“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

Seri yazılarımız dâhilinde geldiğimiz nokta itibariyle bu yazımızda silahlı/ fiilî cihadın meşruiyet sebebini ve emredilişinin hikmetini izaha çalışacağız.

I- CİHADIN MEŞRUİYETİNİN SEBEBİ

Cihadın meşruiyeti, “hakkı ve adaleti hâkim kılma, hak ihlallerini önleme, zalimlere karşı mazlumu, zulme karşı hak ve hukuku koruma” zaruretine dayanır. Şirke ve küfre karşı imanı ve tevhidi, zalime karşı mazlumu savunmak, cihadın en büyük meşruiyet sebebidir.

İman ve İslam, tam manasıyla ancak cihadla yaşanır. Müslümanın izzet ve şerefi, ancak cihadla korunur. Cihadsız bir din anlayışı, dünyada da âhirette de zillet, bedbahtlık ve perişanlıktır.

En büyük zulüm, en büyük fitne, Allah’a en büyük isyan; şirk ve küfürdür. Bunlar, insanların dünyada bâtılın ve cehâletin karanlığında kalmalarına, âhirette ise ebedî azap ve felakete düşmelerine sebeptir. Bu yüzden tevhid inancına yönelik küfür ve şirk saldırısı, insanların canlarına ve mallarına yapılan saldırıdan daha vahim ve onlarla mukayese edilemeyecek kadar da büyüktür.

Kur’an’da beyân edildiği üzere “şirk, en büyük zulümdür” (Lokman: 13)

Keza şu ayet-i kerimede şirk, “zulüm” anlamında kullanılmıştır:

“İman edip de imanlarını bir zulümle (şirkle) bulaştırmayanlara gelince, işte onlar var ya, kendileri için (ebedî azab korkusundan) emin olmak vardır ve onlar hidâyete erenlerdir.” (En’âm: 82)

Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) rivayet ettiğine göre bu ayet inince sahabiler çok üzülür ve Hz. Peygamber’e (s.a.v.) şöyle derler:

“Ey Allah’ın Rasûlü, bizden, kendisine zulmetmeyen kim var ki?”

Peygamberimiz (s.a.v.) onlara şu cevabı verir:

“Bu, Allah’a ortak koşmak manasınadır. Lokman’ın, oğluna nasihatte bulunurken, ‘Yavrum, hiçbir şeyi Allah’a ortak koşma. Şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak büyük bir zulümdür’ dediğini duymadınız mı?” [1]

Görüldüğü gibi bu hâdise, Kur’ân’ın doğru anlaşılmasında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) olmazsa olmaz rolüne işaret etmektedir. O’nun (s.a.v.) tefsir ve izahı olmadan Ashab-ı Kiram’ın bile Kur’ân’ı murad-ı ilahiye mutabık bir şekilde anlaması mümkün değilken; nerede kaldı ki bugün kendilerine “Kur’âncı” diyen ve Allah Rasulü’nün Sünnet ve hadislerine müracaat etmeksizin Kur’ân’ı anladığını iddia edenler buna muvaffak olabilsinler! Bu hiç mümkün müdür? Elbette ki değildir.

İşte, cihadın hedefi, ayet ve hadislerde haber verilen bu “şirk fitnesinden eser kalmayıncaya kadar” mücadele etmektir. (Bakara: 193, Enfâl: 39.)

Buna göre cihad, başta şirk ve küfür olmak üzere, cana, mala, namusa vb. tüm haklara yapılan ve yapılması muhtemel tecavüzleri ortadan kaldırmak için başvurulan, mecburi ve haklı bir mücadele yoludur. Bunun için de mü’minlere farz kılınmıştır.

Cihadın meşru kılınmasının sebebini Ömer Nasuhi Bilmen’in Fıkhıyye Kâmusu’ndan aktaracağız.

