Bir evvelki yazımızda dinlerarası diyalog hezeyanının sebep olduğu “ortak mâbed” fitnesine dikkat çekerek, böyle bir telakkinin İslam’ın tevhid akidesini bozacağını, Müslümanları şirke sürükleyeceğini, bunun ilk kıblemiz olan Mescid-i Aksâ için asla düşünülemeyeceğini anlatmıştık.

Bu yazımızda “etrafı mübarek kılınmış”, tevhidin merkezi konumundaki bu mescidin statüsünün, Allah’ın koyduğu hukuka bağlı olarak şekillendiği gerçeği üzerinde duracağız.

Bu hususu geçen haftaki yazımızın bir paragrafında şöyle ifade etmiştik:

“Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelen bütün peygamberlerin tebliğiyle ortaya konan “tevhid davası” (İslam) daha ziyade Kudüs ve çevresinde, yani Ortadoğu’da yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda, “insanı kurtuluşa erdiren, ona dünya ve ahiret mutluluğu bahşeden ilahi kurallar bütünü” olarak tek din İslam’dır. Bunun dışındaki yol ve anlayışlara din denmesi adlandırma mecburiyetinden olup mecazi manadadır. Bugün bu manada “din” olarak anılan Yahudilik ve Hıristiyanlık, kendilerine verilen kitapları tahrif etmeleri suretiyle hak din olan İslam’dan sapmalar şeklinde ortaya çıkmıştır.

Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği şöyle anlatır:

“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i İmran: 19.)

İşaret edilen Âl-i İmran: 19. ayet-i kerimenin verdiği mesaj, yani Allah katında dinin İslam olduğu gerçeği iyi tetkik edilirse, Kudüs ve çevresinde Mescid-i Aksâ merkezli devam eden ihtilaf, kargaşa, tartışma ve savaşların mahiyeti de kavranmış olur.

Bu mana çerçevesinde Mescid-i Aksâ’nın öteden beri gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan statüsü üzerine bazı mütalaalarda bulunalım.

I- “MÂBED” VE “MESCİD” KAVRAMLARI VE MESCİD-İ AKSÂ

Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için “mâbed” ve “mescid” kelimeleri arasındaki farka işaret edelim. Zira her ikisi de Arapça kökenli ve İslam menşeyli olmakla birlikte, zaman içindeki kullanımları itibariyle bu kelimelerden biri umumi, diğeri ise hususi mana kazanmıştır.

“Arapça ‘ibâdet’ masdarından türetilen ve ‘ibadet edilen yer, ibadethâne, ibadete mahsus bina’ anlamına gelen ma‘bed kelimesi, bir dine bağlı olanların belli zamanlarda toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekânı ifade etmektedir.”[1]

Mescid, Arapça’da ‘eğilmek, tevazu ile alnı yere koymak’ mânasına gelen sücûd kökünden ‘secde edilen yer’ anlamında bir mekân ismidir.”[2]

Mescid, camiyle eş anlamlı olarak kullanılır. Mescidler tevhidi, yani İslam’ı temsil ederler, Allah’a has kılınırlar.

“Mâbed” hak- batıl ayırt etmeksizin bütün dinler için kullanılan genel bir kavram olduğu halde “mescid”, Allah’ı noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olarak tanıyan insanların (müminlerin), Allah’ın bildirdiği ve Rasulünün tarif ettiği şekilde Allah’a ibadet ettikleri mekânların adıdır. İslam’ın bu ibadet mekânları, mâbed diye anılmaz, mescid diye anılır. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksâ gibi…

Mâbed ve mescid kelimeleri arasındaki bu fark ve Mescid-i Aksâ’nın adının “mâbed” değil “mescid” olması, zaten bu mekânın statüsünün ne olduğunu tespit etmektedir.

