Bir evvelkinin devamı olarak bu yazımızda da Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın siyasi ve hukuki statüsünü anlatmaya devam ediyoruz.

Filistin toprakları, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de bu bölgeyi Osmanlı topraklarına katmasından, 1917’de İngiliz mandasına geçmesine kadar, tam 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış ve bu süreçte barış ve istikrar adına en güzel dönemini yaşamıştır.

Bölgedeki bütün karışıklık ve huzursuzluklar, İngilizlerin bu coğrafyaya hâkim olmasından ve devamında İsrail Devletinin kuruluşundan sonra baş göstermiştir.

I- OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE KUDÜS’ÜN STATÜSÜ

Vikipedi’de Kudüs’ün statüsüne dair şu mütalaalara yer verilir:

“Uluslararası platformda Kudüs'ün statüsü hakkında yasal ve diplomatik açıdan farklı görüşler görülmektedir. Devletler ve uzmanlar da aynı şekilde uluslararası kanunlar altında Kudüs'ün statüsü hakkında bölünmüşlerdir. Çoğu ülke Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımamaktadır. Hatta çoğu tam anlamıyla İsrail'e ait olduğunu da düşünmemektedir.”[1]

Esasen Kudüs’ün statüsü gayet net ve açık olup, uluslararası hukuka sadık kalanlar bu statüyü esas alırlar. Bazılarıysa ideolojik bir tavırla, hukuksuz bir şekilde İsrail yanlısı davranmakta, Kudüs’ün statüsündeki ihtilaflar bu sebeple ortaya çıkmaktadır. Bunun altını önemle çiziyoruz.

Adı geçen kaynakta bu paragraf şu satırlarla devam ediyor:

“Birçok BM üye devleti resmi olarak bir BM önergesi olan Kudüs'ün uluslararası statüsüne sadık kalmaktadır.

İsrail'in Batı Kudüs'teki varlığı kabul edilmesine rağmen asıl anlaşmazlık İsrail'in Doğu Kudüs'ü kontrolü altında tutmasından kaynaklanmaktadır. De jure (hukuki) olarak BM üye devletlerinin ve uluslararası örgütlerin çoğu, İsrail'in, 1967'de Altı Gün Savaşı'yla Doğu Kudüs'ü kontrolüne geçirmesini ve 1980'de yürürlüğe sokulan ve Kudüs'ün bir bütün olarak İsrail'in başkenti olduğunu öngören Kudüs Yasasını tanımamaktadır. Sonuç olarak dış elçilikler genellikle Tel Aviv ve çevresinde veya Kudüs'ün Mevaseret Zion gibi dış muhitlerinde bulunur.

İsrail ile Filistin Ulusal Yönetimi'nin barış yolundaki engellerinden biri Filistin'in Doğu Kudüs'ü "Al Kuds" adıyla gelecekteki Filistin devletinin başkenti yapmak istemesidir. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ‘Kudüs Yahudilerindir ve sonsuza dek İsrail egemenliği altında olacaktır’ demiştir.”

Anlaşılacağı üzere İsrail’in Filistin Bölgesinde toprak edinmesi ve bu topraklar üzerinde oldubittiyle devlet kurması, kurulan bu devletin başta ABD olmak üzere diğer batı devletlerinin marifetiyle BM’de kabul edilmesi yasal olmayan bir durum olup, gasb ve işgalin meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Böyle gasb, işgal, zorbalık ve hukuk dışılık üzerine bina edildiği için de dünya kamuoyu büyük ekseriyetle Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımamaktadır.

Esasen Yahudilerin geçmişte, Kudüs ve civarında çıkardıkları fitne, fesat, bozgunculuk ve İsrail’in kuruluşundan sonra da devam ettirdikleri kuvvet kullanarak toprak edinme, insanları evlerinden ve vatanlarından etme gibi fiilleri göz önüne alındığında; bu topluluğun bu keyfî hareketlerinin hem bölgedeki, hem de bütün dünyadaki huzur ve sükûn açısından, hiçbir noktadan meşruluk ifade etmediği açıktır.

