“Cihad kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır.” (Ebu Davud, Cihad 33)

Bundan evvelki iki yazımızda silahlı savaş manasındaki cihadın Kur’ân ve Sünnet’ten (hadislerden) delillerini zikretmiştik.

Bu yazımızda yine aynı konuyu tamamlayıcı mahiyette cihadın iki çeşidinden ve bu iki çeşit cihad arasındaki münasebetten bahsedeceğiz.

I- CİHADIN İKİ ÇEŞİDİ

Kur’ân ve Sünnet’te (hadislerde) iki çeşit cihaddan bahsedilir.

Bunlardan biri, son yazılarımızın yazılış sebebi olan “silahlı / fiilî savaş” anlamındaki cihaddır.

İkincisi de her mü’minin, en büyük düşmanı olan, ona şerri emreden kendi nefsiyle yapacağı cihaddır.

Bugün silahlı cihadı inkar edenlerin en çok kullandığı argüman, “gerçek cihadın nefis ve şeytanla yapılan cihad olduğu; cihadı emreden ayet ve hadislerin de bu şekilde anlaşılması gerektiği” şeklindedir. Hâlbuki bu yorum açık bir saptırmadır. Zira İslâm’da nefisle yapılan cihadla, zahirî düşmanla yapılan cihad, birbirine alternatif değil, birbirini bütünleyen iki mükellefiyettir.

Kur’ân ve Sünnet’te birçok delille sabittir ki insanın en büyük düşmanı, içinde taşıdığı nefsi ve onu saptırmaya çalışan şeytandır. Bunlara karşı verilen mücadele elbette ki bir “cihad”dır. Ama onu diğer fiilî cihaddan ayırmak için “mücahede” veya “cihad-ı ekber” tabirleri kullanılır. Ki bu tabirler hadis-i şeriflerde geçmektedir.

Nefis ve şeytana karşı yapılması zorunlu olan bu cihadda, mutlaka bilinmesi ve dikkate alınması gereken belli başlı hususlar vardır.

Mesela her şeyden önce nefis denen düşmanın ne olduğu ve nefsin olanca şiddetiyle kötülüğü emrettiği muhakkak suretle bilinmelidir.

Şu ayet-i kerime buna delildir:

“(Yusuf) ‘Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir’ dedi.” (Yusuf: 53)

Kur’ân ayetlerinde “nefsin ilahlaştırılmasına” da dikkat çekilmektedir. Evet, nefis terbiye edilmez de kendi haline bırakılırsa, Allah’a ortak koşulup tapılan bir ilaha dönüşür. Kur’ân’da buna “hevâ” denmektedir.

Şu ayet bunu anlatır:

“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın, (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23.)

Bir başka ayet-i kerimede hevâ ve hevesin ilah edinilmesi şöyle anlatılır:

“Gördün mü o hevâ ve hevesini ilah edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine (Habibim) sen mi bekçi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten (söz) dinlerler yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Onlar başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler, belki yolca daha sapıktırlar.” (Furkan: 43-44.)

Bu manada Gazâlî, kişinin Allah’a şirk koştuğu en büyük mabudunun hevâ-yı heves olduğunu söylemiştir. (İhyâ, c. 3, s. 172.)

Hevâ-yı hevesini ilah, nefsini mabud edinip âyet - emir dinlemeyen azgınların durumu, Kur’an-ı Kerim’de bir köpeğin haline benzetilmiştir:

“…O, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (A’râf: 176.)

Bütün bu deliller gösteriyor ki nefisle mücahede bir zarurettir, şarttır; herkese tek tek farzdır, yani farz-ı ayındır.

İstikamet bulmak için de şarttır, imanın korunması için de şarttır, İslâm’ı yaşamak için de şarttır, silahlı savaş anlamındaki cihadı yapmak için de yine olmazsa olmaz şarttır.

Şu ayet-i kerimeler nefisle cihadın bir mükellefiyet olduğuna açıkça delil teşkil etmektedir:

“Nefsini, (günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur! Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems: 9,10)

“Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından (hevâsından) alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun varacağı yerdir.” (Nâziat: 40, 41.)

Mücahede ile ilgili daha pek çok delil zikredilebilir. Biz, yazımızın hacmi çerçevesinde bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

II- NEFİSLE MÜCAHEDE İLE DÜŞMANLA SİLAHLI SAVAŞ ANLAMINDAKİ CİHAD ARASINDAKİ MÜNASEBET

Bu iki cihad arasındaki münasebeti şöylece hülasa edebiliriz:

- Günümüzde bazılarının iddia ettiği gibi bu iki cihad birbirinin alternatifi değildir. Yani biri diğerinin yerine ikame edilemez. Her iki cihadın da hem delilleri, hem sahaları farklıdır. Buna göre insan önce nefsini tanımalı, onun hilelerini bilmeli, o hilelere karşı tedbirli olmalı, ona nasıl mukabelede bulunacağını öğrenmelidir. Bu cihadın, yani mücahedenin zorluğu, düşmanın görünür olarak kişinin karşısına çıkmayışındadır. Tam tersi kişi çoğu zaman nefsinin ve şeytanın fitleme ve kışkırtmalarını kendi tabii istekleri gibi görür ve aldanır.