Bu eserden ilerleyen satırlarda da alıntı yapmaya devam edeceğimiz için, işin başında şu açıklamayı yapmayı zaruri görüyoruz:

Okuyucularımızdan bazıları belki bu eserde kullanılan dile yabancılık hissedecek ve bu sebeple de metni anlamakta güçlük çekecektir. Esasen bu durum da bizler için bir “yüzleşme”dir. Zira bu eser 1950’li yıllarda neşredilmiştir. Dili de, bizden hemen evvel dedelerimizin kullandığı dildir. Eğer daha dün diyebileceğimiz bir zamanda kullanılan dilimizi anlamıyor isek, bu noktada bunun sebeplerine dair bir nefis muhasebesi, bir durum değerlendirmesi yapmamız zaruridir diyelim ve bahsimize dönelim:

Adı verilen eserde, cihadın meşru kılınmasının sebebi şöyle izah edilir:

“Cihadın sebeb-i meşruiyetine gelince, bu da aleyhlerine cihad ilân edilecek kimselerin ehl-i İslam’a karşı harbî, yani muhârib bir düşman vaziyetinde bulunmalarıdır. Bu, Hanefîyye’ye göredir. İmam Şâfî’ye göre cihadın sebebi, hasmın hakikî bir dinden mahrum bulunmasıdır.” [2]

II- İSLÂM’DA CİHADIN EMREDİLİŞİNİN HİKMETİ

Cihad, küfür ve şirke karşı imanı; zulme, fitneye, baskıya karşı hakkı ve adaleti galip getirmek için başvurulan bir yoldur ve Allahü Teâlâ’nın da emridir. Bu meyanda cihadın hikmet ve faydalarını saymakla bitiremeyiz.

Fıkhıyye Kâmusu’ndan konuyla ilgili bir pasaj daha aktaralım:

“Cihadın meşruiyeti, birçok hikmetlere, maslahatlara müsteniddir. Ezcümle cihadın meşru bulunması, haksız tecavüzlerin men’ine, içtimaî hayatın selâmet ve saâdetine, beşerîyetin hilkatindeki gayenin tahakkukuna hizmet hikmetini mutazammındır (içerir). Şöyle ki:

Esasen harp, insanları öldürmekten, mamureleri yıkıp yakmaktan ibaret olduğu için İslâm nazarında bizâtihî güzel bir hareket değildir. Ve sulh ve salâh dairesinde yaşamak mümkün oldukça harp cihetine gidilmesi iltizam edilemez (lüzumlu görülemez). Bu cihetledir ki, usul-i fıkıhda “Cihad li-zâtihî hasen bir vecibe değildir, belki li-gayrihî hasendir” denilmiştir.

Fakat beşerîyet, birçok ihtirasların, bâtıl akidelerin zebunu bulunmaktadır. Mealiye meyyal (yükselmeye, yücelmeye meyilli) olması lâzım gelen nüfus-ı beşerîyye, bir nice muzlim (karanlık, belirsiz) fikirlerin, gayri meşru emellerin kurbanı olarak hak ve hakikatten mahrum kalıyor, kendileri için mümkün olan meâlîye irtikadan (yücelere yükselmekten) nazarlarını men ederek, derin bir dalâlet çukuruna düşmekten kurtulamıyor. İşte böyle ihtiraslara zebun, meâliye düşman, hak ve hakikatten bihaber, mezalime münhemik (zulümlere düşkün) olan birtakım gafil insanları uyandırmak, onların tecavüzlerini men etmek ve kendilerini ebedî saâdete eriştirmek içindir ki cihad, meşru bulunmuştur…

… Demek ki cihad, başka bir sûretle siyânet (koruması) ve müdafaası kabil olmayan mukaddes bir hakkı, âmmeye ait bir varlığı muhafaza ve himaye için meşru kılınmıştır. Yoksa haklara riâyet eden, sulh ve salâh dairesinde yaşamayı iltizam eyleyen, beşerîyetin hakikî hürriyet ve saâdetini ihlâle çalışmayan insanlara karşı muharebeye kıyam edilmesi, müslümanlığın kabul ve tavsiye ettiği bir esas değildir. Nitekim ‘Onlar sulha meylederlerse sen de ona meylet ve Allah’a itimat eyle. Çünkü her halde işiten, bilen ancak O’dur’ mealindeki âyet-i kerîme, bu hakikati pek güzel aydınlatmaktadır.