Tarihten beri gelen statüko ve meşruiyet ilkeleri çerçevesinde ifade ediyoruz ki, Netenyahu’nun dediğinin tam tersine, Kudüs ve Mescid-i Aksâ kadim zamanlardan beri İslam toprağıdır. Eninde sonunda bu işgal kaldırılacak ve bu mukaddes topraklar kıyamete kadar İslam hâkimiyetinde kalacaktır.

II- MESCİD-İ AKSÂ’NIN BÜTÜNÜYLE MÜSLÜMANLARIN MUKADDES MEKÂNI OLDUĞUNA DAİR ULUSLARARASI MAHKEME KARARI

Tarihten gelen statüko ve Müslümanların konuya İslâmî bakış açısıyla bakmaları bir yana, Mescid-i Aksâ’nın bütünüyle Müslümanlara ait olduğuna dair uluslararası mahkeme kararı da mevcuttur. Söz konusu mahkeme sürecini şu satırlardan okuyalım:

Filistin’in İngiliz mandası olduğu dönemde... (1929'da İngiliz sömürgecilerine karşı Burak İsyanı patlak vermişti) İngilizlerin Yahudilere Mescid-i Aksa'nın batı duvarına gelip ibadet etmeleri için sağladığı kolaylıkları protesto etmek amacıyla Filistinliler direniş başlatmıştı. İngilizler, konuyla ilgili karar verilmesi için anlaşmazlığı uluslararası bir mahkemeye götürmeyi kabul edene kadar da bu isyan ve direniş olayları devam etti. Duvar, Müslümanların isimlendirdiği gibi Burak Duvarı mı, yoksa Yahudilerin isimlendirdiği gibi Ağlama Duvarı mıydı?!

13 Eylül 1929'da İngiliz Sömürge Bakanı, olayların, direniş ve ayaklanmanın nedenlerini acilen araştırıp tekrarını önlemek için çözüm geliştirmek üzere Shaw Komisyonu olarak bilinen bir komisyon oluşturdu. Bu komisyonun tavsiyeleri arasında, ayaklanmaların bundan sonra tekrar yaşanmasını önlemek için hak ve iddiaların açıklığa kavuşturulup netleştirilmesi gerektiği de vardı.

İngiliz hükümetinin, Milletler Cemiyeti Konseyi'ne teklifte bulunması üzerine, bu amaçla bir heyet oluşturuldu… En yüksek yargı ve tahkim düzeyinde tarafsız bir uluslararası komisyon oluşturulmuş oldu.

Komisyon 19 Haziran 1930'da Kudüs'e geldi ve Filistin'de (tam bir ay) kaldı ve her gün bir veya iki oturum düzenledi. Komisyonun düzenlediği 23 oturum sırasında 52 şahidin ifadesine başvurdu. Bunlar arasında 21 Yahudi haham ve 30 Müslüman âlim ve bir de İngiliz şahit vardı.

Her iki taraf, oluşan bu komisyona 35'i Yahudiler, 26'sı Müslümanlar tarafından olmak üzere toplam 61 belge sundu.

Uluslararası Mahkeme, (Müslümanların iddiasını doğrulayan delilleri sağlam buldu) sunulan belgeleri müslümanların iddialarını teyit edecek yeterlilikte gördü. Çünkü Müslümanların savunmaları, Şeriat Mahkemesi'nin belge ve kayıtlarına göre, Burak duvarını çevreleyen tüm alanın İslami bir vakıf olduğunu ispatlıyordu. Kur'an’ı Kerim metinleri ve İslam gelenekleri de bu yerin kutsallığını açıkça belirtmekteydi…

…Mahkeme kararını, Uluslararası Komisyonun Kudüs'teki oturumlarını başlatmasından beş ay sonra verdi ve mahkeme Arap Müslüman ve Yahudi temsilcilerini dinledikten, iki tarafça sunulan tüm belgeleri inceledikten ve Filistin'deki tüm kutsal yerleri ziyaret ettikten sonra kararını ittifakla verdi. Komisyon son toplantısını 28 Kasım-1 Aralık 1930 tarihleri arasında Paris'te gerçekleştirdi ve kararı oybirliğiyle aldı. Bu karar, Müslümanlar olarak bizi ilgilendiren, şu paragrafla başladı:

