Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanında, sadece üst seviye kişileri konu edinip sokağı, halkı görmediğine dair bir eleştiri var. Bu eleştirinin Fethi Naci’ye (*) ait olduğu söyleniyor. Turgay Fişekçi bir yazısında şunları yazıyor:

“Fethi Naci’nin 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme kitabı 1981’de yayımlanmıştı. Kitap romanımıza tarihsel ve sınıfsal bakış açısıyla büyülemişti beni. 99. soruda bir de sürpriz bekliyordu okurları: Fethi Naci, o güne kadarki (1980) yazılmış romanlar içinde en beğendiği yirmi romanı sıralıyordu. Bu romanlardan biri de Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul adlı romanıydı.” (T. Fişekçi, K24)

Fethi Naci’nin, Kuntay ve romanına dair düşüncelerine Taner Timur da değiniyor:

“Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u bazı eleştirilere fakat daha çok övgülere konu teşkil etmiştir. Fethi Naci haklı olarak, kahramanların çoğunun yüzeyselliğine, eserin zorlama bir şekilde ‘süslü ifadeler’le dolu oluşuna, yazarın 1908’den sonra siyaset sahnesine giren emekçi halkı yok saymasına dikkat çekmiştir. Buna rağmen yazarın görgü tanıklığını ve yaşam tecrübesini dikkate alarak ‘Roman Mithat Cemal’e rağmen başarılıdır’ der.” (Taner Timur, “Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik”, Afa 1991)

Kuntay’ın çalışan insanları görmediği eleştirilerine dair cahilane sorularım var: Acaba Kuntay; uşak, odacı gibi kişileri sessiz birer gölge olarak takdim ederken dahi kendilerine ait bir tavırları olduğunu hissettiriyor olabilir mi? Mesela:

“Adnan, Hidayet’in konağında, merdivenden çıkarken, arkasından gelen uşağa sordu: ‘Beyefendi kalktı mı?’

‘Evet efendim. Şimdi uyandılar, giyiniyorlar.’

‘Başka kimse var mı?’

Uşak cevap vermedi, Adnan sebebini anlamak için başını çevirdi. Uşağın da maksadı zaten buydu, cevap verirken yüzünün manidar olduğunu Adnan’ın görmesini istiyordu ve manalı yüzle, ‘Sacit Bey var efendim’ dedi.”

Yine Hidayet’in konağında:

“Odaya Hidayet girdi. Sedef rahlenin üstündeki deve çanını çaldı; uşaklar, tabii duymadı; iskarpinin ucuyla parkedeki elektrik zilinin düğmesine bastı.”

Buradaki “tabii” kelimesi uşakların kaytarmacı, savsaklayıcı olduğunu düşündürebilir. Ve eğer savsaklıyorlarsa bu bir tavır, inisiyatif değil midir? Hidayet’in konağında gelen giden trafiği yoğundur. Hizmetliler yorulmuş, bezmiş, usanmış, pasif direnişe geçmiş olamazlar mı? Veya “deve çanı” ile çağrılmayı reddediyorlardır. “Madem ki asrileşiyoruz ve elektrikli zilimiz var, deve çanına ne gerek!?” diye düşünüyor olabilirler. Ve ayrıca, “Hidayet, uşaklarıyla ağzından, ahbaplarıyla burnundan konuşurdu.” Çalışanlar bu ses farkında sınıfsal mesafe hissedip hoşlanmıyor olabilirler mi?

Ayrıca hizmetli grubu, konağın ihtiyaçlarını temin amacıyla şehrin bazı meslek dallarıyla ve diğer konakların hizmetlileriyle bir ağ şeklinde bağlantılı idi. İddia edemem, varsayıyorum. Çünkü bakınız: “…bir hafta sonra Dahiliye Nazırı karar verdi: Prens Hasan kabineye girecekti. Nazırlık’ına karar verildiğini kendi köşkünde uşaklarından duyan Prens, Adnan’ın konağına koştu.”

Veya: (Hidayet’in Konağında, salonda) ”…taşra Adliye Memurluğu'ndan atılan Sakallı Vasfi oturuyordu. (…) Bu gece buraya ilk defa gelen bu adamın işinden niçin çıkarıldığını Süleyman uşaklardan yemek salonuna girerken bir dakikada öğrenmişti.”

Acaba hizmetliler arası haber dolaşım ağı, Hafiye ağından daha mı kuvvetliydi? Veya ağın bir parçası mıydı? Mesela 1887 senesinde girişken bir zat, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sunu Ermenice’ye çevirmiş ve yayımlatmak için basımevine götürmüş idi. Acaba hafiye teşkilatı bu bilgiyi yine hizmetli ağı vasıtası ile mi edindi?

