“Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı hakkıyla edâ eden, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imâr eder; işte hidayete erenlerden olmaları umulanlar da onlardır!” (Tevbe: 18.)

Bugünlerde Ortadoğu’da adına “savaş” denilen, ama savaş hukukundan fersah fersah uzak, insanlık tarihinin görüp göreceği en büyük, en acımasız katliamlardan biri yaşanıyor.

BM bu katliama büyük ekseriyetle karşı çıksa da, batı sahip olduğu “Haçlı” ruhuyla Siyonist zalimlerin yanında yer alıp onlara destek veriyor. İki milyarlık İslam dünyasından ise ciddi bir ses çıktığı yok henüz.

Hâlbuki böyle büyük bir zulmü durdurmanın tek bir yolu vardır; o da zalimin kolunu bükecek şekilde, “kuvvete kuvvetle cevap vermek”tir.

İslam dünyasının bu husustaki acizliği o kadar barizdir ki, halkı Müslüman olan elliye yakın devlet, sadece ellerindeki “petrol” kozunu kullansa bile kayda değer bir netice alabilecek durumda iken, İsrail ve destekçilerine ekonomik ambargo koyacak kadar olsun bir cesaret gösterememektedir. Böyle bir zillet herhalde tarihte nadir görülmüştür. Kınamaktan, tel’in etmekten, mitinglerde “Kahrolsun İsrail” sloganları atmaktan öte bir şey yapılamamakta, sınırlı miktardaki insani yardımlar bile Gazze’deki mazlum ve mağdurlara ulaştırılamamaktadır.

Geriye sadece gönülden gelen dualarla onlara manevi destek vermek kalmaktadır ki -fiiliyata dönüşememiş olsa da- bu kavlî dualar asla basite alınmamalı, hiç değilse “müminin manevi silahı” olan bu dualarla Filistinli kardeşlerimizin yanında olunmalıdır. Bununla beraber İslam dünyasından bu barbarlığa dur diyecek bir ses çıkmasını ümit etmekten, Allah’tan bunu da istemekten geri durmamalıyız.

Başta ABD olmak üzere birçok batılı devletin İsrail’e açık destek vererek bu zulmü desteklemeleri, bu ateşin bütün bölgeye yayılabileceği, hatta üçüncü dünya savaşına dönüşebileceği yönünde yorumlara sebep olmaktadır ki bu ihtimaller asla gözden ırak tutulmamalıdır. Şayet olaylar böyle seyrederse, Haçlı- Siyonist ittifakıyla İslam dünyasına çok yönlü bir saldırı olacağı ve tarihî misyonu, jeostratejik ve jeopolitik konumu itibariyle Türkiye’nin bu saldırıların tam ortasında yer alacağı da muhakkaktır.

Hazırlıklar buna göre yapılmalıdır.

Hamas - İsrail çatışmasının, 2001’de ABD’deki İkiz Kuleleri hedef alan saldırı benzeri bir senaryoyla planlandığına dair tahmin ve tespitler de göz ardı edilmemelidir.

Ortadoğu’da yaşanan bu olayların ve yapılan bütün hesapların merkezinde Kudüs ve Mescid-i Aksâ vardır.

İçinde farklı din ve medeniyet unsurlarının bulunması, bunun sebep olduğu ihtilaf ve tartışmalar, Kudüs’ü bu merkezî konuma yerleştirmektedir. Bu kritik konum Müslümanların, İslam’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’nın statüsünü çok iyi idrak etmelerini gerektirir. Bu statü Filistin’deki Müslümanlarca gayet iyi bilinmektedir. Zira her şehidin arkasından geride kalan yakınları “Mescid-i Aksâ’ya feda olsun!” diyebilmektedir.

Şahit olduğumuz bazı gelişme ve aldığımız birtakım duyumlar, bizi Mescid-i Aksâ’ya dair bu idrakin darbelenmek istendiği yönünde endişeye sevk etmektedir. Bu sebeple Mescid-i Aksâ’nın statüsüyle alakalı olarak bazı tehlikeli durumlara dikkat çekmek istiyoruz.

I- “ORTAK MABED” HEZEYANI ve DİNLERARASI DİYALOG

Hemen belirtelim, itikat ilkeleri, ibadet ve ahlak telakkileri birbirinden farklı olan dinlerin ortak bir mabedde birlikte temsil edilmesi imkânsızdır, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Ama ne yazık ki bu ortak mabed hezeyanı, özellikle Vatikan tarafından ortaya atılan dinlerarası diyalog fitnesinden sonra İslam mescidlerine musallat edilmiştir ve yakın bir gelecekte de Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’ya hâkim kılınmak istenmektedir.

Evet, son zamanlarda cami ve mescitlerimize musallat olmuş “ortak mabed” adlı batıl zihniyetin temelinde Hıristiyan Katolikliğin ortaya attığı dinlerarası diyalog projesi yatmaktadır.