“Ağlama Duvarı'nın mülkiyeti yalnızca Müslümanlara aittir ve vakıf mülkünün bir parçası olan Mescid-i Aksa alanının ayrılmaz bir parçasını oluşturduğundan, gerçek hak sahibi yalnızca Müslümanlardır. Burak (Ağlama) Duvarının mülkiyeti de onlara aittir. Ağlama Duvarının önünde ve duvarın karşısında Mağaribe Mahallesi olarak bilinen bölgenin önünde bulunmakta olan kaldırım da müslümanların mülküdür; çünkü burası İslam hukukunun hükümlerine göre hayır için kullanılması gereken bir vakıftır.

Ayrıca kararda şu hükümlere de yer verildi: “Yahudilerin getirip duvarın yakınına yerleştirdiği ibadet aletleri ve diğer aletler, hiçbir durumda, Yahudilere duvar veya bitişiğindeki kaldırım üzerinde herhangi bir hak iddiası oluşturmaya etken olamaz veya buna gerekçe gösterilemez.”

Kararda başka hususlar da yer alıyordu; bunlardan en önemlileri şunlardır: “Koltuk, sembol, minder, sandalye, perde, bariyer ve çadır getirilmesinin yasaklanması ve Yahudilerin duvarın yanında trompet çalmasına izin verilmemesi…”

Bu kararın maddeleri 8 Haziran 1931'de yürürlüğe girdi ve İngiliz hükümeti, buranın Müslümanlara ait olduğunu ve tasarruflarını tanıyan bir Beyaz Kitap yayınladı. Hem uluslararası karar hem de Beyaz Kitap, Yahudileri kendi sınırlarına uymaya zorladı ve kısa sürede Yahudilerin duvar meselesine dair sesleri azaldı. Buna dayanarak İngiliz Kralı da bir kraliyet fermanı yayınladı. “O dönemde yayınlanmış olan 1931 tarihli Ağlama Duvarı Kararnamesi” Filistin Resmi Gazetesinde yayınlandı.[2]

Şimdi, bahsi geçen bu mahkeme kararına dair genel bir değerlendirme yapalım:

1- Bu mahkeme uluslararası bir mahkemedir. Üyeleri arasında Müslüman Türk yahut Arap yoktur. Dolayısıyla verilen kararda taraf tutulmadığı, hakkaniyetle karar veriliği aşikârdır. Mahkemenin sonucunu tamamen hukuki belge ve bilgiler tayin etmiştir.

2- Bu mahkeme Yahudilerin şikâyeti üzerine açılmıştır. Mescid-i Aksâ’da mesnetsiz bir şekilde hak iddiasında bulunan ve huzursuzluk çıkaran da onlardır.

3- Anlaşıldığına göre mahkeme karar vermekte acele etmemiş, uzun bir araştırma yaparak, çok sayıda hukuki belgeyi değerlendirerek ve pek çok şahit dinleyerek dosyayı tekemmül ettirmiştir.

4- Mahkeme, kararını üyelerinin ittifakıyla almış ve Mescid-i Aksâ’nın, civardaki merdivenler dâhil, bütün müştemilatıyla tamamen Müslümanlara ait olduğunu tescil ve ilan etmiştir.

Kararın bu şekilde çıkmasında belirleyici olan sebep, buranın şer’i hukuka göre Müslümanların hizmetine verilmiş bir vakıf mülkü olmasıdır.

5- Hiçbir şüpheye yer bırakmayan bu mahkeme kararıyla Yahudiler davayı kaybederek Mescid-i Aksâ’da hak iddia etmekten vazgeçmişlerdir.

İşte Mescid-i Aksâ’nın tarihî süreçten gelen siyasi ve hukuki statüsü, bu uluslararası mahkeme kararı ile de tescil ve teyit edilmiştir.

