Bugün Ortadoğu’daki bütün huzursuzlukların temelinde Yahudilerin Kudüs ve Mescid-i Aksâ eksenindeki mesnetsiz iddiaları ve buna bağlı olarak gündem ettikleri haksız taleplerini güç kullanarak karşılamaya kalkışmaları yatmaktadır.

Acaba Kudüs’ün ve Mescid-i Aksâ’nın Yahudiler açısından önemi nedir? Onların bu mukaddes topraklar üzerindeki iddialarının meşru bir zemini var mıdır? Bu sorunun cevaplanması önemlidir.

Elbette ki herkes her şeyi iddia edebilir. İsrail, yani Yahudiler de kendi açılarından birtakım iddialarda bulunabilirler. Ama her iddia haklı olmak durumunda değildir. Haklılık, meşru ve hukuki bir zemine oturmaya bağlıdır.

Bu konuyla ilgili bütün yazılarımızda bıkıp usanmadan belirttiğimiz gibi Kudüs ve civarı, hak olan İslam’ın tevhid itikadına sahne olmuş mukaddes bir mekândır. Bu bölgede yaşayan yüce peygamberlerin hepsi aynı davayı, tevhid davasını tebliğ etmişlerdir.

Dolayısıyla bu mekân hak ve hakikatin yaşatıldığı mukaddes bir mekândır; batılın, küfrün ve şirkin mekânı değildir. Bu mukaddes topraklarda İngiliz ve Yahudilerin entrikalarıyla İsrail adlı bir devletin kurulmuş olması bu hakikati değiştiremez.

Önceden de belirttiğimiz gibi Yahudilerin Hz. Davud (a.s.), Hz. Süleyman (a.s.) gibi peygamberlerle nesep yönünden bağlarının olması, onların yolunda olduklarını göstermez. Hak ölçü Allah’ın koyduğu ölçüdür. Bu ölçüye göre asıl olan itikadî aidiyettir. Yani istikamet üzere, tevhid üzere, İslam üzere olmaktır. Geçmiş yazılarımızda Hz. Nuh’un (a.s.) oğlunun durumunu misal vererek bunu Kur’ân’dan delillendirmiştik.

O halde Yahudilerin ne geçmişe dayalı olarak ve ne de İsrail devleti kurulduktan sonra, Kudüs ve Mescid-i Aksâ’da hak iddia edebilecekleri bir meşruiyet zemini yoktur. Çünkü onlar hak yol İslam’dan sapmak suretiyle, sulbünden geldikleri atalarına muhalefet etmiş, karşı çıkmış, onların davalarına ters düşmüşlerdir. Bugün Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) hayatta olsalardı, hiç şüphesiz ki küfür ve şirkte en aşağı derekeye yuvarlanmış bu zalimleri dergâhlarından kovarlardı.

Yahudiler, bölgede hak iddia edecek meşru bir gerekçeye sahip olmadıkları gibi, tam tersi tarih boyunca bu coğrafyadaki karışıklıkların, fitne ve fesadın faili olmuşlardır.

Onların Mescid-i Aksâ’ya sadece günümüzde değil, geçmişte de saygı göstermedikleri şu hadis-i şeriften anlaşılmaktadır:

Ebu Hureyre (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“İsrailoğullarına “(Beyti’l Makdis) kapısından secde ederek (saygı ile) giriniz ve ‘Hıtta / Hata (ettik ya Rabbi, affet bizi)!’ deyiniz.” denildi. Ancak onlar bunu değiştirdiler ve kalçaları üzerinde emekleyerek girdiler. “Hıtta” yerine “hınta” dediler.” (Buhari, Tefsir, 5 /4479.)

Hadis-i şerifte bahsi geçen hadise, Bakara Suresi 58 ve 59. Ayetlerde mealen şöyle anlatılmaktadır:

“Hani bir zamanlar ‘Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek girin ve ‘hıtta’ (bizi bağışla!) deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız’ dedik.

Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar bir azap indirdik.”

