Kitabın daha ilk sayfalarında Buckle ismi sadece bir kelime olarak geçer. Kuntay, tam isim vermez, soyadı, kitap adı belirtmez. “Buckle” kelimesini araştırınca, Henry Thomas Buckle ismi çıkıyor. İngiliz tarihçisi, bitmemiş bir Medeniyet Tarihi'nin yazarı ve güçlü bir amatör satranç oyuncusu. Bazen "Bilimsel Tarihin Babası" olarak adlandırılır. 1821’de Londra’da doğmuş, 1862’de Suriye, Şam/Damascus’da ölmüş.

Ne işi vardı oralarda diye bakındım: Buckle'ın ölümünden kısa bir süre sonra John S. Stuart-Glennie, "Hacı Anıları: Ya da Merhum Henry Thomas Buckle ile Hıristiyanlığın Doğduğu Ülkelerde Seyahat ve Tartışma” (1875) adlı kitabında Buckle ile birlikte Mısır, Sanai, Yahudiye, Filistin ve Lübnan'a yaptığı seyahatleri anlatır; Buckle öldüğünde Stuart-Glennie de yanındadır.

Tarihsel Yöntem için Bir Rehber adlı eserinde Gilbert J. Garraghan da Buckle'ı Marx'ın yanına yerleştirir: "Buckle ve Marx, tarihe tamamen materyalist bir açıdan bakarak, tarihsel süreçleri fiziksel yasanın karakteristik katı tekdüzeliğine indirgemeye çalıştılar.”

19. yüzyılın son demlerinde kahramanımız Adnan, Marx adı ile yan yana gelebilen Buckle adını neden kullanmıştır, yazarımız Kuntay, kahramanının ağzına bu kelimeyi neden vermiştir…!? Bu husus benim içün henüz meçhuldür.

*

"Tolstoy, boynundaki madalyonda, Jean Jacques Rousseau'nun resmini taşırdı." Aksaray'daki evinde Adnan, bu satırları okuduğu kitaptan başını kaldırdı: Seviniyordu. Çünkü, o da, bir vakitler Namık Kemal'in fotoğrafını göğsünde taşırdı.”

Tolstoy, Rousseau ve Namık Kemal bir madalyonda yan yana duruyorlar. Adnan bu yan yanalıktan hoşnuttur. Kuntay, genellikle ahtapot köpürtür gibi sürekli taşa çaldığı Adnan’ı bu kez hoşnut kılacak, ona mutluluk bahşedecektir. Müstesna bir an’dır. Muhtemelen uzun sürmeyecek, istisna olarak kalacaktır.

Salon, kütüphane ve konuk

“Habibullah salonda yalnız kaldı; biraz kendi kendini dinleyecek, nefes alacaktı. Bu sefer de Hidayet'in bir dükkan kadar büyük kütüphanesi boş salonda biraz daha büyüyerek Habibullah'ın karşısına dikildi: Bu kütüphane Anadolu'daki Bizans kiliselerinin yaldızlı, oymalı tahtalarından yapılmıştı; siyah, kızıl sütunlarda sanki Mesih'in hala elleri, ayakları kanıyor, sanki kan pıhtıları, et parçaları titriyordu. Raflarında operet generalleri gibi yaldızlı kitaplar duruyor, onların önünde de Sevr biscuit'sinden yapılmış Fransa ihtilalcileri küçük heykelleriyle düşünüyorlar ve Habibullah'a bebeksiz gözlerle bakarak…”

Mithat Cemal Bey hukuk tahsil etmiş, akademisyen olarak devam etmiştir. Anadolu Bizans kiliselerine, dini bir yapıya mahsus nesnelerin yapı dışına çıkartılıp kütüphane şeklinde başka bir amaçla kullanılmış olmasının “gasp”, “çalıntı”, “el koyma” olarak adlandırılabileceğini kuşkusuz bilmektedir. Mithat Cemal Bey, bir ihbarda mı bulunmaktadır?

Delailülhayrat okumak

“Maliye Nazırı, Bozdoğan Kemeri'ndeki sessiz, misafirsiz konağında bu altı yedi türlü namusuyla her gece bir köşeye çekilir; nahif vücuduyla büyük odanın bir tarafında silinir; samur kürkünün ucundan pembe fesi eğilerek kalın kitaplar okurdu ve Arapça bildiği için, kime sorulsa, o, beş vakit namazında adamdı. Araba penceresinden başını görenler, Arapça beyitler mırıldandığına bakarak, hatim indirdiğini anlarlardı. Ancak Ramazanlarda arabada bir kitap açar okurdu: Delailülhayrat. Onun beş tane Delailülhayrat’ı vardı: Kazasker İzzet, Hafız Osman, Yedikuleli Abdullah, Eğrikapılı Rasim hatlarıyla .. Bir de Şeyh'in el yazısıyla .”.

