Son haftalardaki yazılarımızı Hamas - İsrail çatışmasıyla başlayan Gazze olaylarına ayırdığımız okuyucularımızın malumudur. Başladığı günden bu yana iki aydan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen bu olaylar, şiddeti sebebiyle bütün dünyada gündemin birinci sırasındaki yerini korumaktadır.

Söz konusu çatışma (daha doğrusu İsrail’in Gazze katliamı) hâlihazırda coğrafi olarak çok küçük bir sahada yaşanıyor olsa da, her an büyüme istidadı göstererek bölgesel bir savaşa, hatta üçüncü dünya savaşına dönüşebilecek bir mahiyet arz etmektedir.

İsrail’in tarihte bir benzeri görülmemiş bu katliamı karşısında dünyada fiilen bariz bir şekilde iki cephe oluşmuştur:

- İsrail ve onu destekleyenler

- Hamas - Filistin ve bunları destekleyenler

Evet, dünya böyle bir cepheleşmeye ister istemez sürüklenmiştir.

I- İSRAİL VE ONU DESTEKLEYENLER

Birinci cephenin, yani İsrail ve onu destekleyenlerin kimler olduğu apaçık ortadadır. Keza söz konusu desteğin mahiyet ve niceliği de ortadadır.

- ABD ve Müttefiklerinin Gazze Katliamına Desteği

ABD gibi “süper güç” olarak kabul edilen bir ülke, ne hazindir ki devlet yönetimi bazında Siyonizm’e hizmeti varlık sebebi olarak görmekte; siyasi, ekonomik ve askerî bütün imkânlarını İsrail’in emrine verebilmektedir.

Çatışmanın ilk günlerinde ABD Başkanı Joe Biden, İsrail’e gelerek Cumhurbaşkanı Hertzog ve Başbakan Netanyahu ile görüşmüş, dünya kamuoyu önünde onları cesaretlendirmiş, yanlarında olduklarını söylemiştir. İlerleyen günlerde ise Savunma ve Dışişleri Bakanlarını da göndererek desteğini sürdürmüştür. Hatırlanacağı üzere Dışişleri Bakanı Blinken, İsrail’e yaptığı ziyaretinde Netenyahu ile düzenledikleri ortak basın toplantısında “Bugün sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak değil, bir Yahudi olarak da buradayım.” diyebilmiştir. Şu cümleler de aynı toplantıda yine ona aittir:

“İsrail'e net bir mesaj getirdim. Kendinizi savunabilecek kadar güçlü olabilirsiniz. Ancak ABD var oldukça hiçbir zaman bunu yapmak zorunda kalmayacaksınız, çünkü biz her zaman yanınızda olacağız.”[1]

Ardından ABD’nin teşvik ettiği batılı ülkelerin liderleri de birer birer gelerek her türlü imkân ve destekle yardım edeceklerine dair beyanatla bir nevi İsrail’e tekmil vermişlerdir.

İlerleyen günlerde ise ABD Başkanı savaş gemilerini Akdeniz’e göndermeye başlamış; İsrail’e silah, mühimmat, istihbarat, personel, külliyetli miktarda nakdî yardım vs. her türlü desteği vermiş ve kendi ifadesiyle İsrail’in yanında “kaya gibi” duracağını bütün dünyaya deklare etmekten çekinmemiştir.

ABD, BM’de ateşkesin görüşüldüğü toplantılarda da hep red oyu kullanmış, İsrail’den küçük bir farkla (!) Gazze halkının toplu değil de, sınırlı oranda (!) öldürülmesini tavsiye etmiştir. BM’nin yaptırım gücünü, yetkisini ve görevini taşıyan Güvenlik Konseyi, ABD’nin yönlendirmesiyle İsrail’in bu büyük zulmü karşısında seyirci kalmış, bir karar alamamış, netice itibariyle de katliamın devam etmesine yol vermiştir.

ABD bununla da kalmamış, Avrupa’daki stratejik müttefiki olan devletleri de teşvik etmek suretiyle İsrail’e küresel çapta verilen desteği alabildiğine genişletmiştir. İspanya hariç diğer bütün batılı devletler bizzat devlet başkanı veya diğer resmî temsilciler seviyesinde İsrail’e adeta biat etmişlerdir.