İşte İslâm’ın Akâid’den sonra en önemli sahası kabul edilen ve “Kalbî İlimler”, “Bâtınî İlimler”, “Tasavvuf”, “İkaz ve İrşad Yolu” gibi adlarla anılan yol, tarih boyunca nefis terbiyesinin hem ilmî disiplinini ortaya koymuş, hem kurumlar oluşturarak bu terbiyenin nasıl gerçekleşeceğini göstermiş ve hem de bunu tatbik ettirmiştir. Kitaplardan adını duyduğumuz yüzlerce mürşid ve evliyanın deruhte ettiği hizmetin büyüklüğünü nefsin tehlikesine dair yukarıdaki ayetlerden anlamak mümkündür. Son zamanlarda bazı kötü örneklerin veya işin ehli olmayanların ortaya koydukları, meselenin aslından uzak yaklaşımlar bu büyük gerçeği değiştiremez. Biz burada olması gerekeni, Kur’ân ve Sünnet ölçüleri dâhilindeki gerçekleri anlatıyoruz.

Mücahedenin nefis ve şeytana karşı yapılmasına mukabil, silahlı savaş anlamındaki cihad, “görünen düşman”la yapılır. Düşmanın görünür olması, kişideki gayret ve şecaat duygularını harekete geçireceğinden, şüphesiz ki bu cihad, nefisle yapılan cihaddan daha kolaydır. Nefisle yapılan cihad, daha zor ve çetindir.

- Nefisle mücahede kişinin büluğ çağına ermesiyle başlayan ve ölünceye kadar devam eden bir farz-ı ayındır. Bu görevi kimse bir başkası adına üstlenemez.

Silahlı savaş anlamındaki cihad ise şartları tahakkuk ettiğinde yerine getirilecek bir mükellefiyettir. Mesela düşman İslâm ülkesinin sınırlarına saldırdıysa ve hâlihazırda yeterli kuvvette bir İslâm ordusu varsa, tehlike onlarla def edilir. Bu durumda cihad farz-ı kifaye olur. Ama eğer düşman sınırlar içine girmiş, bütün İslâm topraklarını işgale kalkmış, Müslümanların can, mal, namus vs. bütün varlığı tehlikeye düşmüş ise; o zaman cihad, eli silah tutan kadın erkek, genç ihtiyar her Müslümana farz-ı ayın olur.[1]

- Nefisle mücahede beden ülkesinde yapılır. Hedefi, hakkı nefsî planda hâkim kılmaktır. Silahlı cihad ise arz üzerinde yapılır. Onun hedefi de “yerde de ilah, gökte de ilah olan” (Zuhruf: 84) Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılmaktır.

- Bu iki cihad arasındaki en temel münasebet şudur:

Nefisle mücahede olmadan, silahlı savaş veya fiili manada savaş olamaz. Zira fiilî cihada çıkacak kişi, nefsinin isyanını bastırmış, ölürse şehit kalırsa gazi olacağına inanmıştır. Bunu ancak nefsiyle mücahedeyi gerçekleştirmiş olanlar yapabilir.

Nefsini ihmal etmiş kimse ise zaten silahlı cihada yaklaşmaz. Bir şekilde kendini bu cihadın içinde bulursa da, kaçmanın yolunu arar. Bilindiği gibi bu, günah-ı kebâirden / büyük günahlardan sayılmıştır.

- Böyle bir kişinin fiilî cihadda bulunması halinde karşı karşıya kalacağı bir tehlike de şudur:

Cihad Allah için yapılır. Allah için olmayan bir vuruşma kişiyi mücahid değil, katil yapar.

Burada tam da Hz. Ali’yi (r.a.) hatırlamanın zamanıdır:

Bir gaza sırasında Hz. Ali, alt ettiği düşmanını öldürmek üzereyken adam Hz. Ali’nin yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hz. Ali adamı bırakır. Böyle bir karşılık beklemeyen adam şaşkınlıkla sebebini sorunca Hz. Ali şöyle cevap verir:

“Ben seni Allah için öldürecektim. Ama sen bana tükürünce işin içine nefsim karıştı. Seni nefsim için öldürürsem katil olurum. O yüzden bıraktım.”

Hayretler içinde kalan adam, Hz. Ali’deki bu hassasiyetin, onun dininden kaynaklandığını anlayarak Müslüman olur.

İşte kişiye, zahirî düşmanla savaşırken halis bir niyet taşıma meziyetini kazandıracak şey, öncelikle kendi nefsiyle yapacağı mücahededir.

- Bu durumda ortaya çıkmaktadır ki, nefisle mücahedeyle fiilî cihad bir bütündür. Yani mücahede olmadan filli cihad meşru ve muteber olamaz.

Bu bütünlüğü kuramayanlar ne mücahedeyi ne de fiilî cihadı anlamamışlar demektir.

