Ekim 1918’de mütareke, Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandı. Osmanlı savaşı kaybetti. Boğazlar, demir yolları ve limanların kontrolü savaşı kazanan devletlerin denetimine geçti.

Kasım 1918’de İstanbul işgal edildi. Şehrin bazı noktalarına el konuldu. İdari yapıya dokunulmadı. Mart 1920'de ikinci işgal geldi, idareye de el konuldu. Bu günlerde Üç İstanbul romanının esas oğlanı Adnan, yerin dibine doğru giden yolculuğuna başladı. Fakat önce İstanbul’a bir bakalım. Ortalık biraz karışıktır.

“Halkların bu büyük yıkımının ortasına efendiler olarak yerleşen pek pragmatik İngilizler bile ipin ucunu kaçırırlar. Ejderhanın başını ellerine geçirdiklerini sanırlarken, kendilerini binlerce böceğin içinde kaynaştığı ölü bir yılanın derisinin ortasında bulurlar. İstanbul sayesinde, Şark’ın anahtarını ellerinde tuttuklarına, buradan Beyaz Ordu’yu Bolşeviklere karşı saldırıya geçirebileceklerine, Yakındoğu’daki ayaklanmaları bastırabileceklerine, Balkanları yönlendirebileceklerine inanırlar. Oysa İstanbul, tayfunun merkezidir, hiçbir şeyin olup bitmediği yerin merkezidir; çünkü bundan böyle her şey, yeni ulusların kalplerinin attığı yerlerde olup biter.” (Stefanos Yerasimos, İstanbul 1918-1923, İletişim Yyn.)

Şimdi Adnan’ın dünyasına dönelim.

“…memlekette mütareke başladı. Adnan'ın konağı altüsttü. Belkıs düşündü. Hayat ne tuhaftı. Muharebe bitince sevinecekti. Halbuki muharebe bitti diye şimdi sinirlendi; Gastein kaplıcalarına gidemiyorlardı çünkü.”

Gastein, Avusturya Salzburg’da bir kaplıca kasabasıydı. Wikipedia’dan bakarsanız politik dünyanın mühim şahsiyetlerinin gittiği bir yer. Lenin de o yıllarda politik dünyanın mühimbir şahsiyeti ama Gastein’e gittiğini sanmam. Burası daha ziyade Alman aristokratları, şansölyeler, hanedan üyeleri, tuzukuruların gittiği, Belle Époque otellerin bulunduğu güzel, mutlu bir cennet. Lüküs hayat yani. Rakım 1.002 m.

Belkıs Hanım’ın dünya yanarken saçlarını taraması insanın diline hafiften bir mizah duygusu veriyor. Fakat bir kitabı didiklemenin de yakışık alır bir tarzı olsa gerek. Etik de diyebiliriz. Etik bu ara çok hızla buharlaşan bir değer. Mücella Yapıcı, diş sorunu nedeniyle cezaevinden hastahaneye götürüldü, Doktor kelepçelerini çıkarmadan dişini çekti. Mücella Yapıcı bu tavrın etik olmadığını söyledi, “Burada etik yok” cevabını aldı. Bu not da burada dursun. “Üç İstanbul ile ne alakası var?” denilebilir, cevaplayayım, olay İstanbul’da geçiyor.

Adnan, Ataşenaval Naşit'in konağında romanını yazıyordu. Mütareke olunca Naşit, Belkıs'ın kocası diye Adnan'ı karısıyla evine almıştı. (Belkıs’ı demek istiyor, garip bir cümle olmuş.) Nişantaşı'nın saat beş çaylarında Naşit İngilizler'le memleketin batması lazım geldiğini konuşuyordu. İngiliz yüzbaşısı Bennet'in Padişah Vahdettin kadar Naşit de adamıydı.

Adnan nerede saklı? İngilizler bulamıyor: Naşit'in konağında Adnan'ın oturması, İngiliz konsoloshanesinde İttihat ve Terakki'nin toplanması kadar akla gelmezdi.

(Adnan) “Üç aydan beri fıkaraydı. Belkıs kocasının fıkaralığına hiç mahzun olmadı. Adnan bitti: Bir anda hem parasını kaybeden adamdı, hem karısını.”

Belkıs, seke seke Bebek taraflarına Madam Çarikof’un evine çaya gitti. Madam Çarikof, “Çarlık Rusya'sının Harb-i Umumi'de İstanbul Elçisi Mösyö Nikola Çarikofun karısı. Çarlık düştükten sonra Çarikof İstanbul'da gizli ve namuslu bir fıkaralık içinde öldü. Şimdi karısı hususi lisan hocalıklarıyla geçiniyordu.”

Madam Çarikof, Belkıs Hanım’a, "Madam Adnan Bey, müsaade eder misiniz? Size Prens İvanoviç Nebinski'yi takdim edeyim."

Bundan sonrası ayrı bir dünya hakikaten.

