden Yaratıcıya Felsefi Bir Yolculuk–22

4 0
previous day

"Tabiatın Maskesi Düşüyor: İlah mı, Yoksa Sanat Eseri mi?"

(TÜRKÇE VE İNGİLİZCE)

Odanın içinde yankılanan sessizlik, yalnızca bir durgunluk değil, zihinlerde giderek büyüyen soruların ve belirsizliklerin tezahürüydü. İnançlı Kişi’nin sözleri, tabiatın hakikatine dair yerleşmiş algılara meydan okumuş, adeta zihinlerde bir düşünce kasırgası başlatmıştı. Bu, sıradan bir sohbetten çok, varoluşun derin anlamını sorgulayan bir yüzleşmeydi. Herkes, kendi iç dünyasında bu sarsıcı ifadelerin yankısını hissederken, İnançlı Kişi’nin yüzündeki sükûnet ve kararlılık, henüz dile gelmemiş sözlerin gücünü işaret ediyordu.

Duvardaki saat tıklamaları, bu yoğun atmosferde sanki daha bir yankılı işitiliyor, zaman adeta yavaşlamış gibi akıyordu. Sessizlik, bir son değil, zihinsel bir hazırlık gibiydi; büyük bir hakikatin arifesindeki o derin bekleyiş...

İnançlı Kişi: Tabiatın ne olduğunu ben değil, Bediüzzaman Said Nursi söylesin. Bediüzzaman, “Tabiat ancak bir san'at olabilir, Sâni' olamaz.” der. Bugün burada konuştuğumuz tüm tartışmaların özü bu ifadenin içinde gizli. Şimdi, hep birlikte “tabiat” dediğiniz kavramın hakikatini sorgulayalım.

Bu sözlerle odanın havası bir kez daha değişti. İnançlı Kişi, ağırbaşlı bir edayla çantasına uzandı. İçinden dikkatlice çıkardığı kitabın kapağında, altın yaldızlı harflerle “Tabiat Risalesi” yazıyordu. Kitabın varlığı bile odadaki atmosferi değiştirmişti; sanki her bir sayfa, hakikate aralanan bir pencereydi.

İnançlı Kişi, kitabın sayfalarını büyük bir itina ile çevirmeye başladı. Parmakları, bir hazinenin en kıymetli mücevherini arıyormuşçasına dikkatliydi. Nihayet bir noktada durdu; sanki tam da olması gereken yeri bulmuştu. Bakışları, seçtiği satırlarda sabitlenirken yüzündeki dinginlik, az sonra dile gelecek kelimelerin ağırlığını yansıtıyordu.

Odada önceki sessizlik yerini yoğun bir dikkat ve beklentiye bırakmıştı. Herkes, duyacakları kelimelerin zihinlerindeki sorulara cevap olmasını bekliyordu. Bu bekleyiş, sadece bir anlatının başlangıcı değil, aynı zamanda herkes için kendi inançlarıyla yüzleşmenin ilk adımıydı.

Tabiatın hakikatine dair bu yolculuk, bir çatışmadan ya da bir ikna çabasından çok daha ötesindeydi. Bu, hakikati arayanların yolculuğuydu; karanlıkta bir ışık arayanların... Şimdi her şey yeni bir boyut kazanmak üzereydi. Tabiat gerçekten bir ilah mı, yoksa bir sanat eseri mi? Bu soru, odadakilerin zihinlerini bir kez daha derin bir sorgulamaya davet ediyordu.

Ve perde yavaşça aralanıyordu...

İnançlı Kişi, derin bir nefes aldı. Kitabı iki eliyle kavrayıp odadaki her bir kişiye bakarak, tane tane ve anlam vurgularıyla dikkatlice okumaya başladı. Sesi, sakin ama kararlı bir şekilde odada yankılandı; kelimeler bir ışık huzmesi gibi dinleyenlerin zihinlerine işliyordu. Bu, sadece bir metin okumak değil, aynı zamanda derin bir tefekkür davetiyesiydi.

“Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir, Sâni' olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri' olamaz. Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.”[1]

Bu kelimeler, adeta birer mızrak gibi tabiatın yaratıcı olduğunu savunan görüşlerin kalbine saplanıyor, odadaki herkesin zihninde derin dalgalar oluşturuyordu. Bu pasaj, yalnızca bir metin değil; hakikatin parlak bir aynasıydı. Herkes o aynada kendi yansımasını görüyordu.

İnançlı Kişi’nin okuduğu sözler, odada yankılanarak zihinlerden kalplere bir şimşek gibi çaktı. Her kelime, dinleyenlerin ruhlarına dokunan görünmez bir el gibiydi; eski fikirleri yıkıp yerine yenilerini kuruyordu. Ateist, bu ifadeler karşısında irkilerek yerinden kalktı. Şaşkınlıkla açılmış gözleri ve ağzını kapatan elleri, hissettiği yoğun duyguları kelimelere dökemediğini gösteriyordu. Zihninde uzun zamandır aradığı cevap, bu sözlerde somut bir şekil bulmuş gibiydi.

Agnostik, ellerini başına götürdü. Yüzündeki hayret ifadesi ve dalgın bakışları, zihnindeki eski düşüncelerin yerle bir olduğunu yansıtıyordu. Bu sözler, onun zihnindeki boşluklara adeta bir anahtar olmuş, yeni bir dünyanın kapılarını açmıştı.

Deist ise sessizce yerinde oturuyor ve İnançlı Kişi’ye derin bir hayranlıkla bakıyordu. Bu hayranlık, sözlerin etkileyiciliğine olduğu kadar, onları dile getiren kişinin sarsılmaz inancına da yönelmişti. Gözlerinde, bu kelimelerin ardındaki hakikati kavrayan bir insanın minnettarlığı vardı.