1962 -65 yılları arasında toplanan II. Vatikan Konsilinde alınan dinlerarası diyalog ve hoşgörü eksenli kararlar doğrultusunda, bütün dünyada ve özellikle İslam topraklarında cami, kilise ve havraların bir araya getirilmesi ve hepsine eşit statü tanınması yönünde faaliyetlere girişilmiştir.

Mesela İslam dünyasında bunu ilk hayata geçirmeye çalışanlardan biri, “Sina Dağı’nın doruğuna bir sinagog, bir cami, bir de kilise yaptıracağım. Başarabilirsem, bu çok anlamlı bir barış kutlaması olacak” diyerek, “üç semavi din” aldatmacasını Müslümanlara yutturmaya çalışan, Nobel Barış Ödüllü (!) Enver Sedat olmuştur.

Bu tür faaliyetlerdeki fecaati anlamak adına dinlerarası diyaloga dair şu üç noktaya işaret edelim:

Bir: Dinlerarası diyalogda Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam eşit statüde görülerek hepsi de “hak din” vasfıyla tarif edilmek istenir.

Bu yaklaşım kökünden sakattır. Ne itikadi, ne ilmî gerçeklere ve ne de tarihî sürece uygun düşmemektedir. Hak vasfını taşıyan tek din vardır, o da İslam’dır. Kuran-ı Kerim’in, nazil olmasından bu zamana tek bir harfi bile değişmeden gelmiş olması bunu ispat için kâfidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık ise kutsal kitapları üzerinden tahrif edilmiş, şirke bulaşmıştır. Bu sebeple onlara bu halleriyle hak din demek asla mümkün değildir. Hıristiyanların Hz. İsa’yı, Yahudilerin de Hz. Uzeyr’i “Allah’ın oğlu” diye vasfederek şirke düştükleri Kuran’da haber verilmektedir. (Bak: Tevbe: 30…) Kitaplarının değiştirilip muharref hale getirildiği Yahudi ve Hıristiyanlarca da bilinip kabul edilmektedir.

Öte yandan dinlerarası diyalog projesinin sahibi olan Vatikan, kendi özel kaynaklarında “dinlerin eşitliğini” kabul etmemekte, kurtarıcı misyon adı altında dinlerarası diyalogu mesih misyonunu yaymanın bir aracı olarak görmektedir. Dolayısıyla dinlerarası diyalogda tam bir ikiyüzlülükle insanlığın aldatılması söz konusudur.

Hak din İslam, diğerleri muharref olunca, gayet tabidir ki bunların itikat telakkileri de asla birbirleriyle uyuşmayacaktır.

İslam tevhidi, vahyi ve Allah’ın birliğini esas alırken, muharref Yahudi ve Hıristiyanlık haham ve rahiplerin kendilerinde “dine şekil verme” yetkisi görmeleri sebebiyle haktan sapmış, yukarıdaki ayetlerde ifade edildiği gibi şirke sürüklenmiştir. Dolayısıyla İslam’ın, vahiyden kopuk bu dinlerle ortak mabedi olması da muhaldir, mümkün değildir.

İki: Bahsi geçen dinler arasında ortak nokta aranmak dinlerarası diyalogun gereğidir. Bunun olamayacağı da zaruri bir sonuçtur. İtikat telakkileri tamamen farklı olan inanç sistemlerinde ortak nokta olamaz. Tevhidle teslis birbirinden doğuyla batı kadar uzaktır. Buna bağlı olarak söz konusu dinlerin diğer ilke ve prensipleri de farklıdır. Bu sebeple dinlerarası diyalogda iddia edildiği gibi dinlerde ortak nokta aramak beyhudedir, yanlıştır, ilmî değildir.

Üç: Dinlerarası diyalog çerçevesinde bir araya getirilmek istenen dinlerde, “itikat” telakkisi farklı olunca, itikada bağlı olarak icra edilen ibadet, ayin ve ritüellerin de farklı olacağı, ortak ibadetin mümkün olmayacağı da zaruri bir sonuçtur.

Bu üç noktada dinler arasında birlik ve ortaklık olamayacağına göre, “ortak mabed” kavramı da havada kalmakta, bir esasa dayanmamaktadır.

II- DİNLERARASI DİYALOG HEZEYANININ CAMİ VE MESCİDLERE MUSALLAT EDİLMESİ

1- Cami, Kilise ve Havraların Bir Araya Getirilmek İstenmesi

Evet, dinlerarası diyalog imkânsızdır. Buna rağmen sanki makul, meşru ve masum bir şeymiş gibi cami ve mescidlerimizde tatbik edilmek istenmektedir. Cami, kilise ve havraların bir araya getirilmesi gayretleri bunun için ortaya çıkmıştır:

“Ayasofya müze statüsünden yeniden cami statüsüne alınmasıyla birlikte batıda da bu yönde çağrılara rastlanmaktadır. Bunlardan birisini İspanya Dışişleri, AB ve İşbirliği Bakanı Arancha Gonzalez Laya, Çavuşoğlu’yla Ayasofya-yı Kebir Camii Şerifinin ibadete açılmasına ilişkin değerlendirmeler çerçevesinde dile getirdi ve şöyle dedi: ‘Biz de İspanya olarak buranın (Ayasofya’nın) ortak bir yuva olmasını, hem Müslümanların hem Ortodoks hem de Katolik Hıristiyanların evi olmaya devam etmesini (bu çerçevede hizmet vermesini kastediyor olmalı) istiyoruz. Türkiye’nin de UNESCO’nun koyduğu şartlara saygı duyacağını söylemesi bizi çok memnun etti.’