Bu vahim manzara karşısında vicdanlarından yükselen hak ve adalet çığlıklarına kayıtsız kalamayan devletler de az da olsa çıkmıştır. Bolivya gibi. Ki Bolivya, Güney Amerika ülkesi olmasına rağmen, hiçbir İslam ülkesinin yapmadığı, yapamadığı veya yapmak için gayret göstermediği şekilde İsrail’le bütün ilişkilerini kesebilmiştir.

- Gazze Katliamı Üzerinden Batı Kültür ve Değerlerinin de Mutlaka Sorgulanması Gerekir

İsrail’in Gazze katliamı, mahiyeti ve etki sahasının genişliği sebebiyle günümüz dünyasının büyük ölçüde benimsemiş olduğu batı kültürü ve değerlerinin sorgulanmasını zaruri kılmaktadır.

Günümüz dünyasına bir buçuk iki asırdan beri batı kültürü hâkimdir.

Batı kültürü dendiği zaman akla “batının batısı” demek olan ABD ve diğer Avrupa ülkeleri gelir. Hıristiyan olan bu ülkelerin İslam dünyasına bakışında “haçlı zihniyeti”, dünyaya bakışında ise “sömürgecilik” zihniyeti hâkimdir.

Batı kültürünün dünya kültürü haline gelmesiyle Hıristiyanlığın teslis inancı, buna tepki olarak gelişen materyalist dünya görüşü ve bunun neticesi fiilen ortaya çıkan ahlaki yozlaşma ve kültürel dejenerasyon da dünyaya yayılmıştır.

Batının temsil ettiği güç, hem siyasi hem ekonomik hem askerî hem sosyal ve hem de stratejiktir. Dolayısıyla batının, devletler bazında İsrail’in yanında toplu halde yer almasıyla, bütün dünyada fiilen büyük bir “şer ittifakı” ortaya çıkmıştır.

Ortadoğu’daki bu çatışmalarda aktif bir vaziyet almamış Rusya ve Çin merkezli bir bloktan daha bahsedilebilir. Ama bu blok her ne kadar Gazze’deki insanlık katliamına karşı olduğunu söylese de, fiilen hiçbir güç, tavır veya irade ortaya koymamaktadır.

İsrail’in küçük bir kara parçası olan Gazze’ye attığı bombalar, uzmanların açıklamasına göre iki atom bombası büyüklüğünü geçmiştir.

Basın ve sosyal medyanın gücüyle dünyanın küçük bir köy haline geldiği bir ortamda, bütün bu olup bitenler vicdanları yaralayarak, yürekleri yakarak izlenmektedir. Müspet olan tek şey, devletleri yönetenlerden bağımsız ve hatta onlara muhalif olarak, dünya kamuoyunda her geçen gün artan tepkilerdir. Ki bu tepkiler, “ikinci cephe” dediğimiz ve aşağıda bahsedeceğimiz Hamas ve Filistinli kardeşlerimizi destekleyen en büyük güçtür. Ve bu destek Hamas’ın davasında haklı olduğuna da en büyük fiilî ispattır.

İsrail’in imza attığı ve batı tarafından desteklenen bu vahşet; batının “medeniyetin merkezi”, “insan haklarının beşiği” vs. olduğu yönündeki yaldızlı lafların da ne kadar kof olduğunu göstermiştir. Bu propagandaların hiçbirinin aslı esası yoktur ve hiç olmamıştır.

Evet, ne Fransız ihtilaliyle gelen hak ve hürriyet teraneleri, ne “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” denen edebiyat, ne de 2. Dünya Savaşından sonra şekillenen “Birleşmiş Milletlerin söylemleri”, insaniyet namına asla samimi değildir.

Hatta BM nezdindeki bütün faaliyetler, İsrail’i korumak, palazlandırmak ve onun “arz-ı mev’ud” hedefine hizmet etmek için gerçekleştirildiği izlenimi de vermektedir.