Evet, mescidler Allah’a nispet edilir ve “Allah’ın evi” diye tanımlanır. Bütün mescidler “Beytullah / Allah’ın evi” olan Kâbe’nin (Mescid-i Haram’ın) birer şubesi kabul edilir. Mescidler bu hususiyetleriyle hâlis tevhidi temsil ederler. Cin Suresi 18. ayette tam da buna vurgu yapılmaktadır:

“Şüphesiz mescidler, Allah’ındır. O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.”

Temsil ettikleri bu nükte sebebiyle mescidlerde tevhide aykırı hiçbir ifadeye, eşya veya işarete müsaade edilmez. Dolayısıyla İslam dışındaki inanç ve telakkilerin tapındıkları nesnelere, cisimlere, resimlere, şirk ve küfür ifade eden diğer sembollere de asla müsaade edilmez.

Bunun en bariz örneği Mescid-i Haram’daki yani Kâbe’deki put ve şirk sembollerinin Hz. Peygamberin (s.a.v.) talimatlıyla temizlenmesidir. Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu hususta gösterdiği hassasiyet Siyer kitaplarında uzun uzun anlatılır. Esasen biz de bu konuyu bu köşede “Dinlerarası Diyalogcuların Put Koruyuculuğu” adlı yazımızda işlemiş ve şu satırlara yer vermiştik:

“Muteber kaynaklar Kâbe’nin bütün put ve suretlerden temizlendiğine dair hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar açık ve net deliller ortaya koyarlar.

Kâbe’de fetihten evvel üç yüz atmış kadar put vardı. Bunların en büyüğü Hubel adı verilen put idi. Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke fethedilince bunların hepsini yıktırdı. Suret şeklinde olanları da tamamen sildirdi. Kaynaklarda geçtiğine göre, en büyük put dediğimiz Hubel’in yıkılması için Hz. Ali (r.a.) görevlendirildi. Fakat yüksekte olduğu için Hz. Ali ona yetişemedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ey Ali! Omuzlarıma çık!” dedi. Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor:

“Hz. Peygamberin omuzlarına çıktım. Sonra beni yukarıya doğru kaldırdı. O anda istesem göğe ulaşabilirim diye düşündüm. Bakırdan yapılmış olan bu en büyük put idi. Bana “Onu yerinden sök!” dedi. Ben putu yerinden sökmek için uğraşırken Resulüllah (s.a.v.) “İyi, iyi!” diyerek beni teşvik ediyordu. Nihayet putu yerinden söktüm. Bana “Onu parçala!” dedi. Ben de putu kırıp parçaladım, sonra aşağıya indim.” [3]

En muteber kaynaklardan en sahih bilgileri bir araya toplayan, bu yönüyle herkesin takdirini kazanmış Asım Köksal’ın İslam Tarihi adlı eserinde konuyla ilgili bölüm şöyledir: [4]

“Kapıya doğru olan direkte Hz. Meryem’le kucağında İsa Aleyhisselamın sureti, öteki direklerde de, peygamberlerin, meleklerin ve oklarla fal çeken ihtiyar bir adam şeklinde İbrahim Aleyhisselamın sureti, bir koç veya bir koç başı ile ağaçlar çizilmiş bulunuyordu.

… Peygamberimiz Aleyhisselam, Kâbe anahtarcısı Osman b. Talha’dan anahtarı eline alıp Kâbe’yi açtı.

… İbrahim Aleyhisselamın, İsmail Aleyhisselamın eliyle fal çeker bir şekilde tasvir edilmiş olduğunu görünce “Allah bunları yapanları kahretsin! Büyüğümüzü fal oku çeker bir halde tasvir etmişler! İbrahim’in hal ve şanında fal oklan çekmek yoktur! Vallahi, o puta tapanlar da bilirlerdi ki, bu iki peygamber hiçbir zaman fal okları çekmemişlerdir!” buyurdu ve “İbrahim, ne bir Yahudi, ne de bir Hıristiyandı. Fakat o, Allah’ı bir tanıyan, dosdoğru bir Müslümandı. Müşriklerden de değildi!” (Âl-i İmran: 67) mealli ayeti okudu.