Burada Ayasofya üzerinden dini olarak gündeme getirilen ortak yuva veya ev eğilimi gayet dikkat çekicidir. Ayasofya’nın müze statüsünden çıkarılmasına ilişkin yorum yapılmadan, burasının yeni düzenlemeyle birlikte Müslümanlar, Ortodokslar ve Katolikler arasında ortak bir ev haline getirilmesi isteniyor. Evet, burada geçmişte Ortodokslar bir statüye sahip olmuşlardır ve ona binaen vaveyla kopartıyorlar. Bunu anlayışla karşılamasak da bir şekilde hazımsızlığı anlıyoruz. Latinler de yani Katolikler de bu arada fırsattan istifadeyle mabedin gizli açık ortağı haline gelmek istiyorlar. Bu durumda diğer dinler de pay isterse ne olacak?...”[1]

Anlaşılacağı üzere Ayasofya’yı dinlerarası diyalog gereği diğer dinlere de açık hale getirmek, o dinlerin mensuplarının Ayasofya üzerinde hak iddia etmelerine ve bu mekânın ortak mabed olarak kullanılmasına yol açacaktır. Bu ise aşağıda izah edileceği gibi gerek Ayasofya’nın vakfiyesindeki şartlara, gerekse de İslam’ın mescitlere has tevhid ve ihlas hukukuna tamamen terstir. Yani Ayasofya’nın mescid / cami özelliğinin kaybolması demektir.

Ayasofya üzerinde hak iddia edenler arasında Yunanistan’ın emel ve istekleri herkesçe bilinmektedir. Yunanistan, elinden gelse Ayasofya’ya el koyacak kadar bu hususta haddini aşmış durumdadır. Mesela Yunanlar Ayasofya’nın cami statüsüne çevrilmesi sürecine tepki olarak bayraklarını yarıya indirmekten, hatta Türk bayrağını yakmaktan çekinmemiştir. Dönemin Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bir konuşmasında Yunanistan’ın bu tavrını şöyle değerlendirmiştir:

“Ayasofya Camiinin tekrar ibadete açılması bir inanç grubuna karşı üstünlük sağlanması çabası değildir. Bu komplekse nasıl girdiler, onlara sorulması lazım. İspanya gibi diğer ülkeler de Ayasofya’nın Türkiye’nin egemenlik meselesi olduğunu kabul ettiler. Herhangi bir eser dünyada UNESCO’nun listesine girebilir. Ayasofya da UNESCO’nun listesinde. Biz de Ayasofya Camiinin bu özelliklerinin korunmasını istiyoruz. UNESCO ile de iletişim içerisindeyiz. Her inançtan insan gelip Ayasofya’yı ziyaret edebilecek. Yunanistan’ın gösterdiği bu tepkiyi anlamak mümkün değil. Sanki Yunanistan kendi mülkü alınmış gibi davranıyor. Bayrak indirmek, Türk bayrağını yakmak, böyle aciz davranışlar onlara yakışır…”[2]

Yunanistan’ın bu sorumsuz, haksız ve haddi aşan tavırlarını tenkit eden dönemin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun bu değerlendirmesi, Yunanistan’ın Ayasofya ve İstanbul üzerindeki emellerini anlatması bakımından sadece bir örnektir.

Çavuşoğlu’nun, Türkiye’nin egemenlik hakkı olduğunu vurgulaması önemlidir. Ama UNESCO’nun Ayasofya üzerinde mescid hukukunu ihlal manasına gelen tavır ve istekleri de asla hoş karşılanamaz. Bir cami olarak Ayasofya’nın hukukunu İslam akaidi ve İslam fıkhı belirler; UNESCO değil.

Anlaşılacağı üzere Ayasofya müze statüsünden cami statüsüne getirildiği halde, Hıristiyanlığa ait teslis sembollerinden arındırılmadığı için diyalogcu bakış açısıyla Ortodoks ve Katoliklerin iştihasını kabartmaktadır. Bu asla makul ve meşru görülemez. Mevcut teslis sembollerini açık olarak taşıdığı müddetçe Ayasofya’nın cami statüsü hep tartışmalı kalacaktır.