II - HAMAS - FİLİSTİN VE BUNLARI DESTEKLEYENLER

Şimdi bir de bu çatışmada ikinci cephe olan Gazze - Filistin cephesini destekleyenlere bakalım:

Görünüşte iki milyarlık nüfusa sahip, halkı Müslüman olan altmışa yakın devlet, Kudüs’ün, Mescid-i Aksâ’nın ve Filistin’in yanında olması gerekirken, adeta bir ölü uykusuna yatmış bulunmaktadır.

Hâlbuki dünyanın en büyük yer altı ve yerüstü zenginliklerine bu ülkeler sahiptir ve batılı devletler bu kaynaklar yönüyle İslam dünyasına muhtaçtırlar. Bu büyük zulmü durdurmaktan birinci derecede sorumlu olan İslam dünyasının, ellerinde böyle güçlü bir koz olmasına rağmen, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi bu zulme ilgisiz davranması veya tepkisiz kalması asla izahı olmayan bir haldir.

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de, Müslümanlara -sadece kendi din kardeşlerini değil- bütün mazlumları koruma vazifesi verdiği ve bu manada namaz, oruç, hac ve zekâttan sonra beşinci olarak cihadı emrettiği halde, İslam ümmetinin bu umursamazlığını inanç, amel, ahlak ve hatta vicdan olarak izah etmek mümkün değildir.

İslam dünyasının bu derin uykusunun, yarı ölü vaziyetinin sebeplerini ilerleyen yazılarımızda tahlil etmeye çalışacağız. Ama burada şu gerçeği içimiz yanarak vurgulamadan geçemeyeceğiz:

Diyelim ki Gazzelilere fiilî cihadla yardım etme imkânı olmadığı, ekonomik ve askerî şartların bu açıdan yetersiz olduğu düşünülmüştür; peki batı ülkelerine ihraç edilen petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarını geçici de olsa keserek, yani ambargo uygulayarak tepki vermek de mi yapılamayacak bir iştir? Bunu bile yapmıyor olmak tam bir zillettir.

Kaldı ki biz fiilî cihad imkânı olmadığı yönündeki görüşe de asla katılmıyoruz, çünkü İslam ülkeleri birlik beraberlik içinde oldukları takdirde hem nüfus ve onun oluşturacağı asker sayısı olarak hem de ellerinde bulundurdukları silahlar ve maddi güç cihetiyle Gazze’ye şartlar neyi gerektiriyorsa o şekilde sahip çıkabilirler. Bu hiç de zor değildir; ama ne yazık ki yapılmamaktadır.

Hâlbuki söz konusu bu tavır, İslam ülkelerinin tercihine bırakılmış da değildir. Lamı cimi olmayan bir vecibe, dinî bir mükellefiyettir.

Tarih boyunca Müslümanlar, pek çok savaşta asker sayısı ve maddi güç bakımından düşmanlarından az / eksik oldukları halde, Allah’ın lütfuna mazhar olmuşlar ve zafer kazanmışlardır. Bedir, Uhud, Hendek, Mute, Yermük bunun en canlı, heyecanlı örnekleridir. İslam dünyası bugün yine Allah’ın lütfuna, yardım ve inayetine güvenerek böyle bir irade ortaya koysaydı, İsrail Gazze’deki bu zulmü yapacak cesareti kendinde asla bulamazdı.

Ne yazık ki bu hususta İslam dünyasının lideri / abisi konumundaki Türkiye’de durum çok farklı değildir. Kınama, insani yardım, İsrail’in yargılanması için birtakım hukuki girişimler, Gazze’den hasta kabulü vs. gibi fiiller hariç, derde derman olacak teşebbüsler Türkiye’de de ortaya konamamıştır.

Türkiye içindeki Müslüman halk ise içi kan ağlar bir halde kahrını içine atmaktan başka bir şey yapamamaktadır. Yapmayı düşündüğü maddi yardımların Gazze’deki mazlumlara ulaşacağından bile emin değildir. Mitingler, kültürel faaliyetler, farkındalık etkinlikleri sadra şifa olamamakta, bu katliamı durduramamaktadır.