O halde bugün İsrail’in Mescid-i Aksâ’da çıkardığı sorun, kargaşa ve burada hak iddiasında bulunması tamamen kanunsuzdur, haksızlıktır, zorbalıktır, gasb ve işgal yaklaşımıdır. Uluslararası hukuk nezdinde de suçtur.

Gazze ve Filistin olaylarının büyük boyutlara ulaştığı, böylece tarihî bir dönemece girdiği bu son günlerde, Kudüs’ün ve Mescid-i Aksâ’nın statüsünün bir ihtilaf varmış gibi tekrar tartışmaya açılması asla kabul edilemez. Yapılacak iş, tarihten gelen ve Osmanlı döneminde son şeklini alan statükoya uymaktan ibarettir.

Bütün İslam ümmeti “Müslümanların ilk kıblesi”, “Mescid-i Haram’ın kardeşi” ve “Miracın gerçekleştiği mahal” olan bu mukaddes mekânın sadece ve sadece Müslümanlara ait olduğu konusunda son derece tereddütsüz olmalı ve bu mesele asla tartışma veya pazarlık konusu yapılmamalıdır.

Bu konuda küçücük bir gevşeklik gösteren kişi Allah ve Rasulüne isyan, İslam ümmetine ihanet etmiş olur. Bedbaht olur. Hiçbir beşer böyle bir vebalin altından kalkamaz.

III- İSRAİL’İN ZORBALIK, GASB VE İŞGALE DAYANAN HUKUK İHLALLERİ

Defaatle vurguladığımız üzere İsrail hukuksuzluğu, zorbalığı, gasb ve işgali meslek edinmiş korsan bir devlettir. İngilizlerin eliyle palazlandırılmış, ABD ve diğer batılı ülkelerin desteğiyle suni olarak meşruiyet kisvesine sokulmuştur.

Batılı devletlerin şımarttığı, BM’nin 5 daimi üyesinin himayesiyle, para ve silah desteğiyle korunagelen bu terör devleti Filistinlilere kendi vatanlarında, hiçbir insani değer tanımadan zulmetmekte, kan kusturmaktadır. Esasen bu durum İsrail kurulduğu günden bu yana devam etmekte olup son yaşananlar bu gasb ve işgalin nasıl bir vahşete dönüştüğünün müşahhas belgesi durumundadır.

Devlet yöneticileri bu yaşananları sadece seyretmekte, BM âtıl kalmakta, İsrail’e yönelik hiçbir müeyyide getirilmemektedir.

Ancak dünya kamuoyunun durumu farklıdır. İnsanın derununa yerleştirilmiş “haksızlığa isyan” şeklinde tezahür eden fıtri özellik, batıda, hatta İsrail’in kendi içinde büyük kitleleri sokaklara dökmektedir.

Burada insanı derin bir gönül kırgınlığına sevk eden şey ise iki milyarlık İslam dünyasının sessizliği ve vurdumduymazlığıdır. Evet, İslam ülkeleri adeta “ölüm uykusu” dedirtecek bir sessizlik içindedir.

Bu meyanda halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticileriyle halkı arasındaki bariz farkın görülmesi de gerekmektedir. İslam ülkelerinde ferdi manada, kalbinde iman olan herkesin Gazze’de olup bitenler karşısında içi burkulmakta, yüreği erimektedir. Yöneticiler nezdindeki eleştiri gündeme getirilirken Müslüman kitlenin bu hassasiyeti de asla basite alınmamalıdır. Müslümanların arşa yükselen samimi ve yanık duaları, inşallah İsrail zulmünün bitmesine; izzet ve şeref sahibi Filistin halkının muzaffer olmasına vesile olacaktır.

SONUÇ

“Kudüs ve Mescid-i Aksâ Biz Müslümanlarındır ve Ebediyen Böyle Kalacaktır”

Bu konuya ayırdığımız son iki yazımızda ortaya konan delillerden çıkan zaruri sonuç şudur ki, Mescid-i Aksâ biz Müslümanlarındır, ebediyen bizim kalacaktır.