Kâbe’nin içindeki putları çıkarmasını ve suretleri gidermesini Hz. Ömer’e emretti.

Hz. Ömer, Kâbe’ye girip, silmedik suret, kırmadık heykel bırakmadı.

Ancak, İbrahim Aleyhisselamın suretine dokunmadı.

… Peygamberimiz (s.a.v.) Usame b. Zeyd, Bilal b. Rebah ve Osman b. Talha ile birlikte Kâbe’nin içine girdi.

Peygamberimiz içeri girince Hz. İbrahim’in çizilmiş suretinin silinmediğini gördü.

“Ey Ömer! Ben sana hiçbir suret bırakmayacaksın, hepsini silip yok edeceksin diye emir vermedim mi?” buyurdu.

Hz. Ömer “O İbrahim’in sureti idi” dedi.

Peygamberimiz “Sil onu da!” buyurdu.

Hz. Ömer Kâbe’de bezle silip yok etmedik suret bırakmadı.

Peygamberimizin (s.a.v.) Usame’ye bir kova su getirtip kalan suretleri kendisinin sildiği de rivayet edilir.

Bu ifadelerden, Kâbe’nin içinde gerek cisim / put şeklinde, gerekse çizim / resim şeklinde, tevhide aykırı hangi şirk sembolü var ise, hepsinin de imha edildiği anlaşılmaktadır. Böylece şu ayetin muradı, Kâbe’de tecelli etmiştir:

“De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Şüphesiz batıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81.)[5]

Mescidlerin tevhid ve ihlas üzere sırf Allah’a tahsis edilmiş mekânlar olduklarına Kâbe’nin bu durumu en güzel örnektir. Bu sebeple dünyanın neresinde olursa olsun, ister sıfırdan inşa edilsin, isterse kiliseden çevrilmiş olsun, bütün cami ve mescidler bu genel kaideye, tevhid ve ihlas kuralına uymaya mecburdur.

Mescidin mâbedden farkı ortaya çıkınca, Mescid-i Aksâ’nın “ortak mâbed” statüsünde olamayacağı da kendiliğinden anlaşılır.

Böyle bir yaklaşım tevhidle şirki karıştırmak olacağından hem mescidin mana ve mahiyetini ortadan kaldırır hem de İslam’ın tevhid akidesine ters düşerek dinin özünü ve mahiyetini bozacak bir arıza teşkil eder.

İşte Mescid-i Aksâ’nın statüsü derken bilinmesi ve hiç unutulmaması gereken en önemli gerçek budur.

II- MESCİD-İ AKSÂ’NIN GEÇMİŞİNE VURULAN “TEVHİD” DAMGASI

İlk insan aynı zamanda ilk peygamber olunca, medeniyet de İslam ve tevhidle başlamış demektir. O sebeple İslam ve tevhid, başka bir ifadeyle hak ve hakikat, “asıl”dır, “tez”dir. Küfür ise her ne kadar tevhidin karşısında kıyamete kadar devam edecekse de “arızi”dir; aslı esası olmayan bir “reaksiyon” mesabesindedir.

İlk insanı ve insan topluluğunu anadan üryan “mağara adamı” gösterip onların yaşadıkları zamana “yontma taş”, “cilalı taş” ve “tunç” devirleri gibi adlar uyduran cahillere itibar etmemek gerekir.

Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettiği, âlemdeki en büyük hakikat, Allah’ın birliği akidesidir, yani tevhiddir. Bunu dava eden ve müessese olarak beşeriyete hâkim kılan hak dinin genel adı İslam’dır. Kur’ân-ı Kerim’de geçmiş peygamberlerin tâbi oldukları dinin İslam olduğunu ve kendilerine Müslüman adını verdiklerini anlatan elli civarı ayet-i kerime mevcuttur. İslam aynı zamanda Hz. Muhammed’le (s.a.v.) gönderilen şeriatın özel adıdır. Dolayısıyla hakkın seyir çizgisinin en son halkasında Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin temsil ve tebliğ ettiği ilahi müessese, İslam’ın kemale ermiş halidir. (Bak: Maide: 3.)