Tefsirde bu ayetlerin izahında şöyle denilmektedir:

“Ve hani demiştik ki şu beldeye, Beyt-i Makdis mevkiine yahut Eriha beldesine giriniz de, onun neresinde isterseniz yahut nasıl isterseniz, dilediğiniz şekilde bol bol yiyiniz. Ve girerken kapısından giriniz, hem de başlarınızı eğerek, şükür secdesine kapanarak giriniz. Kibir ile çalımla azgınlık ve serkeşlik yaparak girmeyiniz. Ve orada “hıtta” deyiniz ki size bu şartlar altında hatalarınızı mağfiret ediverelim yani veballerinizi rahmetimizle örtelim.”

“…Derken o zalimler güruhu sözü değiştirdiler. Kendilerine söylenenlerin başka türlüsünü yaptılar.”

Yaptıkları şey, “hata ettik, özür dileriz” manasındaki “hıtta” kelimesi yerine, “buğday” manasına gelen “hınta” ifadesini kullanmaktır. Böyle söylemelerinin sebebi ise, cennetteki yasak ağacın meyvesi kabul edilen “hınta”ya gönderme yaparak Allah’ın emriyle alay etmektir.

Ve tefsir şöyle devam ediyor:

“O zalimler kapıdan girer girmez dünya derdine düşerek Allah’ın emrini değiştirmeye ve bozmaya kalkıştılar. Bunun üzerine biz de sözü değiştiren zalimlerin başlarına yukarıdan korkunç ve iğrenç bir azap indiriverdik. Çünkü fısk içinde yüzüp gidiyorlardı, günah işliyor ve çığırdan çıkıyorlardı.” (Elmalılı c.1, s. 304-305.)

Anlaşılacağı üzere İsrailoğullarının Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya ve Allah’ın emrine olan hürmetsizlikleri, Allah’ın dediğinin tersini yapmak suretiyle isyan etmeleri ayet ve hadislerle haber verilmektedir. Allah’ın emrine isyan edenlerin “Allah’ın evi” demek olan bir mescidde, hele ki Mescid-i Aksâ’da hak sahibi olamayacakları aşikârdır.

İsrailoğullarının isyan, fısk ve fücurlarının tarih boyunca tekrar ettiği, bu sebeple iki büyük sürgün cezası yedikleri ve bu hal üzere devam ederlerse güçlü kullar eliyle bir kere daha cezalandırılacakları, yine Kur’ân ayetleriyle sabittir ki (İsrâ: 4-8.) biz bunu önceki yazılarımızda gündem etmiştik.

Yahudilerin, azgınlıklarına en şedid haliyle devam ettiklerine yer gök şahittir. Dolayısıyla ayette haber verilen cezalarını bulmaları da yakındır. Ama elbette bunun tam zamanını ancak Allah bilir.

Konuyla ilgili bir hadis-i şerifi de burada hatırlayalım:

Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayetle Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Müslümanlarla Yahudiler harb etmedikçe kıyâmet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir. Sadece garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.” (Müslim, Fiten, 82)

Bu hadis-i şerifte Yahudilerin başına geleceği haber verilen akıbetin sebebi, tarih boyunca işleyegeldikleri ve günümüzde de devam ettirdikleri fitne, fesat, zulüm, isyan, barbarlık ve vahşet dolu fiilleri, daha doğrusu bütün bunları kendilerine bir hayat tarzı haline getirmiş olmalarıdır.

Nitekim Yahudilerin özellikle İslam’a ve Müslümanlara karşı sonsuz kin ve husumet besledikleri Kur’ân-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:

“(Ey Muhammed!) İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin kesinlikle Yahudiler ile Allah’a ortak koşanlar olduğunu görürsün…” (Mâide: 82.)

Diğer insanların, hususiyle de Müslümanların huzur ve güvenliği için teşkil ettikleri bu büyük tehdit ve tehlike sebebiyle; geçmişi, hali ve geleceği, yani bütün her şeyi bilen yüce Allah, Yahudileri lanetlemiştir. Onların bu lanet mührünü yemeyi nasıl da hak ettiklerinin her çağda yaşanan yeni yeni hadiselerle devamlı olarak ortaya çıkması başlı başına bir Kur’ân mucizesidir. Ayetle sabittir ki Allah hiç kimseye zulmetmez (Yunus: 44.); fert olsun, toplum olsun, herkesi kendi yaptıkları sebebiyle cezalandırır. Bu ceza da dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki yönlüdür.