- Türkiye dışındaki İslam ülkelerine gelince:

Bu katliamı durdurmak için birçok gayret ortaya koyan Katar hariç, İslam ülkeleri diye anılan devletlerden ciddi manada hiçbir ses çıkmamaktadır. Arap Birliği ve diğer teşkilatlar Gazze katliamı gündemiyle bir araya geldikleri halde, fiiliyata yönelik kayda değer bir karar alamadan dağılmaktadırlar.

En fazla nüfusa sahip Müslüman ülke Endonezya’dan da, ondan sonra gelen Pakistan’dan da ümit verici bir tavır sâdır olmamıştır.

Suudi Arabistan sessizdir. İsrail’le savaş öncesinde girdiği “normalleşme” sürecinin girdabından hâlâ kurtulmuş değildir.

Halkının büyük kısmı Filistinli olan Ürdün ise toplumun heyecanını absorbe etmekle, bir nevi İsrail’in sınırlarını korumakla meşguldür. Gazze’ye ulaştırılamayacak bazı insani yardımlarla da zevahiri kurtarmaya çalışmaktadır.

Gazze’nin komşusu ve tek çıkış kapısı Refah’ın kendisine çıktığı Mısır da yine insani yardımlar ve hasta sevkiyatı için koridor olma dışında kayda değer hiçbir şey yapmamaktadır.

Irak ve Suriye zaten İsrail’in güvenliği açısından tehdit kabul edilip daha önceden Haçlı - Siyonist ittifakıyla işgal edilmek suretiyle darmadağın edilmiştir. Dolayısıyla onların da bu katliamı durdurmak için ortaya koyabilecekleri bir takatleri yoktur.

Burada çok önemli bir hususun altını önemle çizmek isteriz.

Ne hikmettir ki iç harp çıkarılarak ehl-i sünnet mensuplarının büyük çoğunlukta katledildiği veya mağlup edilip mülteci konumuna düşürüldüğü Irak ve Suriye’de, batılı güçlerin müdahalesinin arkasından, yönetim İran’a bırakılmıştır.

İran’ın Afganistan, Irak ve Suriye işgallerinde takındığı tavır, güttüğü siyaset, batıyla münasebetleri, Filistin olaylarına yaklaşımı, mesela kendi sevk ve idaresindeki Lübnan Hizbullahını nasıl yönlendirdiği gibi hususlar birçok şüphe ve şaibe taşımakta ve izah edilmeyi beklemektedir.

Burada geçmişte Fransız işgaline maruz kalıp milyonlarca şehit veren Cezayir’in, nispeten daha samimi bir tavır ortaya koymasından duyduğumuz memnuniyeti de ifade etmek isteriz.

Cezayir’in komşusu Tunus ve Fas’tan siyasi manada ciddi bir ses çıkmamış, hatta Tunus BM’deki ateşkes oylamasında çekimser oy kullanmıştır.

Türkiye’nin yakın müttefiki, “tek millet, iki devlet” diye anılan Azerbaycan da maalesef İsrail’e yönelik fiili manada bir tepki ortaya koymayarak Türk ve Müslümanları hayal kırıklığına uğratmıştır. Azerbaycan’ın savaş öncesinde İsrail’e yaptığı sevkiyatlar aksamadan devam etmektedir.

Kırk yıldır sürdürdüğü büyük cihad sonunda dünyanın iki süper gücünü mağlup ederek bağımsızlığını kazanan Afganistan, kendi yaralarını sarmakla meşguldür ve İslam ülkeleri onlarla birlikte hareket edebileceği bir duruş sergilemediği için fiilen olayların dışında kalmıştır.

Bölge ülkelerinden Lübnan yetersizliği, Sudan ise dış güçlerin müdahalesiyle bir ihtilal ve iç savaşa sürüklenmiş olması sebebiyle bir tepki ortaya koyabilecek durumda değildir.

Diğer İslam ülkelerinin hali de üç aşağı beş yukarı bu çerçevede mütalaa edilebilir.

O yüzden iş dönüp dolaşıp tekrar Türkiye’de, Türkiye’nin takınacağı tavırda, alacağı pozisyonda düğümlenmektedir.

