Roman’a dair bir ara özet vereyim. Belki dağınıklığımı toparlar.

Adnan önce Maliye Nazırı’nın kızı Süheylâ’ya ders verir. (Maliye Nazırı’nın konağı Bozdoğan Su Kemeri civarındadır. Bu kemer çocukken tepesine çıkıp İstanbul’a baktığım su kemeridir.) Adnan’ın Süheylâ’yı algılayışı gelgitli, dalgalıdır : (Adnan)“Süheyla ile evlenıneye nasıl razı olmuştu? Buna acı bir hayret duydu. Şimdi onun gözünde Maliye Nazırı'nın kızı Süheyla bütün kızlardan biriydi.”

Fakat Adnan’a nazaran Süheylâ duygularında gayet nettir: “Adnan, ağzında barsakları görünen büyük bir delikle esnedi. Süheyla bu perişan dudakları bile çirkin bulmadı..”

Daha sonra Adnan’a Erkânıharp Müşiri’nin kızı Belkıs’a da ders vermesi teklif edilir: “Adnan, Hidayet’in yüzüne öfkeyle bakıyordu: Bu Erkanıharp Müşiri’nin ne kadar korkunç bir saray adamı olduğunu İstanbul’da bilmeyen yoktu. Adnan onun konağına nasıl giderdi? Fakat bu isyan, Adnan’ın yalnız gözlerindeydi. İçi çoktan mağluptu ve Hidayet’in uzun bir ricasıyla hocalığı kabul etti.”

Acaba Adnan’ın gerçekten bir içi var mıydı?:

“Adnan, Rumeli kıyısındaki Mermer Yalı’nın büyük kapısından girerken kızın babası için eskiden beri duyduğu korkunç sıfatları düşündü ve bu Erkanıharp Müşiri’nin kızına ders vereceği için kendi gözünde kendi küçüldü; daima kendisinde gördüğü miğferli, sorguçlu kahraman büyük kapının altında kaybolmuş, onun yerine vücudunun bir köşesinde ceketli bir katip boynunu bükmüştü.”

İçi “miğferli, sorguçlu kahraman”, dışı ezik Adnan… Kuntay, Adnan’ı yükseltip yükseltip sonra hakikate çarpar. Adnan henüz Hukuk’tan yeni mezun bir çulsuz iken; Kuntay, Adnan’ı içinde rüzgârlar esen genç olarak resmederken ona üç kıtayı sahne kılar:

“Avukatlık etmeyecekti. Çünkü Adnan ‘hadise adam’dı. İnsan yığınında ayrı duran çehre! (…) Sonra Adnan’ın kaleminin ucundan damlamaya hazırlanmış bir isyan edebiyatı vardı. Bu kalemle avukat layihası mı yazacaktı? Adnan tunçtandı. Maden-adam, mahkemeye beğendirilecek lakırdı arayamazdı. (…) Adnan’ın alnındaki mermer buna mani idi. Sonra hakimin ve avukatın yorgunluğu edebiyatsız bir alın teridir. Halbuki haykıran Adnan’ın seyircileri olacaktı ve o izdihamı uyandıran seslerle memlekete ağlayacaktı. Bu feryada üç kıta bir geniş meydandı. O, bir heykelin alnıyla bu meydanda şaha kalkacaktı.”

Bu abartıyı sevmiş midir Kuntay? Veya bu dil enerjisini nereden almıştır? Neticede sonu yıkıntı içinde bitecek bir karakteri varederken kalemini besleyen mizah duygusu mudur? Ortayaşüstü birinin gençlik idealizmine, duygularına karşı hakikati sert bir biçimde çarpmaktan alınan acımtrak haz mıdır? Eğer romanın otobiyografik özelliklerini hatırlayarak konuşursak, iğneyi kendisine mi batırmaktadır?

Ve Kuntaya, heykel alnıyla şaha kalkmış Adnan’ın ayaklarını yere değdirir: “…Adnan bu vaziyette kendine bakarken gözleri doluyordu. (…) Nihayet (soruya) cevap verdi!: ‘Ne mi olacağım? Eskisi gibi muharrir! …Bir de hususi evlerde hocalık alacağım.’”

Artık Adnan’ı o boyadan çıkarıp bu boyaya sokan takdimlerde yazarın yüzünü görmeye başladım. Kuntay’ın internette birkaç fotoğrafı var. Bu fotoğrafların birinde evinde, yemek masası etrafında oturan misafirlerini görüyoruz: Cenab Şahabettin, Abdülhak Hamid Tarhan,Süleyman Nazif, Samipaşazade Sezai, Mehmet Akif Ersoy.

Kuntay ve oğlu ayaktadır. Fotoğrafın derinliğinde, geride iki ev hizmetlisi görülüyor. (Hizmetlilerin bakışları üstümde kaldı.) Kuntay, Üç İstanbul’da Adnan karakterini bir halden diğer hale savurdukça bazen dönüp Kuntay’ın fotoğraftaki yüzüne bakıyorum. İlk bakışta ifadesiz, donuk bir yüz. Biraz daha bakınca o ifadesizliğin arkasında her tür cinliği ince ince yapabilecek biri olduğunu düşünmeye başlıyorum. Ve bir yandan Adnan karakterini yazarına karşı korumaya çalışan bir okuyucu algısı geliştiriyorum, diğer yandan yazarın oyunbazlığı Adnan’ı kenarda bırakarak öne çıkmaya başlıyor. Sayfaları çevirdikçe, özellikle Adnan’ın hallerinde, yemek masasının arkasında ayakta duran Kuntay’ı görmeye başlıyorum.Yani, bir roman böyle okunmaz herhalde ?