Bu çerçevede bütün peygamberlerin İslam’ı tebliği, daha ziyade Ortadoğu bölgesinde, Kudüs ve civarında olmuştur.

Kur’ân’da adı geçen peygamberlerin önemli bir kısmı, tebliğini bu bölgede yapmış Benî İsrail’dendir. İsrailoğulları Hz. İbrahim’in (a.s.) oğullarından biri olan Hz. İshak’ın (a.s.) sulbünden gelmişlerdir. Bu soydan gelen peygamberlerden bazıları şunlardır:

Hz. İshak (a.s.), Hz. Yakub (a.s.), Hz. Yusuf (a.s.), Hz. Eyyub (a.s.), Hz. Musa (a.s.), Hz. Harun (a.s.), Hz. Davud (a.s.), Hz. Süleyman (a.s.), Hz. Zülkifl (a.s.) Hz. Yuşa (a.s.), Hz. Elyesa (a.s.), Hz. Zekeriyya (a.s.), Hz. Yahya (a.s.), Hz. Yunus (a.s.), Hz. İsa (a.s.)...

İsrailoğulları’ndan bu kadar peygamber gelmesi, onların ilahi hakikatler karşısında kör ve sağır davranmaları, hak ve hakikate karşı tavır almaları sebebiyle olsa gerektir.

Nitekim İsrailoğulları, Cenâb-ı Hakkın kendilerine pek çok nimet vermesine rağmen (bu nimetler Kur’ân’da anlatılmıştır) tarihte görülmemiş bir nankörlük olarak Hz. Musa’ya (a.s.) inen Tevrat’ı, Hz. Davud’a (a.s.) inen Zebur’u, Hz. İsa’ya (a.s.) inen İncil’i tahrif etmiş ve tevhidi bozarak şirke bulaşmışlardır.

Onun için bir Yahudi’nin kalkıp “Bu peygamberler benim ecdadımdır, ben onların soyundanım” diye iftihar etmeye hakkı yoktur. Çünkü onlar bu peygamberlerin yolundan sapmışlar, onlara ihanet etmişlerdir.

Üstelik nesebe dayalı böyle bir aidiyet iddiası Allah indinde geçerli değildir. Allah indinde geçerli olan nesep bağı değil, akide bağıdır. Bu akide de “tevhid akidesi”dir.

Hz. Nuh’un (a.s.) oğlu Kenan’ın durumu bu konuda bize en güzel delildir. Kenan, babasının uzun müddet devam ettiği tevhid tebliğini kabul etmemiş, ona tâbi olmamış, tam tersine müşrik ve kâfirlerle beraber hareket etmiştir. Bu sebeple de gemiye binmeyerek tufanda boğulanlardan olmuştur. Bu sahne Kur’ân’da şöyle anlatılır:

“Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna ‘Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi. Oğlu ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım’ dedi. (Nuh) ‘Bugün Allah’ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah’tan başka koruyacak kimse yoktur’ dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu.” (Hud: 42 - 43)

Hâlbuki Allahü Teâlâ Hz. Nuh’a (a.s.) ailesini kurtaracağını vadetmişti. (Enbiya: 76, Saffat: 75-77.)

Buna binaen Hz. Nuh (a.s.), Rabbine şöyle seslendi:

“Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin elbette haktır. Sen hâkimlerin en âdilisin.” (Hud: 45.)

Allahü Teâlâ şöyle buyurdu:

“Ey Nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı iyi olmayan bir iştir. Sakın hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden isteme! Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” (Hud: 46)

İşte Kur’ân-ı Kerim’de haber verilen bu hadise bizler için bir ölçüdür. Cenâb-ı Hak, aidiyet meselesinde akide bağını, yani tevhidi esas almıştır. “Ancak müminler kardeştir” (Hucurât: 10) mealindeki ayet de bunu teyit etmektedir.