Bütün Ortadoğu’yu etkileyecek bu savaş öncesinde Türkiye’nin güneyden PKK sorunu, batısından da Yunanistan’la olan ihtilaflarla sıkıştırılmaya çalışılması boşuna değildir.

Keza İsrail’e destek görüntüsü altında Akdeniz’e ve Basra Körfezine -nükleer silah taşıyan gemiler de dâhil- büyük çapta bir askerî gücün yığılması, sadece Gazze ve Filistin olaylarıyla izah edilemez. Resmin tamamına bakıldığında hedefin Türkiye olduğunu her aklıselim kolaylıkla tespit edebilir.

O halde Türkiye şunu iyi bilmeli ve hesabını buna göre yapmalıdır:

“Küfür tek bir millettir” prensibinin fiiliyata dönüştüğü bölgemizde Haçlı- Siyonist ittifakı er ya da geç Türkiye’ye de yönelecektir. Bu sebeple Türkiye’nin kendini, bölgesindeki İslam ülkelerini ve Türk devletlerini savunması Gazze’den başlar.

Gazze bizim sadece “insaniyet namına” gündem etmemiz, sesimizi yükseltmemiz gereken bir mesele değildir; bizim “beka meselemiz”dir. İsrail’in Gazze’yi ve devamında bütün Filistin’i işgal ve yok etmek istediği ortadadır. Akabinde arz-ı mev’ud hedefi doğrultusunda kuzeye yöneleceği de aynı şekilde aşikârdır ve zaten bunu çekinmeden deklare etmektedir.

Hal böyleyken Türkiye’nin “1967 öncesi sınırlar esas alınarak iki devletli çözüm teklifi” havada kalmaktadır. Buna diplomatik dilde destek veren bazı ülkeler çıksa da, İsrail evet demedikçe böyle bir anlaşma zemini mümkün görünmemektedir.

İslam dünyası yukarıda kabaca tasvir edildiği şekilde pejmürde bir halde iken, Türkiye kendi hesabını sağlam esaslara dayalı olarak kendi yapmalıdır. Bu, tarihin en büyük kırılma noktalarından biridir.

- Hamas - İsrail Çatışması, İman - Küfür Mücadelesidir

Esasen bu Hamas - İsrail çatışmasıyla başlayan Gazze olaylarıyla, dünyanın pek çok yerinde kapalı seyreden hak - batıl savaşı, mücessem ve müşahhas hale gelmiştir.

Şunu demek istiyoruz:

Bütün savaşlarda çatışan ve çarpışan aslında inançlar ve ideolojilerdir. Bu, ilmî bir hakikattir. Bunun en çok tebarüz ettiği yer de, iman - küfür mücadelesidir. İşte Gazze bugün tam da buna, iman - küfür mücadelesine sahne olmaktadır.

Bu çatışmada İsrail ve onu destekleyenlerin safları büyük ölçüde ortaya çıktığı halde, Hamas ve onu desteklemesi gereken “hak” cihetin, yani İslam dünyasının safları henüz netleşmemiştir.

“İslam ülkeleri”, “İslam dünyası” gibi tabirler havsalada büyük bir blok imajı uyandırıyorsa da, ne yazık ki bu blok henüz rüştünü ispatlamış değildir. Ama kaderin bir tecellisi olarak, karşısında tek blok halinde duran şer güçlere bakarak, İslam dünyası da ortaya bir güç koymaya mecburdur. Evet, İslam dünyası kader-i ilahinin kendisine biçtiği bu role bigâne kalıp işin dışında duramaz. “Ya ol ya öl” prensibi gereği tercihini yapmak zorundadır. “Ölmek - toptan yok olmak” ihtimali vakıa olarak mümkün olmadığına göre de “olmaktan” yani “kaderin ve tarihin kendine biçtiği rolü üstlenmekten” başka çaresi yoktur.

Peki, bu “oluş” nasıl gerçekleşecektir?

Gereken İslam kimliği nasıl kuşanılacaktır?