Mescid-i Aksâ deyince meselenin iki veçhesine özelikle vurgu yapmak gerekir.

Birinci veçhe, Mescid-i Aksâ’nın maddi manada mülkü, yani tapusudur. Yukarıda bahsi geçen mahkeme kararında da belirtildiği üzere, bu mübarek mekân, ebediyen Müslümanların kalmak üzere vakfedilmiştir. Bu tapuyu, bu mülkün statüsünü bozmaya hiçbir hukuk müsaade etmez. Böyle bir teşebbüs hiçbir mazeretle meşru gösterilemez.

İkinci veçhe ise Mescid-i Aksâ’nın iç hukukudur. Yani “mescid” statüsüdür. Bilindiği üzere mescidlerde Allah’ın koyduğu hukuk geçerlidir. Kaldı ki Mescid-i Aksâ Müslümanların ilk kıblesi olarak sıradan bir mescid de değildir. Tarih boyunca birçok peygamberin hak olan İslam davasını yaşadığı ve tebliğ ettiği bir tevhid merkezidir.

“Tevhidin merkezi” olması, bu mekânın tevhide mugayir veya muhalif her ne varsa (resim, sembol, cisim, işaret, alamet vs. küfrü ve şirki çağrıştıran her şey) hepsinden arındırılmasını gerektirir.

Son zamanlarda Vatikan’ın dinlerarası diyalog projesinin uzantısı olarak, mescidlerimize musallat edilen şirk unsurları, teslis ve küfür alametleri (haç, İsa - Meryem resimleri, üçlü tanrı telakkisini ihsas eden her türlü işaret ve figür), hiçbir mescidde olamayacağı gibi Mescid-i Aksâ’da da olamaz. Müslümanlar bu konuda kararlı olmalı, tevhid ve ihlas uğruna gerektiğinde canını dahi ortaya seve seve koyabilmelidir. Bu mesele bu kadar önemli ve hayatidir.

Mescid-i Aksâ ve Kudüs’ün, tevhidin merkezi olması aynı zamanda bütün dünyada tesis olunacak barış ve istikrarın da merkezi olması demektir. Yani dünyada insan hakları, huzur ve sükûnun yaşanması, ancak Kudüs ve Mescid-i Aksâ merkezli olarak Müslümanların dünya hâkimiyetiyle gerçekleşecektir.

Bazıları bizim bu cümlelerimizi abartılı bulabilir. Hayır, hiç de öyle değildir. Bu bir hakikattir. Kuran ayetleri buna işaret ettiği gibi, Hz. Peygamberin (s.a.v.) çok sayıdaki hadisi de bu konuya açıklık getirmektedir.

Buna göre İslamiyet’in iki büyük hâkimiyet dönemi olacaktır ki birisi asırlar boyunca yaşanmıştır. Ve sonra bir fetret dönemine girilmiştir. Biz, zulümlerin ayyuka çıktığı bu fetret döneminde yaşıyoruz. Kader-i ilahinin tecellisi böyle olmuştur.

Ama şunu da kesin ve net biliyoruz ki, İslam’ın tekrar dünyaya yayılacağı ikinci bir hâkimiyet dönemi daha vuku bulacaktır. Bu da -bugünkü gibi- zulmün alabildiğine arttığı bir zamandan sonra olacaktır.

Onun için ne Gazze olayları ve ne de dünyanın farklı yerlerinde Müslümanlara reva görülen insanlık dışı diğer muameleler, bizi ümitsizliğe sevk etmemelidir. Allah’ın vaadi haktır, mutlaka vuku bulacaktır. Hak ve adaletin, barış ve huzurun hâkim olacağı yeni bir dünya, yeni bir dönem yaşanacaktır.