(…)Görülüyor ki, beşerîyetin bir vahdet ve uhuvvet (kardeşlik) dairesinde ve mesut bir halde yaşamasını istihdaf eden (hedefleyen) din-i İslâm, sulh ve salâhı esaslı bir umde olarak kabul etmiştir. Fakat İslâm, hayatına vuku bulan taarruzlara karşı müdafaada bulunulmasını da pek ulvî bir vazife olarak kabul etmektedir.” [3]

III- FİİLÎ CİHADIN VERDİĞİ CİHANŞÜMUL MESAJ

İslam, cihanşümûl bir dindir; insanlık için yegâne hak nizamdır. Cihanşümûl mesajını ise “tebliğ” ve “cihad” yoluyla verir. Zaten tebliğ, hakkı tavsiye, ikaz, irşad, davet gibi faaliyetler de kültürel manada cihad kapsamındadır.

Aynı zamanda bir ibadet olan ve Müslümanlara en kestirme yoldan cenneti kazandıran cihad, insanlığa hak, adalet ve nizam fikrini de aşılar, “Âlemde hakkın, İslam’ın sözü geçer / geçmelidir” mesajını verir.

Cihadın psikolojik manada bir mesajı da vardır. O da şudur:

İnsanoğlu ruhun kuvvetlerinden olan gadap / öfke duygusunu taşır. Bu kuvvet ya da duygunun, meşru yöne kanalize edilip tatmin edilmesi fıtrî bir ihtiyaçtır.

İşte cihad, müslümaların, fıtratlarında var olan bu gadap / öfke güçlerini, bu gücü zulümde, barbarlıkta kullanan kâfirlere karşı, hakka ve adalete hizmette, zulmü engellemede kullanmalarını temin eder. Böylece zalimlikle adaletin; barbarlıkla şecaat ve kahramanlığın arasındaki büyük fark ortaya çıkar. Bilinen bir gerçektir ki tüm insanlık zulmü engelleyen, mazlumu koruyan kahramanlara saygı duyar ve minnettar olur. Tarih bunun en büyük şahididir.

Bu hususta yine Fıkhiye Kâmusu’ndan bir bölüm aktaralım:

“…Şunu da ilâve edelim ki, din-i İslâm, cihanşümûl bir dindir, kendi müntesiplerinin tam bir istiklâl dairesinde yaşamalarını bir gaye bilir. Bu cihetle harbe müteallik bir kısım ahkâmı muhtevi bulunmuştur. Çünkü böyle bir gayeyi istihdaf eden ve beşerîyetin harp ve cidale meyyal olan halet-i ruhiyesini nazara alan yüksek bir din, harbe ait ahkâmı nazardan uzak bulunduramaz. Kendi müntesiplerini ind’el-icab (gerektiğinde) cihad ile, müdafaa-i nefs ile mükellef tutmayan bir din, onların mahkûmiyetine, başka milletlerin esareti altına düşmelerine meydan vermiş olur.

Binâenaleyh harp hakkında birtakım hükümlerin mevcut bulunması zarurîdir. Elverir ki bu hükümler, insanî ve ahlâkî birtakım kuyud ve şürut ile mukayyet (kayıt ve şartlara bağlı) olsun.

İşte İslâm hukukunun harbe müteallik olan hükümleri, bu matlûb kuyud ve şürutu tamamen câmidir (talep edilen, istenen kayıt ve şartları içermektedir)…” [4]

Bütün bu deliller ışığında anlaşılan şudur:

İslam’da cihad vardır ve kıyâmete kadar da devam edecektir.