Biz, önümüzdeki birkaç yazımızı bu konuya ayırarak Kudüs, Mescid-i Aksâ ve Filistin ekseninde dünyada yaşanan hak - batıl mücadelesinin günümüzdeki seyrini ve tahminen nasıl gelişeceğini tahlil etmeye çalışacağız.

Böylece bu güne kadar olduğu gibi muhtemelen bundan sonra da gündemden hiç düşmeyecek, dünyanın bu en köklü, en büyük sorununa ilmî bir bakış açısı getirmiş olacağız. Hem istikameti şaşmış, davasının farkında olmayan Müslüman kardeşlerimizin ayıkması, hakkı bulup orada saf tutması için, hem de bâtılın menfur yüzünün bütün açıklığıyla tanınması için böyle bir çalışmanın şart olduğunu düşünüyoruz.

Bu manada işlenmesi gereken ve gelecek yazılarımıza konu olacak bazı meseleleri sıralayalım:

III- GAZZE OLAYLARI VESİLESİYLE MÜSLÜMANLARIN CEVAP BULMAYA MECBUR OLDUĞU SORULAR

1- İslam ümmetinin içinde bulunduğu derin gaflet uykusu, nebevi ifadesiyle “vehn” hastalığı nedir?

2- Bu uykudan nasıl uyanılır, bu hastalıktan nasıl şifa bulunur, ölümü kerih görmekten kaynaklı şahsiyetsizlik ve korkaklık nasıl yenilir?

3- Sırat-ı müstakimde kalmak, bidat ve dalalet yollarına, batıla ve batılın zirvesi olan küfre alet olmamak, itikadi ihlallere düşmemek için bilinmesi ve yapılması gerekenler nelerdir?

4- Ferdî ve toplumsal şuurlanma için İslam coğrafyasında bir bütün olarak neler yapılmalıdır?

5- Batılı güçlerin dümen suyuna girerek toplumuna ters düşmüş idareci kesimin, bu gaflet ve dalaletten uzaklaşarak davasına ve milletine sahip çıkması nasıl mümkün olur?

6- Birlik ve beraberlik nasıl gerçekleşir, hangi hususlarda birlik beraberliğe ihtiyaç vardır, kardeşlik, sevgi ve saygı topluma nasıl hâkim kılınabilir?

7- “Görünen ve görünmeyen düşmanlara karşı güç hazırlama”yı emreden Kur’ân hükmü nasıl anlaşılmalı ve hayata geçirilmelidir?

8- Pek çok ayetle sabit olduğu halde, cihadı saptıran yahut sadece kültürel cihada ya da nefisle yapılan mücahedeye indirgeyen tahrifatçılar neye hizmet etmektedirler? Gerçek manada cihad nasıl anlaşılmalıdır?

9- Müslümanlara Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek hasletleri yeniden nasıl kazandırılabilir?

10- Bütün bu sayılan hususlarda netice alabilmek için, işin kalbî boyutu, yani “niyet ve ihlasın önemi” hakkında neler söylenebilir? Bu ulvî davada samimi olmanın esas ve düsturları nelerdir?

Evet, bütün bu meseleler tahlil edildiğinde ortaya çıkacaktır ki Kudüs, Mescid-i Aksâ, Gazze - Filistin meselesi gelip geçici, bölgesel bir ihtilaf değildir; bilakis bugün için hak - batıl mücadelesinin tam da merkez noktasıdır. Dahası bu büyük sorunun yıllar, hatta belki de asırlar sürebilecek bir mücadele seyrine sahne olacağı da tahmin edilmektedir.

Bu şartlar altında gerçek bir Müslümanın takip etmesi gereken yol haritası, yukarıdaki konular işlendikten sonra aşağı yukarı netleşmiş olacaktır. Böylece sıra, kaderin bize yüklediği, tarihin ve insanlığın bizden beklediği büyük vazifeyi ifa etmek adına AYAĞA KALKMAYA gelecektir.