Bu yeni hâkimiyet döneminin gelebilmesi için, biz Müslümanlara düşen görev nedir, bunu ayrı bir yazıda ele almak üzere, bu yazımızı “İslam’ın ve mü’minlerin dünya hâkimiyetini” haber veren şu iki ayet-i kerimenin meali ile bitirelim:

“Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka hâkim kılacağına, onlar için hoşnut ve razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaadde bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Nur: 55)

“O, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. (Allah) o hak dini bütün dinlere üstün kılmak için (böyle yaptı). Şahit olarak Allah yeter.” (Fetih: 28)

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Kud%C3%BCs%27%C3%BCn_stat%C3%BCs%C3%BC

[2] https://hamzali.org/wp-content/uploads/2023/10/KUDUSTEKI-MESCID-I-AKSA-.pdf

Yazıyı Arapçadan tercüme eden: Ahmet Ziya İbrahimoğlu

QOSHE - SİYASİ VE HUKUKİ YÖNDEN MESCİD-İ AKSÂ’NIN STATÜSÜ – 2 - Ali Değermenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

SİYASİ VE HUKUKİ YÖNDEN MESCİD-İ AKSÂ’NIN STATÜSÜ – 2

3 0
22.11.2023

Bir evvelkinin devamı olarak bu yazımızda da Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın siyasi ve hukuki statüsünü anlatmaya devam ediyoruz.

Filistin toprakları, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de bu bölgeyi Osmanlı topraklarına katmasından, 1917’de İngiliz mandasına geçmesine kadar, tam 400 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış ve bu süreçte barış ve istikrar adına en güzel dönemini yaşamıştır.

Bölgedeki bütün karışıklık ve huzursuzluklar, İngilizlerin bu coğrafyaya hâkim olmasından ve devamında İsrail Devletinin kuruluşundan sonra baş göstermiştir.

I- OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE KUDÜS’ÜN STATÜSÜ

Vikipedi’de Kudüs’ün statüsüne dair şu mütalaalara yer verilir:

“Uluslararası platformda Kudüs'ün statüsü hakkında yasal ve diplomatik açıdan farklı görüşler görülmektedir. Devletler ve uzmanlar da aynı şekilde uluslararası kanunlar altında Kudüs'ün statüsü hakkında bölünmüşlerdir. Çoğu ülke Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanımamaktadır. Hatta çoğu tam anlamıyla İsrail'e ait olduğunu da düşünmemektedir.”[1]

Esasen Kudüs’ün statüsü gayet net ve açık olup, uluslararası hukuka sadık kalanlar bu statüyü esas alırlar. Bazılarıysa ideolojik bir tavırla, hukuksuz bir şekilde İsrail yanlısı davranmakta, Kudüs’ün statüsündeki ihtilaflar bu sebeple ortaya çıkmaktadır. Bunun altını önemle çiziyoruz.

Adı geçen kaynakta bu paragraf şu satırlarla devam ediyor:

“Birçok BM üye devleti resmi olarak bir BM önergesi olan Kudüs'ün uluslararası statüsüne sadık kalmaktadır.

İsrail'in Batı Kudüs'teki varlığı kabul edilmesine rağmen asıl anlaşmazlık İsrail'in Doğu Kudüs'ü kontrolü altında tutmasından kaynaklanmaktadır. De jure (hukuki) olarak BM üye devletlerinin ve uluslararası örgütlerin çoğu, İsrail'in, 1967'de Altı Gün Savaşı'yla Doğu Kudüs'ü kontrolüne geçirmesini ve 1980'de yürürlüğe sokulan ve Kudüs'ün bir bütün olarak İsrail'in başkenti olduğunu öngören Kudüs Yasasını tanımamaktadır. Sonuç olarak dış elçilikler genellikle Tel Aviv ve çevresinde veya Kudüs'ün Mevaseret Zion gibi dış muhitlerinde bulunur.

İsrail ile Filistin Ulusal Yönetimi'nin barış yolundaki engellerinden biri Filistin'in Doğu Kudüs'ü "Al Kuds" adıyla gelecekteki Filistin devletinin başkenti yapmak istemesidir. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ‘Kudüs Yahudilerindir ve sonsuza dek İsrail egemenliği altında olacaktır’ demiştir.”