Biz Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin konuşulduğu ve akabinde de gerçekleştirildiği günlerde, yazdığımız yazılarla bu teslis sembollerinin caminin tevhid havasını bozacağını, diğer din mensuplarının da burada hak iddia etmeye kalkışacaklarını, ziyaret edasıyla gelip kendi muharref dinlerince ayin ve tapınma yapmaya kalkacaklarını söylemiş, Ayasofya’nın bu teslis sembolleri kapatılmadan açılmasının Fatih’in vakfiyesine de uygun olmadığını belirtmiş; bunun düzeltilmesi için yetkililere ve konuyla ilgisi olanlara çağrıda bulunmuştuk.

İşte görüldüğü gibi batıdan, en yüksek perdeden, siyasilerden, Ayasofya için açıkça “ortak ev” talebi gelebilmiştir.

Bu durum dinlerarası diyalogun camilerimize musallat olması demektir. Behemehâl önlenmelidir.

UNESCO’nun Ayasofya’yı dünya kültür mirası olarak görmesi onun cami statüsünün değiştirilmesine delil ve belge olarak kullanılamaz. Ayasofya’nın içinde bulunduğu İstanbul, Müslüman Türk milletinin egemenliğindedir. Bu mekânın cami statüsünde olmasına dair kaide ve kuralların İslam’ın tevhid akidesi doğrultusunda şekillenmesi hem itikadî hem de ilmî bir zarurettir.

Buna rağmen ne yazık ki Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması sürecinde, yabancıların Ayasofya üzerindeki iştahının kabarmasına zemin hazırlayan, onları buna teşvik eder mahiyette bazı talihsiz beyanlara da şahit olduk.

Mesela Binali Yıldırım 24.07.2020’de Ümraniye’de bir gençlik buluşmasında şu cümleleri sarf etmişti:

“Her ne kadar Ayasofya cami olarak hizmet verecek olsa da, Ayasofya'nın iki ayrı inancı, medeniyeti temsil etmesi dolayısı ile diğer inançlara olan değerleri de muhafaza etmesi önemsenmektedir. Buraya gelen Ortodoks dünyasından ziyaretçiler, camide herhangi bir sıkıntı yaşanmadan onlar da ziyaretlerini yapacaklardır…”[3]

Keza Avukat Özlem Zengin de katıldığı bir televizyon programında şu ifadeleri kullanmıştı:

“Ayasofya sadece Müslümanların değil ne kadar başka dinlerden insanlar varsa onların da ibadetgâhı… Herkesin ibadetine açılıyor, hangi dinden olursanız olun gelin. Ayasofya’nın öylesine büyük bir kimliği var. Ayasofya Türkiye’deki insanları birleştiren bir ibadet yeri. Ben öyle algılıyorum.” [4]

Söz buraya kadar gelmişken yazar Abdurrahman Dilipak’ın, Özlem Zengin’in bu cümlelerine dair yaptığı şu yorumu da hatırlamadan geçmeyelim:

“Ne yani, Hıristiyan, Yahudi, Budist filanda mı? Dinlerarası diyalog mu yani? Tabi din “kültür” olunca, Ayasofya da “dünya kültür mirası” olunca neden olmasın !? Tevbe estağfurullah, Dubai mi burası? Diğer camiler de ortak mabed olsun mu?”

2- Diyanet’in Ayasofya Fetvası

Ayasofya’daki teslis sembollerinin açık kalması İslam açısından hem itikadî hem de fıkhî bir sorundur. Ne yazık ki bu sorun ilgili ve yetkililerce ciddiye alınmamış, tam tersi Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu bunun bir mahsur teşkil etmediğine dair fetva vermiştir.

Yüksek Kurulun açıklamasından bir paragraf şöyledir:

“Hz. Peygamberin müjdelediği, İstanbul fethinin sembolü haline gelen Ayasofya’nın, vakıf senedinde geçtiği üzere, var olan cami niteliğinin tekrar kazandırılarak yeniden ibadete açılması hukukun bir gereğidir.”

Yüksek Kurulun fetvasında “Ayasofya’nın vakıf senedinde geçtiği üzere var olan cami niteliğinin tekrar kazandırılması” ve bunun “hukukun gereği” olduğu ifadesi yer aldığı halde, Ayasofya’nın cami yapılmasında bu şartlar yerine getirilmemiştir. Zira vakıf senedinin yürürlükte olduğu dönemde, Ayasofya içinde Hıristiyanlığa ait teslis sembolleri yoktu; sıvayla kapatılmıştı.

Açıklamada geçen “cami niteliğinin tekrar kazandırılarak” ifadesi, bu sembollerin Fatih döneminde olduğu gibi tekrar sıvayla kapatılmasını gerektirirdi. Bunun, vakıf mevzuatı açısından hukukun gereği olduğu zikredildiği halde buna uyulmamış, tabiatıyla Ayasofya aslî hüviyetine döndürülmemiştir. Bu durumda Ayasofya’nın bugünkü hali, hem vakıf senedindeki aslî hüviyet şartlarına riayet etmemek hem de hukuku ihlal anlamına gelmektedir.