* * *

Adnan’ın Süheylâ ve Belkıs’ı düşünerek, arzu ederek, unutarak, bir halden diğer hale girerek yuvarlanmasına girmeyeceğim. Abdülhamid yönetimine ihbar edilmesine, İttihat Terakki döneminde yükselip zenginleşmesine değinmeyeceğim. Bir detay hariç:

“Her ceketin başka bir kravatı olduğunu Meşrutiyet’in ilanından sonra öğreniyordu. Terzi ‘Kravat görünmemelidir’ deyince Adnan, göğsünden utandı. Yeşil boyunbağını boynundan çıkarırken eski tarih hocasının bir parçasından daha kurtuldu; rahat nefes aldı. Aynadaki adamdan ayrılamıyordu. (…) Artık, her gün bir parça daha zengin oluyordu.”

Mütareke döneminde düşüşe geçmesine, Belkıs tarafından terkedilip Süheylâ tarafından sahip çıkılmasına da girmeyeceğim. Adnan’ın başıtülbentli Süheylâ, sarışın Belkıs arasındaki gelgitleri, melodram sinemamızın maneviyatı düşük Batı - maneviyatı yüksek Doğu çatışma eksenini çağrıştırıyor. Ne bu konuya ne de Adnan’ın diğer kadınlarla düşüp kalkmasına karışmayacağım. Belki sonra fikrimi değiştiririm ama şimdilik böyle düşünüyorum. Fakat Süheylâ’nın şu sözlerini aktarmak istiyorum:

“Şimdi beni dinle Adnan, sen dünyanın en hokkabaz adamısın!.. Dünyanın bütün namussuz adamları gibi ne kadar akılsız adamsın!”

Taner Timur, Üç İstanbul’a dair değerlendirmelerinin bir yerinde Süheylâ’yı olumlayarak şöyle der: “…bu genç kız, nasıl olup da Adnan gibi bir oportüniste hayran ve âşıktır, pek anlaşılmaz.” (TT, age)

Taner Timur Hoca’nıın çocuksu samimiyeti beni gülümsetiyor. Süheyla neticede bir kurgu karakteri, yani “anlamak” gerekiyorsa anlatının bütünlüğü içinden bakılabilir. Ayrıca “anlamak” nedir? Neremizle “anlarız”?

Bir arkadaşım, sevgilisi herifi evden kovdu, üç gün sonra salya sümük ardından koşup geri getirdi. İnsanın bazı hallerini anlamaya çalışmaktansa onu o hali ile kabul etmeye inanırım. Hem anlamak çabasına gerek bırakmaz hem de anlamak istenilen şey belki anlaşılabilir olur.



QOSHE - “Üç İstanbul” - Adnan’ın içi ve dışı (9) - İlhami Algör
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“Üç İstanbul” - Adnan’ın içi ve dışı (9)

7 0
02.12.2023

Roman’a dair bir ara özet vereyim. Belki dağınıklığımı toparlar.

Adnan önce Maliye Nazırı’nın kızı Süheylâ’ya ders verir. (Maliye Nazırı’nın konağı Bozdoğan Su Kemeri civarındadır. Bu kemer çocukken tepesine çıkıp İstanbul’a baktığım su kemeridir.) Adnan’ın Süheylâ’yı algılayışı gelgitli, dalgalıdır : (Adnan)“Süheyla ile evlenıneye nasıl razı olmuştu? Buna acı bir hayret duydu. Şimdi onun gözünde Maliye Nazırı'nın kızı Süheyla bütün kızlardan biriydi.”

Fakat Adnan’a nazaran Süheylâ duygularında gayet nettir: “Adnan, ağzında barsakları görünen büyük bir delikle esnedi. Süheyla bu perişan dudakları bile çirkin bulmadı..”

Daha sonra Adnan’a Erkânıharp Müşiri’nin kızı Belkıs’a da ders vermesi teklif edilir: “Adnan, Hidayet’in yüzüne öfkeyle bakıyordu: Bu Erkanıharp Müşiri’nin ne kadar korkunç bir saray adamı olduğunu İstanbul’da bilmeyen yoktu. Adnan onun konağına nasıl giderdi? Fakat bu isyan, Adnan’ın yalnız gözlerindeydi. İçi çoktan mağluptu ve Hidayet’in uzun bir ricasıyla hocalığı kabul etti.”

Acaba Adnan’ın gerçekten bir içi var mıydı?:

“Adnan, Rumeli kıyısındaki Mermer Yalı’nın büyük kapısından girerken kızın babası için eskiden beri duyduğu korkunç sıfatları düşündü ve bu Erkanıharp Müşiri’nin kızına ders vereceği için kendi gözünde kendi küçüldü; daima kendisinde gördüğü miğferli, sorguçlu kahraman büyük kapının altında kaybolmuş, onun yerine vücudunun bir köşesinde ceketli bir katip boynunu bükmüştü.”

İçi “miğferli, sorguçlu kahraman”, dışı ezik Adnan… Kuntay, Adnan’ı yükseltip yükseltip sonra hakikate çarpar. Adnan henüz Hukuk’tan yeni mezun bir çulsuz iken; Kuntay, Adnan’ı içinde rüzgârlar esen genç olarak resmederken ona üç kıtayı sahne kılar:

“Avukatlık etmeyecekti. Çünkü Adnan ‘hadise adam’dı. İnsan yığınında ayrı duran çehre! (…) Sonra Adnan’ın kaleminin ucundan damlamaya hazırlanmış bir isyan edebiyatı vardı. Bu kalemle avukat layihası mı yazacaktı? Adnan tunçtandı.........

© P24


Get it on Google Play