[1] https://www.trthaber.com/haber/dunya/blinken-bir-yahudi-olarak-da-buradayim-802985.html

QOSHE - KUDÜS, MESCİD-İ AKSÂ VE GAZZE OLAYLARI ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME - Ali Değermenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

KUDÜS, MESCİD-İ AKSÂ VE GAZZE OLAYLARI ÜZERİNE GENEL BİR DEĞERLENDİRME

4 19
21.12.2023

Son haftalardaki yazılarımızı Hamas - İsrail çatışmasıyla başlayan Gazze olaylarına ayırdığımız okuyucularımızın malumudur. Başladığı günden bu yana iki aydan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen bu olaylar, şiddeti sebebiyle bütün dünyada gündemin birinci sırasındaki yerini korumaktadır.

Söz konusu çatışma (daha doğrusu İsrail’in Gazze katliamı) hâlihazırda coğrafi olarak çok küçük bir sahada yaşanıyor olsa da, her an büyüme istidadı göstererek bölgesel bir savaşa, hatta üçüncü dünya savaşına dönüşebilecek bir mahiyet arz etmektedir.

İsrail’in tarihte bir benzeri görülmemiş bu katliamı karşısında dünyada fiilen bariz bir şekilde iki cephe oluşmuştur:

- İsrail ve onu destekleyenler

- Hamas - Filistin ve bunları destekleyenler

Evet, dünya böyle bir cepheleşmeye ister istemez sürüklenmiştir.

I- İSRAİL VE ONU DESTEKLEYENLER

Birinci cephenin, yani İsrail ve onu destekleyenlerin kimler olduğu apaçık ortadadır. Keza söz konusu desteğin mahiyet ve niceliği de ortadadır.

- ABD ve Müttefiklerinin Gazze Katliamına Desteği

ABD gibi “süper güç” olarak kabul edilen bir ülke, ne hazindir ki devlet yönetimi bazında Siyonizm’e hizmeti varlık sebebi olarak görmekte; siyasi, ekonomik ve askerî bütün imkânlarını İsrail’in emrine verebilmektedir.

Çatışmanın ilk günlerinde ABD Başkanı Joe Biden, İsrail’e gelerek Cumhurbaşkanı Hertzog ve Başbakan Netanyahu ile görüşmüş, dünya kamuoyu önünde onları cesaretlendirmiş, yanlarında olduklarını söylemiştir. İlerleyen günlerde ise Savunma ve Dışişleri Bakanlarını da göndererek desteğini sürdürmüştür. Hatırlanacağı üzere Dışişleri Bakanı Blinken, İsrail’e yaptığı ziyaretinde Netenyahu ile düzenledikleri ortak basın toplantısında “Bugün sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak değil, bir Yahudi olarak da buradayım.” diyebilmiştir. Şu cümleler de aynı toplantıda yine ona aittir:

“İsrail'e net bir mesaj getirdim. Kendinizi savunabilecek kadar güçlü olabilirsiniz. Ancak ABD var oldukça hiçbir zaman bunu yapmak zorunda kalmayacaksınız, çünkü biz her zaman yanınızda olacağız.”[1]

Ardından ABD’nin teşvik ettiği batılı ülkelerin liderleri de birer birer gelerek her türlü imkân ve destekle yardım edeceklerine dair beyanatla bir nevi İsrail’e tekmil vermişlerdir.

İlerleyen günlerde ise ABD Başkanı savaş gemilerini Akdeniz’e göndermeye başlamış; İsrail’e silah, mühimmat, istihbarat, personel, külliyetli miktarda nakdî yardım vs. her türlü desteği vermiş ve kendi ifadesiyle İsrail’in yanında “kaya gibi” duracağını bütün dünyaya deklare etmekten çekinmemiştir.

ABD, BM’de ateşkesin görüşüldüğü toplantılarda da hep red oyu kullanmış, İsrail’den küçük bir farkla (!) Gazze halkının toplu değil de, sınırlı oranda (!) öldürülmesini tavsiye etmiştir. BM’nin yaptırım gücünü, yetkisini ve görevini taşıyan Güvenlik Konseyi, ABD’nin yönlendirmesiyle İsrail’in bu büyük zulmü karşısında seyirci kalmış, bir karar alamamış, netice itibariyle de katliamın devam etmesine yol vermiştir.