Yüksek Kurul, Ayasofya’daki resim ve sembollerle ilgili olarak da şu ifadelere yer vermektedir:

“Ayasofya Camiinde bulunan resimler burada kılınacak namazların sıhhatine engel değildir. Bununla birlikte Müslümanların namazlarını huşu içerisinde eda etmelerini sağlamak için uygun yöntemler kullanılmak suretiyle namaz vakitlerinde söz konusu resimler perdelenmeli veya karartılmalıdır.”

Bu cümlelerde birçok arıza mevcuttur.

Bir kere “camide bulunan resimler” ifadesi ortadaki vahameti ifade etmemektedir. Ayasofya’daki resimler sıradan resimler olmayıp, üçlü tanrı inancı demek olan teslise ait şirk sembolleridir.

Burada sadece “resimler” ifadesi, bu büyük gerçeği gizlemek adına bilerek mi tercih edilmiştir, yoksa ortada akıl almaz bir gaflet mi vardır, bunu okuyucularımızın değerlendirmesine bırakıyorum.

Soruyoruz:

Sıradan resimlerin namazda huşuya zarar verdiğini söyleyen Yüksek Kurul, acaba şirk ifade eden teslis sembollerinin itikadî açıdan teşkil ettiği büyük tehlikeyi görememiş midir?

Bu sorunun cevabını da yine okuyucularıma bırakıyorum.

Kaldı ki Yüksek Kurulun resimlerin perdelenmesi veya karartılması yönündeki tavsiyesine de uyulmamıştır. Bu da ayrı bir garabettir.

Bir önemli husus da şudur:

Yüksek Kurul, söz konusu resimlerin (yani “şirk” sembollerinin!) “namazın sıhhatine engel olmadığını” söylerken bu fetvayı acaba hangi mesnede dayandırmıştır? Bu son derece önemli bir sorudur. Zira tarih boyunca hiçbir fakih “ben dedim, oldu” mantığıyla konuşmamış, hepsi de fetva ve içtihatlarını edille-yi şeriyye ile delillendirmiştir. Bu mesnetler ortaya konulmadığı takdirde, Yüksek Kurul’daki şahısların şahsi görüşlerinin fıkıhta bir delil teşkil etmeyeceği açıktır. Dinde bir fetva / hüküm, şahıslara olan itimada değil, dinin kaynaklarına dayandırılır. Yüksek Kurulun bu fetvasının dinî dayanağı olmadığı gibi, geçerliliği de yoktur.

Bu durumda Ayasofya’daki Hıristiyanlığa ait teslis sembolleri (haç, İsa Meryem figürleri, Hıristiyan azizleri ve kanatlı melek resimleri vs. ) bu mekânın cami vasfına büyük darbe vurmakta ve tevhid ve ihlas ile “Allah’ın evi” olmasına engel teşkil etmektedir.

Ne acıdır ki binlerce, yüzbinlerce insanın namaz kıldığı bu mekândaki bu büyük tehlikeye, açılışından bugüne kadar ciddi şekilde dikkat çeken ve bunun düzeltilmesini talep eden kişi sayısı belki de bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olmuştur.

Yüksek Kurulun bu sembollerin namaz sırasında perdelenmesini önermesi, namaz saatleri dışındaki vakitler için başka bir tehlikeyi hatırlara getirmektedir. O da buraya gelen Hıristiyanların, açıkta gördükleri bu semboller karşısında kendi muharref dinlerince istavroz çıkarma vs. şekillerde ritüellere kalkışmasıdır. Evet, bunu yapmalarının önünde hiçbir engel yoktur. Yani Ayasofya bu haliyle namaz vakitlerinde Müslümanlara bir mahal olurken, namaz dışında da akın akın gelen Hıristiyan turistlerin burayı bir kilise gibi kullanmalarına zemin hazırlanmış olmaktadır. İşte bu durum dinlerarası diyalog fitnesiyle gündeme getirilen “ortak mabed” kavramını ifade etmektedir.

Tekrar soralım:

Ayasofya bu vaziyetiyle Yüksek Kurulun ifade ettiği gibi vakıf senedindeki aslî durumuna dönmüş olabilir mi? Elbette ki hayır…

Yüksek Kurulun, açıklamanın devamında Tevbe: 18 ve Cin: 18. ayetlere vurgu yaparak Ayasofya’nın maddi ve manevi yönden ihya ve temizliğinden bahsetmesi de büyük bir garabettir.

Yüksek Kurul üyelerine sorarız:

Bu ayetler Allah’ın mescidlerinde yalnız yüce Allah’ın isminin anılmasını şart koşmaktadır. Buralarda tevhid ve ihlası bozan unsurlara yer verilmemesine işaret etmektedir. Peki, haçın, İsa - Meryem figürlerinin ve diğer teslis sembollerinin arz-ı endam ettiği bu mekânın manevi temizliğinden bahsedilebilir mi? En büyük manevi temizlik şirkten, küfürden ve ihlasa zarar veren bütün unsurlardan temizlenmektir. Dolayısıyla Ayasofya’da, Yüksek Kurulun bu ayetleri mehaz göstererek yaptığı tavsiyelerin tamamen zıddı bir durum hâkimdir.

