“Onun gözünde iki İstanbul vardır: Camilerinin kurşun kubbelerinde fetih ordularının miğferleri duran İstanbul!” (Bu benzetmeyi hatırlarsınız: “minareler süngü, kubbeler miğfer”)

Ve “Bir de ikinci İstanbul. Beyoğlu!” vardır: “Damarsız, kansız bir toprağın ayağa kalkmasını andıran bu beyaz binalar! Çamurun bayramlık elbisesini giydiği, taşın sonradan görme olduğu bu caddeler! Panayır tiyatrolarına benzeyen bu evler! İçinde Konyalı Rum’un, Antepli Ermeni’nin komita oynadığı odalar! Bu yerde en korkak gözler, bir şapkanın gölgesinde, korkunç olur ve bir şapkanın altında bu sokaklarda Samatyalı Şarlmanlar, Tatavlalı Venedik Dojları dolaşır. (…) Beyoğlu, fethedilmeyen İstanbul’dur.”

“Adnan, Beyoğlu’ndan, romanına yazdığı bu satırlarla iğrenirdi; fakat, gittiği zaman, Beyoğlu’nu, yazdığı kadar fena bulmuyordu. Hatta orada oturabilirdi. (…) Fakat Adnan’ın bu tarafı, vücudunun o kadar derin bir yerinde gizleniyordu ki bunu kendisi bile görmüyordu.”

Adnan’ın derin gizlerini önemsiyorum. Bu nedenle bir paragrafı aktaracağım: “Adnan, (…) Hidayet’in konağında tunçlu koltukların, sırmalı kitapların, tek gözlüklerin, yemek listelerinin sahte, yalınkat, boyadan ibaret Avrupası’ndan -kendi de farkında olmayarak- bıktıkça Şair Raif’in, Koca Ragıp lahdinin içindeki gizli şarka kaçardı.”

Mithat Cemal Kuntay, Adnan için kullandığı, “kendi de farkında olmayarak” ve “bu tarafı, vücudunun o kadar derin bir yerinde gizleniyordu ki bunu kendisi bile görmüyordu” cümleleri ile ne tür bir “ikili olma” halini işaret ediyor?

1876-1920 arası dönem, emperyalizm ve savaş kavramlarını yoğun kullanmayı gerektiren sert ve sıcak bir dönem. Acaba Kuntay, bu ahval ve şerait içinde şuursuzca yalpalayan bir karakterin gerçekliği kavrama yetersizliğini mi mesele edinmiştir? Ve buradan doğacak gerilim okurlarda romanın sayfalarını çevirme enerjisi mi oluşturacaktır?

Merakım, sorularım şimdilik bir kenarda dursun. Buradan yan bir dal’a sıçrayacağım. Yukarıdaki Beyoğlu tanımlanmasına Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Aydaki Kadın adlı romanından bir Beyoğlu tanımlaması ekleyeceğim:

“Ermeni, Rum, Yahudi tüccarlar… Alabildiğine yaşamak hırsı, kadın ve para avcılığı, alkol, adab-ı muaşeret ve alakasızlık su gibi akıyordu. Belki bizden fazla okuyorlar, muhakkak bizden fazla çalışıyorlar hatta belki bizden fazla ve iyi düşünüyorlar fakat bir çeşit kapanma ve alakasızlık bütün imkânları kurutuyor. Bir yığın kabuklaşmış süfre… Her şeyi satıhtan almaya mahkûmmuş gibi yaşıyorlar. Beyoğlu… Biraz da onların.”

Tanpınar paragrafındaki düşünceler, roman kişisi Selim’e ait. Denir ki; Tanpınar 1962 yılında vefat ettiğinde, masasında yazmakta olduğu Aydaki Kadın romanı vardır. Yani, 1938 ve 1962 yıllarında, iki yazarımızın iki roman karakteri Beyoğlu denildiğinde Türk ve Müslüman olmayan nüfus üzerinden cehennemî imgeler üretmektedirler.

Bu durumda aklıma bazı sualler gelmektedir: 6-7 Eylül pogromu sadece derin devlet, sığ devletin operasyonu mudur? Toplumsal zemin vatan, bayrak, din vs. üzerinden kolayca tutuşacak hale gelmiş, getirilmiş olabilir mi? Çünkü saldırı olayında failler arasında, alışveriş yapılan, selamlaşılan mahalle sakinleri de vardır.

