menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

İsmail Fatih Ceylan yazdı: Kamyon şoförlüğünden yönetmenliğe Ahmet Uluçay

34 12
28.09.2025

Doğup büyüdüğüm Tavşanlı ile Kütahya arasında çok kamyon gelir giderdi. İşimiz düştüğü zaman tanıdık birinin kamyonuna bedava yolculuk yapmak için binerdik. Lise yıllarında bir iş için gittiğim Kütahya’dan Tavşanlı’ya gelmek için araba beklerken el ettiğim bir kamyon durdu. Şoförü tanımıyordum ama bindim. Kamyon şoförü biner binmez, “kimsin, nerelisin, ne yapıyorsun” sorularıyla konuşmaya başlamıştı. Ağzında sigarası, az sakallı, gözlüklü, bir genç adamdı.

O Tavşanlı’ya birkaç kilometre bitişikteki Tepecik köyündenmiş, şoförlük, yumurtacılık, çiftçilik yapıyormuş. Konuşmalar Tavşanlı’dan, Tepecik köyünden bahisle devam etti, neler yaptığımıza, ileride ne olacağımıza geldi. Yazar olmak istediğini söyledi adının Ahmet Uluçay olduğunu söyleyen kamyon şoförü. İnanamamış, hayli şaşırmıştım. Üstelik benim gibi Dostoyevski hayranıydı, ileride onun gibi bir yazar olmak hedefiydi. Şimdi aşk hikâyeleri yazıyordu. Hikâyeleri ara sıra Hürriyet’in Kelebek ekinde çıkıyordu.

Tabii muhabbet sardı. Ben de yazıyordum hikâyeler. Benim de yayınlanıyordu dergilerde, gazetelerde. Roman çalışmalarım da vardı. Yazacağı, birazını yazdığı bir romandan bahsetti. Bizim yörelerde çok konusu edilen büyüler, cinler filan olacaktı. Kemikler ve Küller gibi bir şeydi kitabına düşündüğü isim.

Delidoluydu, heyecanlıydı, arada kahkahalar atıyordu. Onun bütün dünyası Tepecik Köy’dü konuşmalarından anladığım. Kâh eleştiriyor, kâh yüceltiyor, bizim insanlarımız sevecenliği taşıyordu.

Yolculuk boyunca Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Victor Hugo konuşmuştuk. Kitap manyağıydı. Kamyonun bir yerinden gazete küpürleri çıkardı. Kelebek’te yayınlanan birkaç hikâyesini gösterdi. Resimlendirilmiş aşk hikâyeleriydi. Kısa hikâyeler olduğu için orada bir kaçını okudum.

Sonra sinemadan bahsetmeye başladı. Meğer asıl tutkusu sinemaymış. İlkokul sıralarındayken, köyüne gelen seyyar bir sinemacı sayesinde sinemaya merak sarmış. Filmleri, sanatçıları, karakterleri iyi biliyordu. Tavşanlı’daki Hülya sinemasına çok gidiyormuş. Köyde kümes hayvancılığı ile uğraşan arkadaşı İsmail Mutlu ve maden işçisi arkadaşı Şerif Akarsu ile “Tepecik Köyü Arkadaş Sinema Grubu”nu kurmuşlar. Adına Gımıldak verdiği film şeritlerini hızlı hızlı döndürecek bir şeyler yaptığından ya da yapacağından söz ediyordu. Üç arkadaş o gımıldakla köyde film oynatmayı çok istiyormuş.

Yolculuğumuz Tavşanlı askerlik şubesinin önünde bitti. Beni bırakırken, “tekrar görüşelim” sözleriyle ayrıldık. İşte Ahmet Uluçay ile ilk tanışmamız böyle oldu.

Sonra zaman zaman görüşmeye başladık. “Cumhuriyet meydanında şu vakitte buluşalım,” diyorduk, orada görüşüyorduk. Daha sonra hükümet konağı, şimdi ise park olan yerde büyük bir kahvehane, çay bahçesi vardı, oraya takılırdık.

O yıllar her yerde televizyon olmadığı için, insanların çoğu o çay bahçesine hafta sonları genellikle maç izlemeye gelirdi. Kimisi siyah beyaz televizyonu izler, kimisi çay içip sohbet eder, oyun oynarken biz Ahmet Uluçay ile romanlardan, yazarlardan, sinemadan bahsederdik çay eşliğinde. O günlerde gece gündüz edebiyat muhabbeti yaptığımız Soner Can arkadaşımın hediye ettiği Guy de Maupassant’ın Bir Hayat romanı çok etkilemişti, Ahmet Abi’ye bu romanı mutlaka okumasını tavsiye ediyordum. Gerçi o da, ben de, Soner de Balzac’cıydık; Honoré de Balzac külliyatını adeta hatmediyor, kitaplar üzerine yorumlar yapıyorduk ama Maupassant’ın Bir Hayat kitabı da bizi büyülemişti. Ardından Jack London’un Ateş Yakmak ve Martin Eden kitapları, Selim İleri’nin Dostlukların Son Günü öykü kitabı sıkça sohbet konumuz oluyordu. Sonra asıl konu sinemaya geliyordu.

Zamanla hikâye, roman, edebiyat eskisi kadar çok konumuz olmamaya başlamıştı. Kafayı sinemaya fena takmıştı. “Bana lan depciköylü Ahmet, sen ne anlarsın sinemadan, kafayı üşütcen diyorlar ama bak göreceksin bir gün gelecek şu İstasyon caddesinde bir film çekeceğim.” sözünü çok işittim. Bazen çok iddialı sözler eder, sinemada Yılmaz Güney gibi biri olacağını söylerdi.

İstasyon caddesini nedense çok seviyordu, her görüşmemizde mutlaka o caddede yürüyorduk. “Şu tarafta sinema afişleri olurdu, gelir gelir afişlere bakardım.” diye eski günlerden bahsederdi. Ailelerin çoluk çocuk sinemaya gittikleri zamanları anlatırdı.

Arada gece birlere ikilere kadar Tavşanlı sokaklarını gezerdik. Anlattığı şeyler sinema, sanatçılar, ileride yapmak istediği hayallerdi. Kafasında yapmayı hayal ettiği beş-altı film konusu vardı.

Bazı ahşap evleri gösterir, tam filmlik der anlatmaya başlardı. “Şöyle tepeden önce kiremitler görünür, ardından avluya inilir. Kadın kuyu başında su doldurur, yanında küçük kız güğümü tutar. Sokağa bakan kapının çıngırağı çalınca, evin büyük kızı kapıyı açar. Karpuzcunun çırağı gelmiştir.”

Çok coşkulu, çok heyecanlı, bazen kendinden geçercesine anlatırdı hayallerini. Ulucamii avlusunda, müftülük lokalinin masalarında oturan Deli Hüsnü onun çok ilgisini çekerdi. Şapkalı ve sakallı Hüsnü, sürekli gökyüzüne bakar, yıldızlara konuşurdu bir şeyler. Zararsız biriydi, İnsanlarla değil yıldızlarla dosttu. Ahmet Uluçay onu ileride yapacağı bir filmde göstermek isterdi. Sonra, “Biz de deliyiz aslında!” derdi.

“Belki bunları hiç yapamayacağım, depciköylü kamyoncu Ahmet olarak kalacağım. Ama böyle hayaller de kurmak güzel değil mi? Hayal hayat demektir, hayal gerçekleşmenin ilk adımıdır. Belli mi olur İsmail, belki o günleri görürüz. Ben o sinemacılardan çok daha iyi film yaparım, o yönetmenlerden daha iyi kamera açım var benim. Sen........

© Medyascope