ABD bununla da kalmamış, Avrupa’daki stratejik müttefiki olan devletleri de teşvik etmek suretiyle İsrail’e küresel çapta verilen desteği alabildiğine genişletmiştir. İspanya hariç diğer bütün batılı devletler bizzat devlet başkanı veya diğer resmî temsilciler seviyesinde İsrail’e adeta biat etmişlerdir.

Bu vahim manzara karşısında vicdanlarından yükselen hak ve adalet çığlıklarına kayıtsız kalamayan devletler de az da olsa çıkmıştır. Bolivya gibi. Ki Bolivya, Güney Amerika ülkesi olmasına rağmen, hiçbir İslam ülkesinin yapmadığı, yapamadığı veya yapmak için gayret göstermediği şekilde İsrail’le bütün ilişkilerini kesebilmiştir.

- Gazze Katliamı Üzerinden Batı Kültür ve Değerlerinin de Mutlaka Sorgulanması Gerekir

İsrail’in Gazze katliamı, mahiyeti ve etki sahasının genişliği sebebiyle günümüz dünyasının büyük ölçüde benimsemiş olduğu batı kültürü ve değerlerinin sorgulanmasını zaruri kılmaktadır.

Günümüz dünyasına bir buçuk iki asırdan beri batı kültürü hâkimdir.

Batı kültürü dendiği zaman akla “batının batısı” demek olan ABD ve diğer Avrupa ülkeleri gelir. Hıristiyan olan bu ülkelerin İslam dünyasına bakışında “haçlı zihniyeti”, dünyaya bakışında ise “sömürgecilik” zihniyeti hâkimdir.

Batı kültürünün dünya kültürü haline gelmesiyle Hıristiyanlığın teslis inancı, buna tepki olarak gelişen materyalist dünya görüşü ve bunun neticesi fiilen ortaya çıkan ahlaki yozlaşma ve kültürel dejenerasyon da dünyaya yayılmıştır.

Batının temsil ettiği güç, hem siyasi hem ekonomik hem askerî hem sosyal ve hem de stratejiktir. Dolayısıyla batının, devletler bazında İsrail’in yanında toplu halde yer almasıyla, bütün dünyada fiilen büyük bir “şer ittifakı” ortaya çıkmıştır.

Ortadoğu’daki bu çatışmalarda aktif bir vaziyet almamış Rusya ve Çin merkezli bir bloktan daha bahsedilebilir. Ama bu blok her ne kadar Gazze’deki insanlık katliamına karşı olduğunu söylese de, fiilen hiçbir güç, tavır veya irade ortaya koymamaktadır.

İsrail’in küçük bir kara parçası olan Gazze’ye attığı bombalar, uzmanların açıklamasına göre iki atom bombası büyüklüğünü geçmiştir.

Basın ve sosyal medyanın gücüyle dünyanın küçük bir köy haline geldiği bir ortamda, bütün bu olup bitenler vicdanları yaralayarak, yürekleri yakarak izlenmektedir. Müspet olan tek şey, devletleri yönetenlerden bağımsız ve hatta onlara muhalif olarak, dünya kamuoyunda her geçen gün artan tepkilerdir. Ki bu tepkiler, “ikinci cephe” dediğimiz ve aşağıda bahsedeceğimiz Hamas ve Filistinli kardeşlerimizi destekleyen en büyük güçtür. Ve bu destek Hamas’ın davasında haklı olduğuna da en büyük fiilî ispattır.

İsrail’in imza attığı ve batı tarafından desteklenen bu vahşet; batının “medeniyetin merkezi”, “insan haklarının beşiği” vs. olduğu yönündeki yaldızlı lafların da ne kadar kof olduğunu göstermiştir. Bu propagandaların hiçbirinin aslı esası yoktur ve hiç olmamıştır.

Evet, ne Fransız ihtilaliyle gelen hak ve hürriyet teraneleri, ne “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” denen edebiyat, ne de 2. Dünya Savaşından sonra şekillenen “Birleşmiş Milletlerin söylemleri”, insaniyet namına asla samimi değildir.

Hatta BM nezdindeki bütün faaliyetler, İsrail’i korumak, palazlandırmak ve onun........

© İstiklal


Get it on Google Play