Ben toplumsal zemin’in Türk ve Müslüman olmayan nüfusa karşı tavrının İstanbul işgali yıllarında artmış olabileceğini varsayardım. Bir arkadaşımın büyük annesi İstanbul işgali yıllarında çocukmuş, cebinde toplu iğne taşırmış. Validesi ile evden çıkıp tramvay ile bir yerden bir yere giderken, gayrımüslim çocuklarına iğne batırırmış.

Fakat Ali Suavi’nin Galatasaray Mektebi yöneticiliği yıllarında okulun gayrımüslim öğrencilerinin hayatını zorlaştırdığına dair birşeyler okuyunca, husumetin İstanbul işgali yıllarından daha geriye doğru gittiğini düşünmeye başladım. Nitekim, Galatasaray Lisesi web sitesi Ali Suavi için şöyle yazıyor:

“Ocak 1876’da Mektebi Sultani’ye ilk Türk müdür olarak atanmıştır. Çok hareketli, bilgili bir insan olan Ali Suavi, eğitimci olarak okulda bir varlık gösteremediğinden, Sultani bundan zarar görmüştür.”

Edebiyatın Türk ve Müslüman olmayan nüfusa karşı tavırları bağlamında Kuntay’ın Üç İstanbul romanına dair Herkül Millas ve Taner Timur değerlendirmelerini aktaracağım. Yazı didaktik bir yöne kayacak. Bunu pek arzu etmezdim. Fakat mecburiyet hasıl oldu.

Herkül Millas: “Türk’ten intikam almak isteyen, parasına paralar katan Rumlar görülür romanda (467). Rumlar hep hoş olmayan kimselerdir; ama daha ilginci, hoş olmayan kimselerin de Rumluk’la ilişkilendirilmeleridir. Uranya randevu evi işletir (42);‘namussuz’ Tevfik Hoca, Rum fahişe Filareti ile evlenir (43, 198); Polikseni, Moiz’in metresidir (543, 636); dejenere bir tip olan Cevat’ın dedesinin de Rum olduğu ortaya çıkar (483); bu Cevat devlet sınırlarının olmadığı bir dünya düşler. Yazar bu düşü olumsuz bir dünya olarak gösterir: ‘Cevat için vatan insanın viski bulduğu yerdi’. (63) Moiz’in evindeki cariye kılıklı dört hizmetçi de Rum’dur (41). Olumsuz bir tip olan ve sonunda intihar eden Belkıs’ın büyük babasının da Rum olduğu en sonunda ortaya çıkar (304, 361).” (H. Millas, Türk Romanı ve “Öteki”, Sabancı Yyn.)

Taner Timur: (Adnan) “… ‘içinde Konyalı Rum’un, Antepli Ermenilerin komite oynadığı odalar’ diye horladığı Beyoğlu’nu yine de için için sever ve oraya sık sık gider. Fakat istikbali camilerin İstanbul’undadır. Yazar, Müslüman İstanbul’un fakir sınıfları üzerinde durmaz. (…) Ne yazık ki yazar Türkçü bir yaklaşımla Beyoğlu’nu elinin tersiyle itmiş, Osmanlı kültürüne renk ve zenginlik katan bir semti sadece beşinci kol (*) yuvası olarak görmüş ve bu yüzden yönetici zümrenin siyasal-ekonomik kombinezonlarını bütünlüğü içinde algılamamıza olanak vermemiştir. Bu husus, birçok Kemalist yazarda rastlandığı gibi İttihatçı şovenizmin Kemalizm’e bulaşmış etkileriyle de açıklanabilir. Emperyalizmin işbirlikçiliği, dinle ve etnik kökenle değil, maddi çıkarlarla ilgilidir.” (Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, Afa, 1991)

Taner Timur’un son cümleleri bizi daha geniş ve derin bir konuya taşıyor. Girmek istemiyorum, haddim değil. Fakat Hamidçi, İttihatçı, Kemalist de olsalar, galiba geç dönem Osmanlı münevveranında ortak bir payda var: Panik, acelecilik, muhalifinde bile devletçilik.

“İki cepheli İstanbul algısı” konusuna, Asri/Modern Beyoğlu, Şişli muhitleri ile geleneksel İstanbul muhitlerinin karşı karşıya getirilmesine Suat Derviş’in “Aksaray’dan Bir Perihan” ve Selâhattin Enis’in “Zaniyeler” romanları ile devam edeceğim.