Yahudilerin lanet ve gazaba uğradıklarına dair şu ayet-i kerime ibretliktir:

“Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’ın ve (mü’min) insanların güvencesine sığınmadıkça kendilerini zillet kaplamıştır. Onlar Allah’ın gazabına uğradılar ve miskinlik onları kapladı. Bunun sebebi onların Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor ve peygamberleri haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmekte ve (Allah’ın koyduğu) sınırları çiğnemekte oluşları idi.” (Âl-i İmran: 112.)

İşte bugün Kudüs’te ve Mescid-i Aksâ’da hak iddia eden Yahudiler böyle bir kavimdir. Ne onların ne de Hıristiyanların, -İslam’dan / tevhid akidesinden sapıp, soyundan geldikleri peygamberlere ihanet ettikleri için- bu mukaddes mekânlarda hakkı yoktur.

Bugün Kudüs ve Mescid-i Aksâ merkezli olarak bu bölgede yaşanan ihtilaflar; saldırılara maruz kalan Müslümanların haklı mücadelesiyle ortaya çıkan savaşlar, bize mukaddes bir emanet hükmündeki bu toprakların korunması için devamlı suretle cihad yapılması gerektiğine dair fiilî bir mesaj vermektedir.

Son olarak şu hususa bir kere daha dikkat çekelim:

Mescid-i Aksâ, Kudüs ve çevresindeki karışıklıklar bahane edilerek, çözüm adına, Yahudi ve Hıristiyanlığın İslam’la aynı kefeye konması ve Mescid-i Aksâ’nın “üç dinin merkezi” yahut “semavi dinlerin ortak mabedi” gibi bir statüye sokulmaya çalışılması yönünde büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bunun manası imanla şirki karıştırmak, öz be öz Müslüman toprağına -hiçbir hakları olmadığı halde- küfre düşenleri ve zalimleri ortak etmektir. Ahirette bunun hesabı asla verilemez.

Kaldı ki “üç din” denerek (haşa) İslam’la eşitlenmeye kalkışılan Yahudilik ve Hıristiyanlık, tahrif edilmiş sapkın yollar oldukları; barış, huzur, sükûn, adalet namına insanlığa sunabilecek makul bir dünya görüşleri olmadığı için; onların Kudüs ve Mescid-i Aksâ üzerinde söz ve hak sahibi kılınmaları asla çözüm getirmeyecek, tam tersi şimdi olduğu gibi zulüm çarkının dönüp gitmesi demek olacaktır.

Bütün bu sebeplerle Kudüs, Mescid-i Aksâ, Gazze ve Filistin meseleleri İslami ölçüler bir tarafa bırakılarak, Yahudi ve Hıristiyanlar bu mukaddes topraklara ortak edilerek değil; ancak ve ancak İslam kimliği kuşanılarak çözülür.

Mescid-i Aksâ zaman zaman bahsi geçen muharref din mensuplarının saldırılarıyla işgale uğrasa da, mutlaka kurtarılacak ve kıyamete kadar Müslümanların mülkü olarak kalacaktır. Tıpkı haçlılar tarafından işgal edilip S. Eyyubi tarafından kurtarıldığı gibi.

Yukarıda aktardığımız hadis-i şerifte Yahudilerin ağır bir mağlubiyete maruz kalacaklarının haber verilmesi de netice itibariyle Mescid-i Aksâ’nın tekrar fethedileceği anlamına gelmektedir.

Evet, Kudüs ve Mescid-i Aksâ İslam toprağıdır ve kıyamete kadar da böyle kalacaktır.

QOSHE - MESCİD-İ AKSÂ VE YAHUDİLER - Ali Değermenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

MESCİD-İ AKSÂ VE YAHUDİLER

2 5
12.12.2023

Bugün Ortadoğu’daki bütün huzursuzlukların temelinde Yahudilerin Kudüs ve Mescid-i Aksâ eksenindeki mesnetsiz iddiaları ve buna bağlı olarak gündem ettikleri haksız taleplerini güç kullanarak karşılamaya kalkışmaları yatmaktadır.