"Prens"i duyunca, Belkıs, karşısındakine manzara gibi baktı. Prens, bütün kibar insanlar gibi ne kadar lakayttı; kimseye ayrı ayrı bakmıyordu, her şeyden bıktığı ne kadar belliydi. (…) Bu Prens de Adnan gibi az konuşuyordu; fakat sustugu zaman, Adnan gibi bön olmuyordu. Sonra bu Prens saçlarına kadar terbiyeliydi.”

Ölü sevici derler, soğuk, ifadesiz, bir eda vardır. Soyluluk ile ilintili olduğu yazılır, çizilir. Sinemada temsil edilir. Soyluluğun hangi dönemidir bu ruhsuz tavır bilmiyorum. Ama gönül ilişkilerinde taraflardan birinin diğerini görmezden geldiği, diğerinin de görülmek için yırtındığı durumlar vardır. Soğuk bir ifade için soyluluk şart olmayabilir. Biraz sorunlu olmak, birilerini duygusal istismara yatkın olmak yeterlidir herhalde:

“Sonra bu Rus Prensi kelimelerle hürmet etmiyordu; terbiyeli, kibirli gözleriyle karşısındakini kahrediyor, şaşırtıyordu.”

Üç İstanbul’un içinde Macide ormanı olduğu gibi, Belkıs ve Rus Prensi kayalıkları da vardır. İmkanım olsa onları tek tek ele alır, ince ince işlerdim. Fakat yerim dar.

Belki dilimi tutamaz, Belkıs ve Rus Prensi kayalıklarına devam ederim birgün. Şimdi, kitapta bir kere geçen Kürdistan kelimesine dair bir alıntı ile yazıyı bağlayayım.

Adnan, gözden düşmüş, yoksullaşmış, bir han binasında kendine bir avukatlık yazıhanesi açmış (parayı el altından Süheyla Hanım tedarik etmiş), kendine bir katip arıyor:

“Adnan nihayet bir katip buldu: Erkanıharp Müşiri'nin yalısındaki Vekilharç Salih! (…) Salih işsizdi. Şimdi gelmiş, çenesinde bir kaymakam sakalıyla Adnan'ın karşısında duruyordu. (…) Sakalına Adnan'ın bakıp durduğunu görünce, "Katibiniz olursam kısaltırım" dedi; "Kürdistan'da memeyi geçmeyen sakalla insan kaymakamlık edemiyor beyefendi!"

Roman 1938’de yayınlanmış. Dikkatinizi çekerim.

Selam sevgi ile



QOSHE - Üç İstanbul, mütareke ve işgal (15) - İlhami Algör
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Üç İstanbul, mütareke ve işgal (15)

5 0
13.01.2024

Ekim 1918’de mütareke, Mondros Ateşkes Anlaşması imzalandı. Osmanlı savaşı kaybetti. Boğazlar, demir yolları ve limanların kontrolü savaşı kazanan devletlerin denetimine geçti.

Kasım 1918’de İstanbul işgal edildi. Şehrin bazı noktalarına el konuldu. İdari yapıya dokunulmadı. Mart 1920'de ikinci işgal geldi, idareye de el konuldu. Bu günlerde Üç İstanbul romanının esas oğlanı Adnan, yerin dibine doğru giden yolculuğuna başladı. Fakat önce İstanbul’a bir bakalım. Ortalık biraz karışıktır.

“Halkların bu büyük yıkımının ortasına efendiler olarak yerleşen pek pragmatik İngilizler bile ipin ucunu kaçırırlar. Ejderhanın başını ellerine geçirdiklerini sanırlarken, kendilerini binlerce böceğin içinde kaynaştığı ölü bir yılanın derisinin ortasında bulurlar. İstanbul sayesinde, Şark’ın anahtarını ellerinde tuttuklarına, buradan Beyaz Ordu’yu Bolşeviklere karşı saldırıya geçirebileceklerine, Yakındoğu’daki ayaklanmaları bastırabileceklerine, Balkanları yönlendirebileceklerine inanırlar. Oysa İstanbul, tayfunun merkezidir, hiçbir şeyin olup bitmediği yerin merkezidir; çünkü bundan böyle her şey, yeni ulusların kalplerinin attığı yerlerde olup biter.” (Stefanos Yerasimos, İstanbul 1918-1923, İletişim Yyn.)

Şimdi Adnan’ın dünyasına dönelim.

“…memlekette mütareke başladı. Adnan'ın konağı altüsttü. Belkıs düşündü. Hayat ne tuhaftı. Muharebe bitince sevinecekti. Halbuki muharebe bitti diye şimdi sinirlendi; Gastein kaplıcalarına gidemiyorlardı çünkü.”

Gastein, Avusturya Salzburg’da bir kaplıca kasabasıydı. Wikipedia’dan bakarsanız politik dünyanın mühim şahsiyetlerinin gittiği bir yer. Lenin de o yıllarda politik dünyanın mühimbir şahsiyeti ama Gastein’e gittiğini sanmam. Burası daha ziyade Alman aristokratları, şansölyeler, hanedan üyeleri, tuzukuruların gittiği, Belle........

© P24


Get it on Google Play