-----

(*) Beşinci kol: Düşman için çalışan istihbari faaliyetler

Ek not veya müessese ikramı : (İşgal yıllarında) “İstanbul gırtlağına kadar kozmopolit sarhoşluğa gömülür. Pera Caddesi’ne bitişik bir apartmanın dördüncü katında bir avuç subay, Türkiye’yi kurtarmak için planlar yapar. Üçüncü kat bir genelevdir. İkinci kat bir Kafkas halkının kurtuluş komitesinin merkezidir; birinci katta federalist bir Osmanlı partisi bulunur, zemin kattaki Rum terzinin dükkânında dev bir Venizelos portresi asılı durur. Sokakta İngiliz ordusundan bir Sih asker, bir İtalyan jandarma ve bir Yunan Efsun askeri devriye gezer. Bunlar, son seferini yapan tramvayın koltukları altında Bolşevik Devrimi çağrısı yapan bildiriler bulurlar.” (İstanbul 1914-1923, Kaybolup Giden Bir Dünyanın Başkenti ya da Yaşlı İmparatorlukların Can Çekişmesi, Haz. Stefanos Yerasimos, Çev. Cüneyt Akalın, İletişim Yyn.)



QOSHE - “Üç İstanbul” ve Adnan’ın iki cepheli İstanbul algısı (6) - İlhami Algör
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Üç İstanbul” ve Adnan’ın iki cepheli İstanbul algısı (6)

5 0
11.11.2023

“Onun gözünde iki İstanbul vardır: Camilerinin kurşun kubbelerinde fetih ordularının miğferleri duran İstanbul!” (Bu benzetmeyi hatırlarsınız: “minareler süngü, kubbeler miğfer”)

Ve “Bir de ikinci İstanbul. Beyoğlu!” vardır: “Damarsız, kansız bir toprağın ayağa kalkmasını andıran bu beyaz binalar! Çamurun bayramlık elbisesini giydiği, taşın sonradan görme olduğu bu caddeler! Panayır tiyatrolarına benzeyen bu evler! İçinde Konyalı Rum’un, Antepli Ermeni’nin komita oynadığı odalar! Bu yerde en korkak gözler, bir şapkanın gölgesinde, korkunç olur ve bir şapkanın altında bu sokaklarda Samatyalı Şarlmanlar, Tatavlalı Venedik Dojları dolaşır. (…) Beyoğlu, fethedilmeyen İstanbul’dur.”

“Adnan, Beyoğlu’ndan, romanına yazdığı bu satırlarla iğrenirdi; fakat, gittiği zaman, Beyoğlu’nu, yazdığı kadar fena bulmuyordu. Hatta orada oturabilirdi. (…) Fakat Adnan’ın bu tarafı, vücudunun o kadar derin bir yerinde gizleniyordu ki bunu kendisi bile görmüyordu.”

Adnan’ın derin gizlerini önemsiyorum. Bu nedenle bir paragrafı aktaracağım: “Adnan, (…) Hidayet’in konağında tunçlu koltukların, sırmalı kitapların, tek gözlüklerin, yemek listelerinin sahte, yalınkat, boyadan ibaret Avrupası’ndan -kendi de farkında olmayarak- bıktıkça Şair Raif’in, Koca Ragıp lahdinin içindeki gizli şarka kaçardı.”

Mithat Cemal Kuntay, Adnan için kullandığı, “kendi de farkında olmayarak” ve “bu tarafı, vücudunun o kadar derin bir yerinde gizleniyordu ki bunu kendisi bile görmüyordu” cümleleri ile ne tür bir “ikili olma” halini işaret ediyor?

1876-1920 arası dönem, emperyalizm ve savaş kavramlarını yoğun kullanmayı gerektiren sert ve sıcak bir dönem. Acaba Kuntay, bu ahval ve şerait içinde şuursuzca yalpalayan bir karakterin gerçekliği kavrama yetersizliğini mi mesele edinmiştir? Ve buradan doğacak gerilim okurlarda romanın sayfalarını çevirme enerjisi mi oluşturacaktır?

Merakım, sorularım şimdilik bir kenarda dursun. Buradan yan bir dal’a sıçrayacağım. Yukarıdaki Beyoğlu tanımlanmasına Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Aydaki Kadın adlı romanından bir Beyoğlu tanımlaması ekleyeceğim:

“Ermeni, Rum, Yahudi tüccarlar… Alabildiğine yaşamak hırsı, kadın ve para avcılığı, alkol, adab-ı muaşeret ve alakasızlık su gibi akıyordu. Belki bizden fazla okuyorlar, muhakkak bizden fazla çalışıyorlar hatta belki bizden fazla ve iyi düşünüyorlar fakat bir çeşit kapanma ve alakasızlık bütün imkânları kurutuyor. Bir yığın kabuklaşmış süfre… Her şeyi satıhtan almaya........

© P24


Get it on Google Play