Bu insanlar sıradan dinleyiciler değildi; okuyan, düşünen, tartışan ve sorgulayan kişilerdi. İnançlı Kişi’nin okuduğu sözler, derin anlamlarla dolu veciz ifadelerdi. Her biri, bu sözlerin değerini kavrayacak entelektüel bir birikime sahipti. Kelimeler, onların yalnızca zihinlerine değil, kalplerine de dokunuyor, bilgiye ve hakikate susamış ruhlarına birer damla gibi ulaşıyordu. Odanın atmosferi değişmişti; sessizlik, derin bir hayranlığa dönüşmüştü.

Bediüzzaman’ın bu sözleri, onların hatıralarındaki büyük düşünce adamlarının yazdığı ciltler dolusu kitapların ötesine geçen bir vecizliğe sahipti. Ateist, Agnostik ve Deist, binlerce sayfalık tartışmaların özeti gibi duran bu ifadelerde hakikatin kristalize olmuş halini fark ettiler. Her kelime, yalnızca anlamını değil, hakikatin zarifliğini ve bütünlüğünü de yansıtıyordu.

Bu insanlar, bu sözlerin yalnızca birer cümle değil, insanlığın derin meselelerine bir formül sunduğunu anlamışlardı. O an, her biri kendi içinde hakikatin ışığıyla aydınlanmış, daha önce ulaşamadıkları bir gerçeğin kapısını aralamıştı. Bu, yalnızca bir pasaj değil; tefekkür için bir davetti. Odanın atmosferi değişmişti; kelimeler, zihinlere ve kalplere birer ışık gibi düşmüş, derin bir iz bırakmıştı. Şimdi, bu veciz ifadelerin ardındaki derin anlamları keşfetme zamanıydı. İnançlı Kişi, gözlerindeki kararlılıkla sözlerine devam ederek hakikatin perdesini aralamaya koyuldu.

İnançlı Kişi: Bu sözlerin derin anlamını çözümlemek, zihinlerimizdeki sorulara birer cevap aramak için, şimdi Bediüzzaman’ın kelimelerinin izinde bir yolculuğa çıkalım:

Bu metinde, Bediüzzaman, tabiatçıların (tabiiyyun) “doğa” dedikleri tabiatı "yaratıcı" olarak görme ve bu şekilde açıklama çabasına karşı güçlü bir eleştiri sunmaktadır. Burada farklı örneklerle tabiatın, kendisiyle iddia edilen yaratıcı bir güç olmadığını, aksine yaratılmış bir “eser”, bir “sonuç” olduğunu ifade etmektedir. Her bir cümleyi analiz ederek, bu iddialarını örneklerle açıklayalım:

“Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise”

Bediüzzaman’ın bu ifadesi, tüm sözün ana fikrini taşır ve ardından gelen açıklamalar bu temel düşünce üzerine inşa edilmiştir. Yani, "Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise" ifadesi bir giriş niteliğindedir ve tabiatın yaratıcı olmadığını açıklayan bir mantık zincirinin başlangıcıdır. Bu cümlede ifade edilen temel düşünce, "tabiat" kavramının doğru tanımlanmadığı veya yanlış bir şekilde anlamlandırıldığı yönündedir. Rahmetli Mehmet Kırkıncı hocanın güzel bir örneği vardır:

“Tabiat dediğiniz şey nedir? Gelin, bunu birlikte sorgulayalım:

Tabiat, bu dünya mı? Eğer değil diyorsanız, dünyayı bir kenara koyalım.

Peki, Samanyolu mu? O da değil diyorsanız, Samanyolu’nu da çıkaralım.

O halde yıldızlar mı? Eğer yine “Hayır” diyorsanız, yıldızları da bir kenara koyalım.

Kâinatta ne varsa tek tek ortaya koyup “Bu mu tabiat?” diye sorduğumuzda her seferinde “Hayır” cevabını alıyorsak, geriye ne kalıyor?

Eğer tüm bu parçaları bir kenara koyduğunuzda kâinatın kendisi ortadan kalkıyorsa, “Tabiat” dediğiniz şey gerçekte var olmayan, bir adlandırmadan ibaret değil midir?

Eğer tabiatın kâinatın dışında bir gerçekliği olduğunu iddia ediyorsanız, biz o gerçekliği zaten ‘Allah’ olarak biliyoruz. Ancak Allah’ın “Tabiat” diye bir ismi veya sıfatı yoktur.”

Bediüzzaman da burada "tabiat" kavramının ne olduğunu sorguluyor. Günümüzde de sıkça kullanılan tabiat (doğa) kavramı, genellikle fiziksel dünyanın ve bu dünyada işleyen düzenin genel bir ifadesi olarak ele alınır. Ancak, bu kavramın soyut bir adlandırma olduğu ve kendi başına bir "varlık" teşkil etmediği vurgulanır.

Mehmet Kırkıncı Hoca'nın örneği üzerinden ifade edildiği gibi, tabiat somut olarak ele alınmak istendiğinde, aslında fiziksel kâinatın parçalarını bir araya getiren bir kavram olduğu görülür. Dünya, yıldızlar, galaksiler, canlılar, elementler gibi tek tek ele alındığında “tabiat” denilen şeyin hiçbir yerinde bulunmadığı anlaşılır. Dolayısıyla, “tabiat” bir bütünlük ve işleyiş ifade eden bir isimlendirmedir; kendiliğinden var olan, bağımsız bir yaratıcı olamaz.

Daha iyi kavrayabilmek için bir otomobil örneği........

© Risale Haber


Get it on Google Play