Yukarıdaki paragrafı latife olarak kabul ediniz. Fakat uşak deyip geçmeyelim diyorum. Konağın dış dünya bağlantıları hizmetlilerden geçiyor.

* * *

Belki Kuntay’ı savunmaya geçtim, belki birşeyleri zorluyorum. Anlattığı İstanbul, “emekçi halkın” İstanbul’u olmayabilir.

(Fethi Naci’nin, Üç İstanbul romanını olumlayıp, 1908’in emekçi halkını romanda bulamadığına dair eleştirisi, Behice Boran’ın Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna eleştirisini hatırlatıyor:

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’den alıştığımız ve beklediğimiz çeşitten bir eser değildir. Roman ve hikâyelerinde bize kasaba ve köylerimizi tanıtan,(…) sözde entelektüel grupların içyüzünü deşen, Kuyucaklı Yusuf’la dilimizin belki en güzel romanını veren muharrir, Kürk Mantolu Madonna’da sadece ‘bir aşk hikâyesi’ anlatıyor.”)

Kuntay’ın Şair Raif ağzından sarfettiği şu cümle de yeri gelmişken bir kenarda dursun: “Raif uzun uzun düşündükten sonra, ‘Halkın önüne düşecek kudretimiz yok; arkasından yürüyecek adam da bulamıyoruz’ dedi.”

Fethi Naci’nin Üç İstanbul romanında aradığı “halk” 1908’in, toplumsal/kamusal hareketliliğin halkıdır. İstibdat bitmiş (mi?), hürriyet havası gelmiş, saray yanlısı olmayan halk kesimleri heyecanlanmış, mutlu olmuş… O günlere dair birkaç değinme var romanda. Mesela: “Erkanıharp Müşiri (…) Meşrutiyet’in ilk günü, arabasından inerken, halk onun yüzüne tükürmüştü.”

Veya: “Macide öğleye doğru –iki şakağında iki uzun çukur–yatağında uyuyor. 10 Temmuz sokaktan naralarla, bayraklarla geçiyor. Sokak halkının aldıktan sonra istediği, haykırarak istediği ‘Hürriyet’ Macide’yi dalgınlığından uyandırdı. Çilli Mahmut bardaktaki rakıyı dudağına getiriyordu; Macide başını yavaş yavaş yastıktan kaldırdı, ‘Sokakta ne satıyorlar?’ dedi.”

Kuntay, roman boyunca ev halkı, konak halkı, mahalle halkı, yalı halkı, kahve halkı veya daha genel anlamda “halk” kavramını kullanıyor. Fakat ilk defa “sokak halkı” ifadesini gördüm. Bu kullanımdan muradının ne olduğunu bilmiyorum. “Sokak halkı” gösteri yürüyüşlerinin adı mıdır? Burada “sokak”, iktidarların olumsuzladığı, hak talep edenlerin ise ifade özgürlüğü içinde kabul ettiği mekan olan “sokak” mıdır?

Galiba öyledir. Romanın kişilerinden Dağstanlı Hoca, ucu Adnan’a dokunan şekilde eleştirel bir konuşma yaptığında, Kuntay şu cümleyi düşer: “Adnan, sokak edebiyatı yapan Hoca'nın şirinliğine güldü.”

***

Neticede “halk” kavramını, XIX. Yüzyılın ikinci yarısında basın, telgraf, posta, telefon, gazeteler, dergiler, ulaşım teknolojilerinin gelişimi ve “işçiler, tüccarlar, bürokrasinin farklı katmanları, aydınlar, orta sınıflar, etnik cemaatler, kadınlar, gönüllü kurumlar, cemiyetler; yani kısaca toplumun farklı alanları ve farklı kesimleri” (1) olarak ele alınca kavram yere daha sağlam basıyor.

Bu fasılı, Kuntay’ın sözleri ile bağlayalım: “Ben bir muaşeret romanı yazıyorum. Çünkü İstanbul’u ilk softasından son levantenine kadar tanırım. Beyoğlu’ndaki konsolos medeniyetini, Fatih’teki kurunuvustayı (Ortaçağ) yakından bilirim.” (2)

* * *

Yine de buraya kadar söylediklerimin zıddını da söyleyebilirim. Yani; Kuntay’ı sınıfsal bakışa sahip olmamakla eleştirmem fakat yaşadığı dönemde sınıfsallık başlığı altına giren düşünce, fikir, teşkilat, yayın organı, şahıslar olduğuna dair bazı verileri aktarabilirim.