Onun için bir kere daha tekrar edelim ki, Yahudi ve Hıristiyanlar Hz. Musa (a.s.) ve Hz. İsa’ya (a.s.) aidiyet / bağlılık iddia edemezler.

Kudüs’ün ve Mescid-i Aksâ’nın geçmişinde yaşanan hayat, İslam ve tevhid merkezlidir. Bugünkü Yahudilerin materyalist, ırkçı, kendilerini dünyanın efendisi, diğer insanları insan olmayan insanımsı yaratıklar, köleler gibi görmeleriyle hiçbir ilgisi yoktur.

İsrailoğullarına gönderilen bütün peygamberler bizdendir, davaları İslam’dır, akideleri tevhiddir. Biz de o peygamberlerin hepsine inanırız. Her yatsı namazından sonra okuduğumuz ve “Amenerrasulü” dediğimiz ayetlerden Bakara: 285’de mealen şöyle demiş oluruz:

“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler: ‘Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz’…” (Bakara: 285.)

Ama burada önemli olan nokta şudur:

Hz. Peygamberin (s.a.v.) gelişinden sonra itaat ve teslimiyet, ona ve onunla gönderilen Kur’ân’adır.

Netice olarak Kudüs ve Mescid-i Aksâ’nın geçmişi İslam ve tevhid kimliğiyle bütünleşmiştir.

Yahudilik ve Hıristiyanlık, müesses birer din özelliği taşımamaktadır. Hak din İslam’dan ve hak akide tevhidden sapmalar şeklinde ortaya çıkan muharref yollardır. Bu sebeple din tanımına uygun bir mahiyetleri yoktur.

Tam da burada şunu da hatırlatalım ki, dinlerarası diyalogcuların iddia ettikleri gibi “üç semavi din”, “ilahi dinler”, “üç büyük din”, “İbrahimî dinler” gibi vasıflandırmaların da aslı esası yoktur. Bu yaklaşımlar Kur’ân’ın mesajıyla açıkça çelişmektedir, reddedilmelidir.

Buradan tekrar Kudüs ve Mescid-i Aksâ meselesine dönecek olursak, bu mübarek mekân Hz. Peygamber’den (s.a.v.) önce olduğu gibi Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sonra da tevhidi temsil etmeye devam etmiştir. Müslümanların ilk kıblesi ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en büyük mucizelerinden biri olan “Miraç” hadisesinde kürre-yi arzı temsil eden bir istasyon olmuştur.

Hz. Ömer (r.a.) zamanında fethedilmiş ve ebediyen Müslüman yurdu olarak tescil edilmiştir.

Daha sonra haçlıların işgaline maruz kalmış, Selahattin Eyyubi gibi iman ve şecaat timsali bir komutan tarafından tekrar kurtarılmıştır.

Daha sonra Kâbe-yi Muazzama’nın bir kardeşi misali, İslam birliğini temin etmek gaye ve maksadıyla, medar-ı iftiharımız Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı sınırlarına dâhil edilmiştir. Ecdadımız Osmanlı, bu yüce mekâna çok büyük ihtimamla hizmet etmiş, Mescid-i Haram’a gösterilen hürmetin bir benzerini göstermiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de bu mukaddes mekânın ve çevresinin mübarek kılındığını haber vermiştir. (Bkz. İsrâ: 1.)

Bu milletin idaresinden çıkma tarihi olan 1917’den sonra Kudüs ve Mescid-i Aksâ, İngilizlerin ve batılı devletlerin entrikalarıyla İsrail’e vatan yapılmış ve neticede bugüne kadar varan ve hâlihazırda devam eden savaşa sebebiyet veren ihtilaflar başlamıştır.