Cihad, fiilî manada İslam’ın yeryüzünde hâkim olmasına çalışmak, “Fitneden eser kalmayıp, din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…” (Enfâl: 39.) mealindeki ayetin gösterdiği hedefe kilitlenmek, içte nefse, dışta zahirî düşmanlara karşı topyekûn bir mücadele halinde olmaktır.

Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk-ı İslamiye Kamusunda yetmiş küsur sayfa boyunca anlattığı cihad hakkında şöyle der:

“Cihad Allahü Teâlâ’nın dini yolunda vuku bulacak muharebelerde, gerek nefis ile, gerek mal ve lisan ile ve gerek sair vasıtalar ile çalışarak, elden gelen gayreti sarf etmektir…

Din-i İslam’da cihad bir farizadır. Bunun meşruiyeti Kitabullah ile, Sünnet-i Nebeviyye ile, ümmetin icmâı ile sabittir.” [2]

Bütün bu deliller gösteriyor ki, cihad aklî yorumlarla sağa sola çekilecek bir kavram değildir. Naklî delillerle sabit, kıyamete kadar devam edecek bir fariza ve mükellefiyettir.

[1] Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, Bilmen Yayınevi, c. 3, s. 359.

[2] A.g.e., c. 3, s. 354.

QOSHE - İKİ ÇEŞİT CİHAD MÜKELLEFİYETİ VE ARALARINDAKİ MÜNASEBET - Ali Değermenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İKİ ÇEŞİT CİHAD MÜKELLEFİYETİ VE ARALARINDAKİ MÜNASEBET

4 1
09.01.2024

“Cihad kıyâmete kadar devam edecek bir farzdır.” (Ebu Davud, Cihad 33)

Bundan evvelki iki yazımızda silahlı savaş manasındaki cihadın Kur’ân ve Sünnet’ten (hadislerden) delillerini zikretmiştik.

Bu yazımızda yine aynı konuyu tamamlayıcı mahiyette cihadın iki çeşidinden ve bu iki çeşit cihad arasındaki münasebetten bahsedeceğiz.

I- CİHADIN İKİ ÇEŞİDİ

Kur’ân ve Sünnet’te (hadislerde) iki çeşit cihaddan bahsedilir.

Bunlardan biri, son yazılarımızın yazılış sebebi olan “silahlı / fiilî savaş” anlamındaki cihaddır.

İkincisi de her mü’minin, en büyük düşmanı olan, ona şerri emreden kendi nefsiyle yapacağı cihaddır.

Bugün silahlı cihadı inkar edenlerin en çok kullandığı argüman, “gerçek cihadın nefis ve şeytanla yapılan cihad olduğu; cihadı emreden ayet ve hadislerin de bu şekilde anlaşılması gerektiği” şeklindedir. Hâlbuki bu yorum açık bir saptırmadır. Zira İslâm’da nefisle yapılan cihadla, zahirî düşmanla yapılan cihad, birbirine alternatif değil, birbirini bütünleyen iki mükellefiyettir.

Kur’ân ve Sünnet’te birçok delille sabittir ki insanın en büyük düşmanı, içinde taşıdığı nefsi ve onu saptırmaya çalışan şeytandır. Bunlara karşı verilen mücadele elbette ki bir “cihad”dır. Ama onu diğer fiilî cihaddan ayırmak için “mücahede” veya “cihad-ı ekber” tabirleri kullanılır. Ki bu tabirler hadis-i şeriflerde geçmektedir.

Nefis ve şeytana karşı yapılması zorunlu olan bu cihadda, mutlaka bilinmesi ve dikkate alınması gereken belli başlı hususlar vardır.

Mesela her şeyden önce nefis denen düşmanın ne olduğu ve nefsin olanca şiddetiyle kötülüğü emrettiği muhakkak suretle bilinmelidir.

Şu ayet-i kerime buna delildir:

“(Yusuf) ‘Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir’ dedi.” (Yusuf: 53)

Kur’ân ayetlerinde “nefsin ilahlaştırılmasına” da dikkat çekilmektedir. Evet, nefis terbiye edilmez de kendi haline bırakılırsa, Allah’a ortak koşulup tapılan bir ilaha dönüşür. Kur’ân’da buna “hevâ” denmektedir.

Şu ayet bunu anlatır:

“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın, (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23.)

Bir başka ayet-i kerimede hevâ ve hevesin ilah edinilmesi şöyle anlatılır:

“Gördün mü o hevâ ve hevesini ilah edinen kimseyi? Şimdi onun üzerine (Habibim) sen mi bekçi olacaksın? Yoksa onların çoğunu hakikaten (söz) dinlerler yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Onlar başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidirler, belki yolca daha sapıktırlar.” (Furkan: 43-44.)

Bu manada Gazâlî, kişinin Allah’a şirk koştuğu en büyük mabudunun hevâ-yı heves olduğunu söylemiştir. (İhyâ, c. 3, s. 172.)

Hevâ-yı hevesini ilah, nefsini mabud edinip âyet - emir dinlemeyen azgınların durumu, Kur’an-ı Kerim’de bir köpeğin haline benzetilmiştir:

“…O, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da........

© İstiklal


Get it on Google Play