Acaba Kudüs’ün ve Mescid-i Aksâ’nın Yahudiler açısından önemi nedir? Onların bu mukaddes topraklar üzerindeki iddialarının meşru bir zemini var mıdır? Bu sorunun cevaplanması önemlidir.

Elbette ki herkes her şeyi iddia edebilir. İsrail, yani Yahudiler de kendi açılarından birtakım iddialarda bulunabilirler. Ama her iddia haklı olmak durumunda değildir. Haklılık, meşru ve hukuki bir zemine oturmaya bağlıdır.

Bu konuyla ilgili bütün yazılarımızda bıkıp usanmadan belirttiğimiz gibi Kudüs ve civarı, hak olan İslam’ın tevhid itikadına sahne olmuş mukaddes bir mekândır. Bu bölgede yaşayan yüce peygamberlerin hepsi aynı davayı, tevhid davasını tebliğ etmişlerdir.

Dolayısıyla bu mekân hak ve hakikatin yaşatıldığı mukaddes bir mekândır; batılın, küfrün ve şirkin mekânı değildir. Bu mukaddes topraklarda İngiliz ve Yahudilerin entrikalarıyla İsrail adlı bir devletin kurulmuş olması bu hakikati değiştiremez.

Önceden de belirttiğimiz gibi Yahudilerin Hz. Davud (a.s.), Hz. Süleyman (a.s.) gibi peygamberlerle nesep yönünden bağlarının olması, onların yolunda olduklarını göstermez. Hak ölçü Allah’ın koyduğu ölçüdür. Bu ölçüye göre asıl olan itikadî aidiyettir. Yani istikamet üzere, tevhid üzere, İslam üzere olmaktır. Geçmiş yazılarımızda Hz. Nuh’un (a.s.) oğlunun durumunu misal vererek bunu Kur’ân’dan delillendirmiştik.

O halde Yahudilerin ne geçmişe dayalı olarak ve ne de İsrail devleti kurulduktan sonra, Kudüs ve Mescid-i Aksâ’da hak iddia edebilecekleri bir meşruiyet zemini yoktur. Çünkü onlar hak yol İslam’dan sapmak suretiyle, sulbünden geldikleri atalarına muhalefet etmiş, karşı çıkmış, onların davalarına ters düşmüşlerdir. Bugün Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) hayatta olsalardı, hiç şüphesiz ki küfür ve şirkte en aşağı derekeye yuvarlanmış bu zalimleri dergâhlarından kovarlardı.

Yahudiler, bölgede hak iddia edecek meşru bir gerekçeye sahip olmadıkları gibi, tam tersi tarih boyunca bu coğrafyadaki karışıklıkların, fitne ve fesadın faili olmuşlardır.

Onların Mescid-i Aksâ’ya sadece günümüzde değil, geçmişte de saygı göstermedikleri şu hadis-i şeriften anlaşılmaktadır:

Ebu Hureyre (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“İsrailoğullarına “(Beyti’l Makdis) kapısından secde ederek (saygı ile) giriniz ve ‘Hıtta / Hata (ettik ya Rabbi, affet bizi)!’ deyiniz.” denildi. Ancak onlar bunu değiştirdiler ve kalçaları üzerinde emekleyerek girdiler. “Hıtta” yerine “hınta” dediler.” (Buhari, Tefsir, 5 /4479.)

Hadis-i şerifte bahsi geçen hadise, Bakara Suresi 58 ve 59. Ayetlerde mealen şöyle anlatılmaktadır:

“Hani bir zamanlar ‘Şu şehre girin de onun nimetlerinden dilediğiniz şekilde bol bol yiyin ve kapıdan secde ederek girin ve ‘hıtta’ (bizi bağışla!) deyin ki, size, hatalarınızı mağfiret ediverelim, iyilik yapanlara nimetlerimizi daha da arttıracağız’ dedik.

Bunun üzerine o zulme devam edenler sözü değiştirdiler, onu kendilerine söylenildiğinden başka bir şekle soktular. Biz de kötülük yaptıkları için o zalimlere murdar bir azap........

© İstiklal


Get it on Google Play