Şu anki manzara her ne olursa olsun, bütün dünyaya ilan ederek diyoruz ki, Kudüs ve Mescid-i Aksâ geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, gelecekte de İslam toprağıdır. Behemehâl bu esaretten kurtarılacaktır. İlahi vaadler ve nebevi haberler bu istikamettedir. Bu zafer, ümmete yüklenmiş mukaddes bir vazifedir. Ve bu vazife -gönülden de olsa- sadece kavlî dualarla gerçekleşmez; fiilî mücadeleyi, mübarek ve mukaddes bir cihadı gerektirir.

Gelecek yazımızda Mescid-i Aksâ’nın siyasi ve hukuki yönden de Müslümanlara ait olduğu gerçeği üzerinde duracağız.

[1] TDV İslâm Ansiklopedisi, “Mâbed”

[2] TDV İslâm Ansiklopedisi “Cami”

[3] Hakim en - Nisaburi, Müstedrek, Ale’s Sahihayn, II, 367; İbn Cevzî Tezkiretü’l Havass, 34.

[4] Asım Köksal c: 8, s: 283 285.

[5] Dinlerarası Diyalogcuların Put Koruyuculuğu, Yazıya şuradan ulaşılabilir:

https://www.istiklal.com.tr/kose-yazisi/dinlerarasi-diyalogcularin-put-koruyuculugu/664062

QOSHE - MESCİD-İ AKSÂ’NIN STATÜSÜNÜ İSLÂM BELİRLER - Ali Değermenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

MESCİD-İ AKSÂ’NIN STATÜSÜNÜ İSLÂM BELİRLER

2 17
08.11.2023

Bir evvelki yazımızda dinlerarası diyalog hezeyanının sebep olduğu “ortak mâbed” fitnesine dikkat çekerek, böyle bir telakkinin İslam’ın tevhid akidesini bozacağını, Müslümanları şirke sürükleyeceğini, bunun ilk kıblemiz olan Mescid-i Aksâ için asla düşünülemeyeceğini anlatmıştık.

Bu yazımızda “etrafı mübarek kılınmış”, tevhidin merkezi konumundaki bu mescidin statüsünün, Allah’ın koyduğu hukuka bağlı olarak şekillendiği gerçeği üzerinde duracağız.

Bu hususu geçen haftaki yazımızın bir paragrafında şöyle ifade etmiştik:

“Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar gelen bütün peygamberlerin tebliğiyle ortaya konan “tevhid davası” (İslam) daha ziyade Kudüs ve çevresinde, yani Ortadoğu’da yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda, “insanı kurtuluşa erdiren, ona dünya ve ahiret mutluluğu bahşeden ilahi kurallar bütünü” olarak tek din İslam’dır. Bunun dışındaki yol ve anlayışlara din denmesi adlandırma mecburiyetinden olup mecazi manadadır. Bugün bu manada “din” olarak anılan Yahudilik ve Hıristiyanlık, kendilerine verilen kitapları tahrif etmeleri suretiyle hak din olan İslam’dan sapmalar şeklinde ortaya çıkmıştır.

Kur’ân-ı Kerim bu gerçeği şöyle anlatır:

“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i İmran: 19.)

İşaret edilen Âl-i İmran: 19. ayet-i kerimenin verdiği mesaj, yani Allah katında dinin İslam olduğu gerçeği iyi tetkik edilirse, Kudüs ve çevresinde Mescid-i Aksâ merkezli devam eden ihtilaf, kargaşa, tartışma ve savaşların mahiyeti de kavranmış olur.

Bu mana çerçevesinde Mescid-i Aksâ’nın öteden beri gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan statüsü üzerine bazı mütalaalarda bulunalım.

I- “MÂBED” VE “MESCİD” KAVRAMLARI VE MESCİD-İ AKSÂ

Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için “mâbed” ve “mescid” kelimeleri arasındaki farka işaret edelim. Zira her ikisi de Arapça kökenli ve İslam menşeyli olmakla birlikte, zaman içindeki kullanımları itibariyle bu kelimelerden biri umumi, diğeri ise hususi mana kazanmıştır.