Delailü'l Hayrat, Delail-i Şerif veya kısaca Delail olarak bilinen kitap, salavât-ı şerifeler mecmuasıdır. Muhammed bin Süleyman el-Cezûlî tarafından yazımıştır. CEZÛLÎ, Muhammed b. Süleyman. Şâzeliyye-Cezûliyye tarikatının kurucusu Kuzey Afrikalı sûfîdir. Kuzey Afrika’da ve özellikle Anadolu’da büyük bir rağbet gören Delâʾil, Mısır ve İstanbul’da 1844-1902 yılları arasında on dört defa basılmıştır. (1902 sonrası bıraktılar mı basmayı? )

Zengin ve fakat mutsuz Belkıs hanımın kitapları

“Belkıs, gündüzleri, yatak odasından çıkınca bedbaht olduğunu anlayacak kadar yalnız kalamıyordu: Zengin konaklarının daha kapıdan şen yüzle giren misafirleri ... Büyük servetlerinin her günü ayrı bir gün yapan büyüleri... Yeni çıktığı için kitapçıların mutlaka gönderecekleri Fransızca, Almanca, İngilizce kitaplar. Paris'e, Londra'ya ısmarlanan elbiseler, iskarpinler gelince duyulan kısa heyecanlar ... Belkıs · bunların arasında yalnız sayılamazdı. Ve bedbaht oldugunu görecek kadar gündüzleri kendi kendine degildi. O, gece yarısı talihsizdi.”

Adları belli değil kitapların. Kuntay, yurtdışından geliyor olmalarına, Almanca, Fransızca, İngilizce olmalarına vurgu yapmış. Belkıs, Türkçe okumuyor yani. O halde Adnan’dan tarih dersi almasına neden gerek duyuluyor ki? Belkıs’ın hiç ilgisi yok ki Osmanlı tarihi ile.

İtiraf

Bir kitabın içinde çok uzun süre kalmak okuyucuya iyi gelmeyebilir. Mesela Adnan’a iki farklı genç güzel kadına hocalık verilmesinden huylandığımı söyleyebilirim. İki kadınla bir eşkenar üçgen kur ve erkeği baş karakter yap… Nereye gidebilir ki böyle bir geometri?

Neticede bir kitabı okur geçersin fakat yazarının entrikacı ve komplocu olduğunu düşünmeye başlamak ve “huylanmak” hissiyatı eşiğine gelmek nasıl bir okuyuculuktur, üzerinde düşünmeye değer. Bu durumun amiyane ifadelerinden biri “Yiyonuz mu la bizi?” şeklindedir. İfadenin çeşitleri de mevcuttur.

19. Yüzyıl Osmanlı gündeliğinde, haneye yabancı bir erkeğin, konağa girerek kadına yaklaşabilmesinin tek yolu ders vermek galiba. Müzik, edebiyat, tarih dersleri. Hiç cebir, trigonometri hocası görmüyoruz. Belki de bu gibi dersler romantizme manidirler?

Bu durumun bir de mürebbiye versiyonu var. Bir kadının konağa çocuklara ders vermek veya yetişmelerine yardım etmek için girmesi oradan ev sahibi Beyefendi ile aşka daha ziyade evliliğe evriliyor. Film veya edebiyatta böyle. Ve film de roman da orada bitiyor nedense! “Tamam evlendiler işte, daha ne olsun!” anlamında bir bitiş. Bence hikâye bittiği yerden itibaren, oradan sonra başlamaktadır. Fakat hikâyenin endüstriyel bir ürün olarak tasarımı, aktarımı, sunuşuna dair kalıplar, “mutlu son” ezberi… vs.