Netice olarak bu fetvada hem teslis ve şirk sembollerinin görmezlikten gelinmesi, hem de bazı gerçeklerin kapalı geçilerek üstünün örtülmesi söz konusudur.

Diyanet’in bu fetvası Ayasofya özelinden çıkıp genele teşmil edildiğinde camilerin tevhid ve ihlas hukukunu, cami ve mescitlere ayet ve hadislerde yüklenen manayı ihlal eder mahiyettedir. Maalesef acı da olsa gerçek budur.

Diyanet fetvasıyla da tescillenen (!) Ayasofya’daki bu mevcut durum, ne yazık ki kiliseden çevrilmiş, hatta direkt cami olarak inşa edilmiş diğer bazı camilere de sirayet etmiş durumdadır. Biz örnekler vererek bunu yazılarımızda defalarca gündeme getirdik.

Bunun manası Vatikan’ın dinlerarası diyalog adlı misyonerlik atağının camilerimize, mescitlerimize musallat edilmesidir.

Samimi olarak inanmış hiçbir mümin, oldubittilerle imana, tevhid ve ihlasa zarar veren bu uygulamaları makul göremez, buna müsamaha ile bakamaz.

Bu durum insanların şahsi fikirleriyle alakalı değildir; Allah’ın ortaya koyduğu ilahi bir hukuktur. Akaid ve fıkıh ölçülerinin belirlediği bir mevzuattır. Kimse bu konularda şahsi fikirlerini öne sürerek benim dediğim geçerlidir diyemez.

Ama gelinen son raddede Ayasofya’daki bu durum Mescid-i Aksâ’da da uygulanmak istenmektedir. Açıktır ki hiçbir Müslüman böyle bir yaklaşıma asla sempatiyle bakamaz.

“Ortak mabed fikrini Müslümanlar aleyhine zorla hayata geçiren ilk ülke İsrail olmuştur. El- Halil kentindeki İbrahim Camiinin yarısını Müslümanlardan alarak Yahudilere peşkeş çekmiştir. Şimdi aynı planı Kudüs’te Mescid-i Aksâ içinde de uygulamak istiyor…”

İsrail’in Mescid-i Aksâ’da ibadet edenlere müdahale ederek neden kargaşa çıkardığını, Müslüman halka neden eziyet ettiğini şimdi anlıyor muyuz?

Ayasofya’daki statünün Mescid-i Aksâ’ya da tatbik edilmesi anlamına gelen bu yaklaşıma müsamaha göstererek “merhamet sözleşmesi” adı altında buna onay vermeye çalışan çevre ve şahıslar olduğuna ibretle şahit olmaktayız.

Şu iyi bilinmelidir ki, her kim “ortak mabed” hezeyanını savunur, bunu Mescid-i Aksâ’ya veya başka herhangi bir mescide / camiye reva görürse, bilerek veya bilmeyerek hakla batılı, tevhidle teslisi karıştırmış, bu suretle de akaid ihlali yapmış olur. Keza bu batıl telakkiyi projelendiren Vatikan’ın, bunu zorla tatbik etmek isteyen İsrail’in ve benzer çevrelerin ekmeğine yağ sürmüş olur. Tabiatıyla da bu manevi vebalin altından kalkamaz.

Mescid-i Aksâ’da böyle menfur bir projenin hayata geçirilmesine sessiz ve seyirci kalmamak için her müslümanın Mescid-i Aksâ’nın statüsünün ne olduğunu bilmesi şart ve elzemdir.

Bu mukaddes mekânın tevhidin sembolü olduğunu, statüsünün hep bu minval üzere kalacağını ve bu değişmez statü ile kıyamete kadar Müslümanların elinde olması gerektiğini gelecek yazımızda anlatacağız.

[1] Mustafa Özcan “Ortak Ev, Ortak Mabet” 28 Temmuz 2020, Fikriyat. Yazıya şuradan ulaşılabilir:

https://www.fikriyat.com/yazarlar/mustafa-ozcan/2020/07/28/ortak-ev-ortak-mabet

[2] Aynı yazı

[3] https://www.milliyet.com.tr/siyaset/binali-yildirim-ayasofyanin-tekrar-ibadete-acilmasi-butun-islam-alemi-icin-onemli-bir-karar-6267252

[4] https://twitter.com/aDilipak/status/1647547196684861440

QOSHE - “ORTAK MABED” FİTNESİ VE MESCİD-İ AKSÂ’YA UYGULANMAK İSTENEN “AYASOFYA MODELİ” - Ali Değermenci
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

“ORTAK MABED” FİTNESİ VE MESCİD-İ AKSÂ’YA UYGULANMAK İSTENEN “AYASOFYA MODELİ”

2 1
01.11.2023

“Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı hakkıyla edâ eden, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imâr eder; işte hidayete erenlerden olmaları umulanlar da onlardır!” (Tevbe: 18.)