Bir evvelki yazımızda izah edildiği gibi cihadı inkâr da, onu terörle bağdaştırma gayretleri de boşunadır.

Korkunun ecele faydası yoktur: Eninde sonunda hak ve adalet galip gelecektir.

Hadis-i şeriflerde beyân edildiği üzere İslam’ın birinci hâkimiyet dönemi yaşanmış, sonra günümüzde olduğu gibi bir fetret dönemi gelmiştir. Şimdi sıra İslam’ın ikinci hâkimiyet dönemindedir. O da yaşanacak, cihad sayesinde İslam bütün dünyaya hükümran olacaktır. Bugün müslümanların düştüğü zillet haline bakıp da ümitsiz olmamak gerekir.

Cihad en genel manada engelleri kaldırmaktır:

İmanın ve tevhidin önündeki küfür ve şirk engelini; hakkın önündeki bâtıl engelini; adalet, huzur ve sükûnun önündeki zulüm ve fesat engelini; barış, kardeşlik, birlik ve beraberliğin önündeki fitne engelini ortadan kaldırmaktır.

Cihad yıkmak, öldürmek, kırıp dökmek değil; yapmak, ihyâ etmek, düzeltmek, tamir etmektir.

Özellikle fiilî cihad, kişilerin barış ortamında ikna edilme imkânının kalmadığı, kalplerin ve akılların önünün kesildiği durumlarda mecburen başvurulan bir yoldur; insanı ve insanlığı ihyâ ve âlemi imar yolunu açmaktır. Bundan dolayı cihadla fetihler yapılır, işgallere son verilir. En büyük fetih ise gönülleri İslam’a açmaktır. Fetih ile işgalin farkını, cihadın mantığında ve gayesinde aramak lazımdır.

İslam’ın asaleti, müslümanın izzeti cihad ile korunur. Dünyaya, insanlığa barış ve huzur ancak cihad ile gelir.

Bugün dünyayı kasıp kavuran küfür, şirk ve zulümlerin, kan ve gözyaşının ve bu herc u mercin daha ziyâde İslam dünyasında yaşanmasının sebebi, müslümaların birliğinin olmaması ve de cihadın terk edilmesidir.

Gazze’de, bütün dünyanın gözü önünde yaşanan facia yürekleri yakmakta, kan dondurmaktadır. Savunmasız çocuklar, kadınlar, yaşlılar, hastalar, bombalanan binaların altında can vermekte, birçoklarına da ulaşılamamaktadır. Bu vahim manzara karşısında cihadın zaruret ve ehemmiyetini anlatan şu ayet-i kerime, sanki yeni nâzil olmuş gibi ne kadar da canlıdır:

“Hem size ne oluyor ki, Allah yolunda, çaresiz bırakılan erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda (O'nun rızâsı için) savaşmıyorsunuz?...” (Nisâ: 75)

Çare bellidir: Yiğit düştüğü yerden kalkacaktır.

Bu meyanda İslam dünyası iki kelimeye, bu kelimelerin ifade ettiği manaya âb-ı hayat derecesinde muhtaçtır. Bu iki kelime “Tevhid” ve “Cihad”dır.

Elbette bu durum, hakiki müslüman olmayı ve İslam’ı dava edinmeyi zorunlu kılmaktadır.

İslam’ı dava edinen gerçek müslüman bilmelidir ki, diliyle, eliyle, kalemiyle, âzâlarıyla, malıyla, mülküyle, ilmiyle, kalbiyle, topyekûn maddî ve manevî varlığı ile Allah’ın dini yücelsin diye çalışan herkes cihaddadır. Niyeti Allah rızâsı olup bu yolda mücadele ederken ölmek de, Allah yolunda ölmek demektir; yani şehitliktir.