Mesela Mete Tuncay, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce adlı kitapta (İletişim Yyn.) “Osmanlı İmparatorluğu’nda bütün çağdaş düşünceler gibi sosyalizm de, Türk-Müslüman millet-i hâkimesinden önce, Ermeniler, Makedonlar, Bulgarlar, Rumlar ve Selânik Yahudileri gibi gayrimüslim anasır arasında serpilmiştir” diye yazar.

Aynı kitapta Oya Baydar, İştirakçi Hilmi’den söz eder. Sosyalist Hilmi (**) (Hüseyin Hilmi), II. Meşrutiyet sonrasında ve Mütareke döneminde İstanbul işçi hareketinin renkli simalarından. 1910, Osmanlı Sosyalist Fırkası kurucusu. Yine aynı kaynakta Asım Karaömerlioğlu, “Parvus Efendi”yi tanıtır. Bu tanıtımı kısa tutmaya gayret ederek aktaracağım:

Parvus Efendi, Rusya doğumlu. 1905 Rus Devrimi’nin önderlerinden birisi. LeonTroçki üzerinde kuramsal etkilerde bulunmuş. “Sürekli devrim” olarak anılan kuramın fikir babası. 1905 Devrimi sonrası, Rusya’da sürgünden kaçıp Almanya’ya gidiyor. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin kuramcılarından birisi oluyor. Alman Marksist hareketi içinde Karl Kautsky’nin (3) “revizyonist” tezlerine karşı teorik argümanlar geliştiriyor.

1910 yılında İstanbul’a geliyor. İstanbul’dan Osmanlı üzerine Alman Sosyal Demokrat basınına yazılar gönderiyor. Bilgi Mecmuası, JeuneTurc, Türk Yurdu ve Tasvir-i Efkâr gibi dönemin önde gelen yayın organlarında yazıları yayımlanıyor. İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimleriyle tanışıyor, onlara iktisadi konularda telkinlerde bulunuyor.

İstanbul entelektüel camiasına, politik çevrelerine bu seviyede nüfuz etmiş biri ve düşünceleri Kuntay’ın gözünden kaçmış olabilir mi? Özellikle aşağıdaki satırları yazmış birisi olan Kuntay’ın:

“İstanbul’da üç şapka vardır. Çamlıca tepesinden evvel bu üç şapka görülür. Reji’deki Rambert’in, Düyun-ı Umumiyeci Berje’nin, Şimendiferci Hügnen’in kafasında duran üç serpuş! Bu üç şapka, bu üç kafadan bazan kaldırıma iner, bazan bulutlara fırlar; şimdi iki elde bir topaç olur, durur. Osmanlı İmparatorluğu denen uşak odasını bu üç şapka idare eder.”

Taner Timur, Kuntay’ın yukarıdaki paragrafına dair şu cümleyi yazar: “…Osmanlı dönüşümünü giysilerle simgeler ve bir ‘yarı sömürgeleşme tarihi’ olarak ele alır.” (T. Timur, a.g.e.)

-----

(1) Y. Doğan Çetinkaya, 1908 Osmanlı Boykotu, İletişim Yyn. Göktürk, H.

(2) İ. (1987). Mithat Cemal Kuntay. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları

(3) 1975-80 arası öğrencilik yıllarımda ortalıkta sık dolaşan bir kitap vardı. “Proleter Devrimi ve Dönek Kautsky”, Lenin (1918)

(*) Fethi Naci 1950’lerin sonlarından itibaren çok etkili bir edebiyat eleştirmeni. Toplumcu gerçekçi/Marksist eleştirmen olarak tanımlanıyor

(**) “... Hilmi her zaman kırmızı bir yelek giyer, 1 Mayıs günleri buna aynı renkte bir fular eklenir. Hilmi’nin ünü, 1920 Mayıs’ındaki tramvay grevi sırasında doruğa ulaşır. Bu grev sırasında Hilmi (…) grevcileri, yüzde 25’lik bir ücret artışı sağlayıncaya kadar, iki hfta boyunca partisinin yetersiz kaynaklarıyla besleme başarısını gösterir. O tarihten sonra partisine katılanlar artar.” (İstanbul 1914 – 1923, Stefanos Yerasimos (Derleyen), İletişim Yyn.)