Bugünlerde Ortadoğu’da adına “savaş” denilen, ama savaş hukukundan fersah fersah uzak, insanlık tarihinin görüp göreceği en büyük, en acımasız katliamlardan biri yaşanıyor.

BM bu katliama büyük ekseriyetle karşı çıksa da, batı sahip olduğu “Haçlı” ruhuyla Siyonist zalimlerin yanında yer alıp onlara destek veriyor. İki milyarlık İslam dünyasından ise ciddi bir ses çıktığı yok henüz.

Hâlbuki böyle büyük bir zulmü durdurmanın tek bir yolu vardır; o da zalimin kolunu bükecek şekilde, “kuvvete kuvvetle cevap vermek”tir.

İslam dünyasının bu husustaki acizliği o kadar barizdir ki, halkı Müslüman olan elliye yakın devlet, sadece ellerindeki “petrol” kozunu kullansa bile kayda değer bir netice alabilecek durumda iken, İsrail ve destekçilerine ekonomik ambargo koyacak kadar olsun bir cesaret gösterememektedir. Böyle bir zillet herhalde tarihte nadir görülmüştür. Kınamaktan, tel’in etmekten, mitinglerde “Kahrolsun İsrail” sloganları atmaktan öte bir şey yapılamamakta, sınırlı miktardaki insani yardımlar bile Gazze’deki mazlum ve mağdurlara ulaştırılamamaktadır.

Geriye sadece gönülden gelen dualarla onlara manevi destek vermek kalmaktadır ki -fiiliyata dönüşememiş olsa da- bu kavlî dualar asla basite alınmamalı, hiç değilse “müminin manevi silahı” olan bu dualarla Filistinli kardeşlerimizin yanında olunmalıdır. Bununla beraber İslam dünyasından bu barbarlığa dur diyecek bir ses çıkmasını ümit etmekten, Allah’tan bunu da istemekten geri durmamalıyız.

Başta ABD olmak üzere birçok batılı devletin İsrail’e açık destek vererek bu zulmü desteklemeleri, bu ateşin bütün bölgeye yayılabileceği, hatta üçüncü dünya savaşına dönüşebileceği yönünde yorumlara sebep olmaktadır ki bu ihtimaller asla gözden ırak tutulmamalıdır. Şayet olaylar böyle seyrederse, Haçlı- Siyonist ittifakıyla İslam dünyasına çok yönlü bir saldırı olacağı ve tarihî misyonu, jeostratejik ve jeopolitik konumu itibariyle Türkiye’nin bu saldırıların tam ortasında yer alacağı da muhakkaktır.

Hazırlıklar buna göre yapılmalıdır.

Hamas - İsrail çatışmasının, 2001’de ABD’deki İkiz Kuleleri hedef alan saldırı benzeri bir senaryoyla planlandığına dair tahmin ve tespitler de göz ardı edilmemelidir.

Ortadoğu’da yaşanan bu olayların ve yapılan bütün hesapların merkezinde Kudüs ve Mescid-i Aksâ vardır.

İçinde farklı din ve medeniyet unsurlarının bulunması, bunun sebep olduğu ihtilaf ve tartışmalar, Kudüs’ü bu merkezî konuma yerleştirmektedir. Bu kritik konum Müslümanların, İslam’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’nın statüsünü çok iyi idrak etmelerini gerektirir. Bu statü Filistin’deki Müslümanlarca gayet iyi bilinmektedir. Zira her şehidin arkasından geride kalan yakınları “Mescid-i Aksâ’ya feda olsun!” diyebilmektedir.

Şahit olduğumuz bazı gelişme ve aldığımız birtakım duyumlar, bizi Mescid-i Aksâ’ya dair bu idrakin darbelenmek istendiği yönünde endişeye sevk etmektedir. Bu sebeple Mescid-i Aksâ’nın statüsüyle alakalı olarak bazı tehlikeli durumlara dikkat çekmek istiyoruz.

I- “ORTAK MABED” HEZEYANI ve DİNLERARASI DİYALOG

Hemen belirtelim, itikat ilkeleri, ibadet ve ahlak telakkileri birbirinden farklı olan dinlerin ortak bir mabedde birlikte temsil edilmesi imkânsızdır, eşyanın tabiatına aykırıdır.

Ama ne yazık ki bu ortak mabed hezeyanı, özellikle Vatikan tarafından ortaya atılan dinlerarası diyalog fitnesinden sonra İslam mescidlerine musallat edilmiştir ve yakın bir gelecekte de Müslümanların ilk kıblesi olan Mescid-i Aksâ’ya hâkim kılınmak istenmektedir.