İslam’ı dava edinen ve hayatını ona vakfeden bir müslümanın en çok dikkat etmesi gereken şey niyetidir. O, kendine her zaman şu soruyu sormalıdır:

“Ben bu işi, bu hizmeti niçin yapıyorum? Allah için mi, nefsim için mi, başkaları için mi, menfaatim için mi, dünyalık için mi?..”

Evet, her Müslüman, nefsinin hevâsından, şeytanın hile ve desisesinden sıyrılarak bu soruların cevabını aramalıdır. Eğer yaptığını sırf ve sadece Allah için yapıyorsa doğru yoldadır. Allah böylelerine mutlaka kurtuluşu bahşedecektir.

Şâyet başka şeyler adına yapıyorsa, boşuna kürek çekiyor demektir. Bütün yaptıkları boşa gittiği gibi, amel ve hizmetini Allah’tan başkasına tahsis ettiği için de ayrıca sorumlu tutulacaktır.

Toparlayacak olursak, cihadın meşru kılınması, hatta bir mükellefiyet olması, yeryüzünde hak ve adaletin tahakkuk etmesi, zulmün önlenerek barışın temin ve tesis edilmesi içindir. Dünya, ancak cihad sayesinde güven ve huzur içinde yaşanabilen bir yer olur. Cihadın olmadığı bir dünya; zulüm, kan ve gözyaşının olduğu bir dünya demektir. Bugün şahit olduğumuz gibi. Bu açıdan bakıldığında, cihadın farz kılınmasının Allah’ın rahmetinin tecellisi olduğu anlaşılır. Bu da hakiki müminler için Âlemlerin Rabbi olan Allah’a bir kere daha şükür vesilesidir.

[1] Buhari, Enbiya, 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/424.

[2] Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu, s: 356.

[3] Age, s: 356-357.

[4] Age, s: 357-358.

QOSHE - FİİLÎ CİHADIN MEŞRUİYETİNİN SEBEBİ VE EMREDİLİŞİNİN HİKMETİ - Ali Değermenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

FİİLÎ CİHADIN MEŞRUİYETİNİN SEBEBİ VE EMREDİLİŞİNİN HİKMETİ

3 1
24.01.2024

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

Seri yazılarımız dâhilinde geldiğimiz nokta itibariyle bu yazımızda silahlı/ fiilî cihadın meşruiyet sebebini ve emredilişinin hikmetini izaha çalışacağız.

I- CİHADIN MEŞRUİYETİNİN SEBEBİ

Cihadın meşruiyeti, “hakkı ve adaleti hâkim kılma, hak ihlallerini önleme, zalimlere karşı mazlumu, zulme karşı hak ve hukuku koruma” zaruretine dayanır. Şirke ve küfre karşı imanı ve tevhidi, zalime karşı mazlumu savunmak, cihadın en büyük meşruiyet sebebidir.

İman ve İslam, tam manasıyla ancak cihadla yaşanır. Müslümanın izzet ve şerefi, ancak cihadla korunur. Cihadsız bir din anlayışı, dünyada da âhirette de zillet, bedbahtlık ve perişanlıktır.

En büyük zulüm, en büyük fitne, Allah’a en büyük isyan; şirk ve küfürdür. Bunlar, insanların dünyada bâtılın ve cehâletin karanlığında kalmalarına, âhirette ise ebedî azap ve felakete düşmelerine sebeptir. Bu yüzden tevhid inancına yönelik küfür ve şirk saldırısı, insanların canlarına ve mallarına yapılan saldırıdan daha vahim ve onlarla mukayese edilemeyecek kadar da büyüktür.