Anlaşılacağı üzere İsrail’in Filistin Bölgesinde toprak edinmesi ve bu topraklar üzerinde oldubittiyle devlet kurması, kurulan bu devletin başta ABD olmak üzere diğer batı devletlerinin marifetiyle BM’de kabul edilmesi yasal olmayan bir durum olup, gasb ve işgalin meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Böyle gasb, işgal, zorbalık ve hukuk dışılık üzerine bina edildiği için de dünya kamuoyu büyük ekseriyetle Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımamaktadır.

Esasen Yahudilerin geçmişte, Kudüs ve civarında çıkardıkları fitne, fesat, bozgunculuk ve İsrail’in kuruluşundan sonra da devam ettirdikleri kuvvet kullanarak toprak edinme, insanları evlerinden ve vatanlarından etme gibi fiilleri göz önüne alındığında; bu topluluğun bu keyfî hareketlerinin hem bölgedeki, hem de bütün dünyadaki huzur ve sükûn açısından, hiçbir noktadan meşruluk ifade etmediği açıktır.

Tarihten beri gelen statüko ve meşruiyet ilkeleri çerçevesinde ifade ediyoruz ki, Netenyahu’nun dediğinin tam tersine, Kudüs ve Mescid-i Aksâ kadim zamanlardan beri İslam toprağıdır. Eninde sonunda bu işgal kaldırılacak ve bu mukaddes topraklar kıyamete kadar İslam hâkimiyetinde kalacaktır.

II- MESCİD-İ AKSÂ’NIN BÜTÜNÜYLE MÜSLÜMANLARIN MUKADDES MEKÂNI OLDUĞUNA DAİR ULUSLARARASI MAHKEME KARARI

Tarihten gelen statüko ve Müslümanların konuya İslâmî bakış açısıyla bakmaları bir yana, Mescid-i Aksâ’nın bütünüyle Müslümanlara ait olduğuna dair uluslararası mahkeme kararı da mevcuttur. Söz konusu mahkeme sürecini şu satırlardan okuyalım:

Filistin’in İngiliz mandası olduğu dönemde... (1929'da İngiliz sömürgecilerine karşı Burak İsyanı patlak vermişti) İngilizlerin Yahudilere Mescid-i Aksa'nın batı duvarına gelip ibadet etmeleri için sağladığı kolaylıkları protesto etmek amacıyla Filistinliler direniş başlatmıştı. İngilizler, konuyla ilgili karar verilmesi için anlaşmazlığı uluslararası bir mahkemeye götürmeyi kabul edene kadar da bu isyan ve direniş olayları devam etti. Duvar, Müslümanların isimlendirdiği gibi Burak Duvarı mı, yoksa Yahudilerin isimlendirdiği gibi Ağlama Duvarı mıydı?!

13 Eylül 1929'da İngiliz Sömürge Bakanı, olayların, direniş ve ayaklanmanın nedenlerini acilen araştırıp tekrarını önlemek için çözüm geliştirmek üzere Shaw Komisyonu olarak bilinen bir komisyon oluşturdu. Bu komisyonun tavsiyeleri arasında, ayaklanmaların bundan sonra tekrar yaşanmasını önlemek için hak ve iddiaların açıklığa kavuşturulup netleştirilmesi gerektiği de vardı.

İngiliz hükümetinin, Milletler Cemiyeti Konseyi'ne teklifte bulunması üzerine, bu amaçla bir heyet oluşturuldu… En yüksek yargı ve tahkim düzeyinde tarafsız bir uluslararası komisyon oluşturulmuş oldu.

Komisyon 19 Haziran 1930'da Kudüs'e geldi ve Filistin'de (tam bir ay) kaldı ve her gün bir veya iki oturum düzenledi. Komisyonun düzenlediği 23 oturum sırasında 52 şahidin ifadesine başvurdu. Bunlar arasında 21 Yahudi haham ve 30 Müslüman âlim ve bir de İngiliz şahit vardı.

Her iki taraf, oluşan bu komisyona 35'i........

© İstiklal


Get it on Google Play