Memlekete bir kütüphane bırakmak

“…meşhur Şark Alimi Emiri Efendi idi. O, bütün mezarları bilir; insana, ‘Senin üçüncü deden Yanya'da filan selvinin altında yatıyor!’ derdi. Mazide oturur, mazide yatar kalkar, mazide biraz nefes alırdı; fakat çok eski mazide!.. ‘Yeni’den mustaripti. Abbasiler'in çakşırlarını bilir, kendi fesinin nerede yapıldığını öğrenmek istemezdi. Her şeyin eskisini severdi: Kitabın eskisini, ölünün eskisini, hatta felaketin eskisini!.. Mesela 93 mağlubiyetini ağzına almaz, fakat Beyazıt'ın Timur'a yenildiğine yanardı. Hususi bir kılığı vardı. Parmağında bir makalelik mürekkep ve paçasında bir mahallelik çamurla dolaşırdı. Hangi yemeği sevdiği yeleğinin önünden belli olurdu. Fakat temiz bir ruhu vardı. Abdülhamit devrinde defterdar olduğu halde hırsız degildi; namuslu parasıyla eski kitap topluyordu, memlekete bir kütüphane bırakacaktı. Ve bu yazma kitapları görünmeyen köşelerden çekerken mazinin tozları üstüne döküldükçe eski elbisesi eski bir din kadar güzelleşirdi.”

Selam sevgi ile



QOSHE - Üç İstanbul romanında kitaplar, kitaplıklar, yazarlar (17) - İlhami Algör
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Üç İstanbul romanında kitaplar, kitaplıklar, yazarlar (17)

4 0
27.01.2024

Kitabın daha ilk sayfalarında Buckle ismi sadece bir kelime olarak geçer. Kuntay, tam isim vermez, soyadı, kitap adı belirtmez. “Buckle” kelimesini araştırınca, Henry Thomas Buckle ismi çıkıyor. İngiliz tarihçisi, bitmemiş bir Medeniyet Tarihi'nin yazarı ve güçlü bir amatör satranç oyuncusu. Bazen "Bilimsel Tarihin Babası" olarak adlandırılır. 1821’de Londra’da doğmuş, 1862’de Suriye, Şam/Damascus’da ölmüş.

Ne işi vardı oralarda diye bakındım: Buckle'ın ölümünden kısa bir süre sonra John S. Stuart-Glennie, "Hacı Anıları: Ya da Merhum Henry Thomas Buckle ile Hıristiyanlığın Doğduğu Ülkelerde Seyahat ve Tartışma” (1875) adlı kitabında Buckle ile birlikte Mısır, Sanai, Yahudiye, Filistin ve Lübnan'a yaptığı seyahatleri anlatır; Buckle öldüğünde Stuart-Glennie de yanındadır.

Tarihsel Yöntem için Bir Rehber adlı eserinde Gilbert J. Garraghan da Buckle'ı Marx'ın yanına yerleştirir: "Buckle ve Marx, tarihe tamamen materyalist bir açıdan bakarak, tarihsel süreçleri fiziksel yasanın karakteristik katı tekdüzeliğine indirgemeye çalıştılar.”

19. yüzyılın son demlerinde kahramanımız Adnan, Marx adı ile yan yana gelebilen Buckle adını neden kullanmıştır, yazarımız Kuntay, kahramanının ağzına bu kelimeyi neden vermiştir…!? Bu husus benim içün henüz meçhuldür.

"Tolstoy, boynundaki madalyonda, Jean Jacques Rousseau'nun resmini taşırdı." Aksaray'daki evinde Adnan, bu satırları okuduğu kitaptan başını kaldırdı: Seviniyordu. Çünkü, o da, bir vakitler Namık Kemal'in fotoğrafını göğsünde taşırdı.”

Tolstoy, Rousseau ve Namık Kemal bir madalyonda yan yana duruyorlar. Adnan bu yan yanalıktan hoşnuttur. Kuntay, genellikle ahtapot köpürtür gibi sürekli taşa çaldığı Adnan’ı bu kez hoşnut kılacak, ona mutluluk bahşedecektir. Müstesna bir an’dır. Muhtemelen uzun sürmeyecek, istisna olarak kalacaktır.

Salon, kütüphane ve konuk

“Habibullah salonda yalnız kaldı; biraz kendi kendini dinleyecek, nefes alacaktı. Bu sefer de Hidayet'in bir dükkan kadar büyük kütüphanesi boş salonda biraz daha büyüyerek Habibullah'ın karşısına dikildi: Bu kütüphane Anadolu'daki Bizans kiliselerinin yaldızlı, oymalı tahtalarından yapılmıştı; siyah, kızıl sütunlarda sanki Mesih'in hala elleri, ayakları kanıyor, sanki kan pıhtıları, et parçaları titriyordu. Raflarında operet generalleri gibi yaldızlı kitaplar duruyor, onların önünde de Sevr biscuit'sinden yapılmış Fransa ihtilalcileri küçük........

© P24


Get it on Google Play