Evet, son zamanlarda cami ve mescitlerimize musallat olmuş “ortak mabed” adlı batıl zihniyetin temelinde Hıristiyan Katolikliğin ortaya attığı dinlerarası diyalog projesi yatmaktadır.

1962 -65 yılları arasında toplanan II. Vatikan Konsilinde alınan dinlerarası diyalog ve hoşgörü eksenli kararlar doğrultusunda, bütün dünyada ve özellikle İslam topraklarında cami, kilise ve havraların bir araya getirilmesi ve hepsine eşit statü tanınması yönünde faaliyetlere girişilmiştir.

Mesela İslam dünyasında bunu ilk hayata geçirmeye çalışanlardan biri, “Sina Dağı’nın doruğuna bir sinagog, bir cami, bir de kilise yaptıracağım. Başarabilirsem, bu çok anlamlı bir barış kutlaması olacak” diyerek, “üç semavi din” aldatmacasını Müslümanlara yutturmaya çalışan, Nobel Barış Ödüllü (!) Enver Sedat olmuştur.

Bu tür faaliyetlerdeki fecaati anlamak adına dinlerarası diyaloga dair şu üç noktaya işaret edelim:

Bir: Dinlerarası diyalogda Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam eşit statüde görülerek hepsi de “hak din” vasfıyla tarif edilmek istenir.

Bu yaklaşım kökünden sakattır. Ne itikadi, ne ilmî gerçeklere ve ne de tarihî sürece uygun düşmemektedir. Hak vasfını taşıyan tek din vardır, o da İslam’dır. Kuran-ı Kerim’in, nazil olmasından bu zamana tek bir harfi bile değişmeden gelmiş olması bunu ispat için kâfidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık ise kutsal kitapları üzerinden tahrif edilmiş, şirke bulaşmıştır. Bu sebeple onlara bu halleriyle hak din demek asla mümkün değildir. Hıristiyanların Hz. İsa’yı, Yahudilerin de Hz. Uzeyr’i “Allah’ın oğlu” diye vasfederek şirke düştükleri Kuran’da haber verilmektedir. (Bak: Tevbe: 30…) Kitaplarının değiştirilip muharref hale getirildiği Yahudi ve Hıristiyanlarca da bilinip kabul edilmektedir.

Öte yandan dinlerarası diyalog projesinin sahibi olan Vatikan, kendi özel kaynaklarında “dinlerin eşitliğini” kabul etmemekte, kurtarıcı misyon adı altında dinlerarası diyalogu mesih misyonunu yaymanın bir aracı olarak görmektedir. Dolayısıyla dinlerarası diyalogda tam bir ikiyüzlülükle insanlığın aldatılması söz konusudur.

Hak din İslam, diğerleri muharref olunca, gayet tabidir ki bunların itikat telakkileri de asla birbirleriyle uyuşmayacaktır.

İslam tevhidi, vahyi ve Allah’ın birliğini esas alırken, muharref Yahudi ve Hıristiyanlık haham ve rahiplerin kendilerinde “dine şekil verme” yetkisi görmeleri sebebiyle haktan sapmış, yukarıdaki ayetlerde ifade edildiği gibi şirke sürüklenmiştir. Dolayısıyla İslam’ın, vahiyden kopuk bu dinlerle ortak mabedi olması da muhaldir, mümkün değildir.

İki: Bahsi geçen dinler arasında ortak nokta aranmak dinlerarası diyalogun gereğidir. Bunun olamayacağı da zaruri bir sonuçtur. İtikat telakkileri tamamen farklı olan inanç sistemlerinde ortak nokta olamaz. Tevhidle teslis birbirinden doğuyla batı kadar uzaktır. Buna bağlı olarak söz konusu dinlerin diğer ilke ve prensipleri de farklıdır. Bu sebeple dinlerarası diyalogda iddia edildiği gibi dinlerde ortak nokta aramak beyhudedir, yanlıştır, ilmî değildir.

Üç: Dinlerarası diyalog çerçevesinde bir araya getirilmek istenen dinlerde, “itikat” telakkisi farklı olunca, itikada bağlı olarak icra edilen ibadet, ayin ve ritüellerin de farklı olacağı, ortak ibadetin mümkün olmayacağı da zaruri bir sonuçtur.

Bu üç noktada dinler arasında birlik ve ortaklık olamayacağına göre, “ortak mabed” kavramı da havada kalmakta, bir esasa dayanmamaktadır.

II- DİNLERARASI DİYALOG HEZEYANININ CAMİ VE MESCİDLERE MUSALLAT EDİLMESİ

1- Cami, Kilise ve Havraların Bir Araya Getirilmek İstenmesi

Evet, dinlerarası diyalog imkânsızdır. Buna rağmen sanki makul, meşru ve masum bir şeymiş gibi cami ve mescidlerimizde tatbik edilmek istenmektedir. Cami, kilise ve havraların bir araya getirilmesi gayretleri bunun........

© İstiklal


Get it on Google Play