“Arapça ‘ibâdet’ masdarından türetilen ve ‘ibadet edilen yer, ibadethâne, ibadete mahsus bina’ anlamına gelen ma‘bed kelimesi, bir dine bağlı olanların belli zamanlarda toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekânı ifade etmektedir.”[1]

Mescid, Arapça’da ‘eğilmek, tevazu ile alnı yere koymak’ mânasına gelen sücûd kökünden ‘secde edilen yer’ anlamında bir mekân ismidir.”[2]

Mescid, camiyle eş anlamlı olarak kullanılır. Mescidler tevhidi, yani İslam’ı temsil ederler, Allah’a has kılınırlar.

“Mâbed” hak- batıl ayırt etmeksizin bütün dinler için kullanılan genel bir kavram olduğu halde “mescid”, Allah’ı noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf olarak tanıyan insanların (müminlerin), Allah’ın bildirdiği ve Rasulünün tarif ettiği şekilde Allah’a ibadet ettikleri mekânların adıdır. İslam’ın bu ibadet mekânları, mâbed diye anılmaz, mescid diye anılır. Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksâ gibi…

Mâbed ve mescid kelimeleri arasındaki bu fark ve Mescid-i Aksâ’nın adının “mâbed” değil “mescid” olması, zaten bu mekânın statüsünün ne olduğunu tespit etmektedir.

Evet, mescidler Allah’a nispet edilir ve “Allah’ın evi” diye tanımlanır. Bütün mescidler “Beytullah / Allah’ın evi” olan Kâbe’nin (Mescid-i Haram’ın) birer şubesi kabul edilir. Mescidler bu hususiyetleriyle hâlis tevhidi temsil ederler. Cin Suresi 18. ayette tam da buna vurgu yapılmaktadır:

“Şüphesiz mescidler, Allah’ındır. O hâlde, Allah ile birlikte hiç kimseye kulluk etmeyin.”

Temsil ettikleri bu nükte sebebiyle mescidlerde tevhide aykırı hiçbir ifadeye, eşya veya işarete müsaade edilmez. Dolayısıyla İslam dışındaki inanç ve telakkilerin tapındıkları nesnelere, cisimlere, resimlere, şirk ve küfür ifade eden diğer sembollere de asla müsaade edilmez.

Bunun en bariz örneği Mescid-i Haram’daki yani Kâbe’deki put ve şirk sembollerinin Hz. Peygamberin (s.a.v.) talimatlıyla temizlenmesidir. Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu hususta gösterdiği hassasiyet Siyer kitaplarında uzun uzun anlatılır. Esasen biz de bu konuyu bu köşede “Dinlerarası Diyalogcuların Put Koruyuculuğu” adlı yazımızda işlemiş ve şu satırlara yer vermiştik:

“Muteber kaynaklar Kâbe’nin bütün put ve suretlerden temizlendiğine dair hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar açık ve net deliller ortaya koyarlar.

Kâbe’de fetihten evvel üç yüz atmış kadar put vardı. Bunların en büyüğü Hubel adı verilen put idi. Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke fethedilince bunların hepsini yıktırdı. Suret şeklinde olanları da tamamen sildirdi. Kaynaklarda geçtiğine göre, en büyük put dediğimiz Hubel’in yıkılması için Hz. Ali (r.a.) görevlendirildi. Fakat yüksekte olduğu için Hz. Ali ona yetişemedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) “Ey Ali! Omuzlarıma çık!” dedi. Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor:

“Hz. Peygamberin omuzlarına çıktım. Sonra beni yukarıya doğru kaldırdı. O anda istesem göğe ulaşabilirim diye düşündüm. Bakırdan yapılmış olan bu en büyük put idi. Bana “Onu yerinden sök!” dedi. Ben putu yerinden sökmek için uğraşırken Resulüllah (s.a.v.) “İyi, iyi!” diyerek beni teşvik ediyordu. Nihayet putu yerinden söktüm. Bana “Onu parçala!” dedi. Ben de putu kırıp parçaladım, sonra aşağıya indim.”........

© İstiklal


Get it on Google Play