Kur’an’da beyân edildiği üzere “şirk, en büyük zulümdür” (Lokman: 13)

Keza şu ayet-i kerimede şirk, “zulüm” anlamında kullanılmıştır:

“İman edip de imanlarını bir zulümle (şirkle) bulaştırmayanlara gelince, işte onlar var ya, kendileri için (ebedî azab korkusundan) emin olmak vardır ve onlar hidâyete erenlerdir.” (En’âm: 82)

Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) rivayet ettiğine göre bu ayet inince sahabiler çok üzülür ve Hz. Peygamber’e (s.a.v.) şöyle derler:

“Ey Allah’ın Rasûlü, bizden, kendisine zulmetmeyen kim var ki?”

Peygamberimiz (s.a.v.) onlara şu cevabı verir:

“Bu, Allah’a ortak koşmak manasınadır. Lokman’ın, oğluna nasihatte bulunurken, ‘Yavrum, hiçbir şeyi Allah’a ortak koşma. Şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak büyük bir zulümdür’ dediğini duymadınız mı?” [1]

Görüldüğü gibi bu hâdise, Kur’ân’ın doğru anlaşılmasında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) olmazsa olmaz rolüne işaret etmektedir. O’nun (s.a.v.) tefsir ve izahı olmadan Ashab-ı Kiram’ın bile Kur’ân’ı murad-ı ilahiye mutabık bir şekilde anlaması mümkün değilken; nerede kaldı ki bugün kendilerine “Kur’âncı” diyen ve Allah Rasulü’nün Sünnet ve hadislerine müracaat etmeksizin Kur’ân’ı anladığını iddia edenler buna muvaffak olabilsinler! Bu hiç mümkün müdür? Elbette ki değildir.

İşte, cihadın hedefi, ayet ve hadislerde haber verilen bu “şirk fitnesinden eser kalmayıncaya kadar” mücadele etmektir. (Bakara: 193, Enfâl: 39.)

Buna göre cihad, başta şirk ve küfür olmak üzere, cana, mala, namusa vb. tüm haklara yapılan ve yapılması muhtemel tecavüzleri ortadan kaldırmak için başvurulan, mecburi ve haklı bir mücadele yoludur. Bunun için de mü’minlere farz kılınmıştır.

Cihadın meşru kılınmasının sebebini Ömer Nasuhi Bilmen’in Fıkhıyye Kâmusu’ndan aktaracağız.

Bu eserden ilerleyen satırlarda da alıntı yapmaya devam edeceğimiz için, işin başında şu açıklamayı yapmayı zaruri görüyoruz:

Okuyucularımızdan bazıları belki bu eserde kullanılan dile yabancılık hissedecek ve bu sebeple de metni anlamakta güçlük çekecektir. Esasen bu durum da bizler için bir “yüzleşme”dir. Zira bu eser 1950’li yıllarda neşredilmiştir. Dili de, bizden hemen evvel dedelerimizin kullandığı dildir. Eğer daha dün diyebileceğimiz bir zamanda kullanılan dilimizi anlamıyor isek, bu noktada bunun sebeplerine dair bir nefis muhasebesi, bir durum değerlendirmesi yapmamız zaruridir diyelim ve bahsimize dönelim:

Adı verilen eserde, cihadın meşru kılınmasının sebebi şöyle izah edilir:

“Cihadın sebeb-i meşruiyetine gelince, bu da aleyhlerine cihad ilân edilecek kimselerin ehl-i İslam’a karşı harbî, yani muhârib bir düşman vaziyetinde bulunmalarıdır. Bu, Hanefîyye’ye göredir. İmam Şâfî’ye göre cihadın sebebi, hasmın hakikî bir dinden mahrum bulunmasıdır.” [2]

II- İSLÂM’DA CİHADIN EMREDİLİŞİNİN HİKMETİ

Cihad, küfür ve şirke karşı imanı; zulme, fitneye, baskıya karşı hakkı ve adaleti galip getirmek için başvurulan bir yoldur ve Allahü Teâlâ’nın da emridir. Bu meyanda cihadın hikmet ve faydalarını saymakla........

© İstiklal


Get it on Google Play