QOSHE - Üç İstanbul romanı ve halk (5) - İlhami Algör
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Üç İstanbul romanı ve halk (5)

6 0
04.11.2023

Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanında, sadece üst seviye kişileri konu edinip sokağı, halkı görmediğine dair bir eleştiri var. Bu eleştirinin Fethi Naci’ye (*) ait olduğu söyleniyor. Turgay Fişekçi bir yazısında şunları yazıyor:

“Fethi Naci’nin 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme kitabı 1981’de yayımlanmıştı. Kitap romanımıza tarihsel ve sınıfsal bakış açısıyla büyülemişti beni. 99. soruda bir de sürpriz bekliyordu okurları: Fethi Naci, o güne kadarki (1980) yazılmış romanlar içinde en beğendiği yirmi romanı sıralıyordu. Bu romanlardan biri de Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul adlı romanıydı.” (T. Fişekçi, K24)

Fethi Naci’nin, Kuntay ve romanına dair düşüncelerine Taner Timur da değiniyor:

“Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u bazı eleştirilere fakat daha çok övgülere konu teşkil etmiştir. Fethi Naci haklı olarak, kahramanların çoğunun yüzeyselliğine, eserin zorlama bir şekilde ‘süslü ifadeler’le dolu oluşuna, yazarın 1908’den sonra siyaset sahnesine giren emekçi halkı yok saymasına dikkat çekmiştir. Buna rağmen yazarın görgü tanıklığını ve yaşam tecrübesini dikkate alarak ‘Roman Mithat Cemal’e rağmen başarılıdır’ der.” (Taner Timur, “Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik”, Afa 1991)

Kuntay’ın çalışan insanları görmediği eleştirilerine dair cahilane sorularım var: Acaba Kuntay; uşak, odacı gibi kişileri sessiz birer gölge olarak takdim ederken dahi kendilerine ait bir tavırları olduğunu hissettiriyor olabilir mi? Mesela:

“Adnan, Hidayet’in konağında, merdivenden çıkarken, arkasından gelen uşağa sordu: ‘Beyefendi kalktı mı?’

‘Evet efendim. Şimdi uyandılar, giyiniyorlar.’

‘Başka kimse var mı?’

Uşak cevap vermedi, Adnan sebebini anlamak için başını çevirdi. Uşağın da maksadı zaten buydu, cevap verirken yüzünün manidar olduğunu Adnan’ın görmesini istiyordu ve manalı yüzle, ‘Sacit Bey var efendim’ dedi.”

Yine Hidayet’in konağında:

“Odaya Hidayet girdi. Sedef rahlenin üstündeki deve çanını çaldı; uşaklar, tabii duymadı; iskarpinin ucuyla parkedeki elektrik zilinin düğmesine bastı.”

Buradaki “tabii” kelimesi uşakların kaytarmacı, savsaklayıcı olduğunu düşündürebilir. Ve eğer savsaklıyorlarsa bu bir tavır, inisiyatif değil midir? Hidayet’in konağında gelen giden trafiği yoğundur. Hizmetliler yorulmuş, bezmiş, usanmış, pasif direnişe geçmiş olamazlar mı? Veya “deve çanı” ile çağrılmayı reddediyorlardır. “Madem ki asrileşiyoruz ve elektrikli zilimiz var, deve çanına ne gerek!?” diye düşünüyor olabilirler. Ve ayrıca, “Hidayet, uşaklarıyla ağzından, ahbaplarıyla burnundan konuşurdu.” Çalışanlar bu ses farkında sınıfsal mesafe hissedip hoşlanmıyor olabilirler mi?

Ayrıca hizmetli grubu, konağın ihtiyaçlarını temin amacıyla şehrin bazı meslek dallarıyla ve diğer konakların hizmetlileriyle bir ağ şeklinde bağlantılı idi. İddia edemem, varsayıyorum. Çünkü bakınız: “…bir hafta sonra Dahiliye Nazırı karar verdi: Prens Hasan kabineye girecekti. Nazırlık’ına karar verildiğini kendi köşkünde uşaklarından duyan Prens, Adnan’ın konağına koştu.”

Veya: (Hidayet’in Konağında, salonda) ”…taşra Adliye Memurluğu'ndan atılan Sakallı Vasfi oturuyordu. (…) Bu gece buraya ilk defa gelen bu adamın işinden niçin çıkarıldığını Süleyman uşaklardan yemek salonuna girerken bir dakikada öğrenmişti.”

Acaba hizmetliler arası haber dolaşım ağı, Hafiye ağından daha mı........

© P24


Get it on Google Play