Türkiye’de Kurumsallaşma Üzerine Düşünceler
Geçtiğimiz günlerde bağımsız bir milletvekili üstat ile yaptığımız bir sohbette Sayın Vekil önemli bir hususu vurguladı: “Türkiye’nin en büyük problemi kurumsallaşamamasıdır.” Ben de bu tespite katıldığımı belirttim ve ekledim: “Türkiye yeni sisteme geçtiğinden beri önemli bir sistemsel sancı çekmektedir. Bu geçiş sürecinde eksikleri hissediyoruz.”
Ardından bu yazıyı kaleme almaya ve Türkiye’de kurumsallaşmaya dair düşüncelerimi, anayasa değişikliğinin de gündemde olduğu bugünlerde aktarmaya karar verdim.
Kurum, Nişanyan Sözlüğe göre “cemiyet, teşekkül” anlamlarına gelmektedir. Kurumsallaşma ise Britannica’da Hans Keman’ın yazdığı başlıkta “insan etkileşimlerini etkileyen kuralları ve prosedürleri geliştirme veya dönüştürme süreci” olarak tanımlanmaktadır.
Kurumsallaşma deyince akıllara muhakkak ve ilk olarak Weber gelmektedir. Weber’in Bürokrasi ve Otorite adlı eserinde siyasi kurumsallaşma ayrıntılı bir biçimde işlenmiştir. Weber’e göre kurumsallaşmanın en gelişmiş biçimi rasyonelliğin, sürekliliğin, öngörülebilirliğin, uzmanlaşmanın, meşruiyetin tezahürü olan bürokrasidir.
Bu noktada belirtmeliyim, bu yazıda kurumsallaşmayı rasyonel temellendirmelere dayalı normlar ile prosedürler geliştirme, kuralları ortaya koyma ve süreçleri bu prosedürler, kurallar çerçevesinde, sürdürülebilir olarak inşa etme anlamı ile kullanacağız. Bu aynı zamanda sürekliliği, öngörülebilirliği, refahı, işlevselliği beraberinde getirir ve sistem kişilerden bağımsız olarak işleyebildiği için daha uzun ömürlüdür. İşte gerçek başarı bu sistemi inşa edebilmekten geçmektedir.
Bunlarla beraber, dünyada kendi döneminde süper güç olan İmparatorluğumuzun değişen dünya sistemine uygun yeni bir model üretememesi neticesinde çekilen sancı bizleri yeni bir devleti, Cumhuriyetimizi inşa etmeye itmiştir. Bu yeni devletimizin; Cumhuriyetimizin lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Tanzimat’tan beri süregelen yeni bir sistem yahut yeni model inşasını hızlandırarak kurumsallaşmayı “yeniden” sağlamak istemiştir. Yeniden diyorum çünkü burada şunu ifade etmekte fayda vardır; Heper’in de ifade ettiği Osmanlı İmparatorluğu kendine has bir kurumsallaşma inşa edebilmişti ancak bu modern bir sistem değildi. Kurallar vardı, ancak padişah değiştiğinde kurallar da değişebilirdi. Yine de belli dönemlerde, diğer kıyas edilebilecek pek çok devletten çok daha üstün, kıyas kabul etmeyecek kadar daha medeni, çok daha insancıl bir sistem inşa edilebilmişti. Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği adlı eserinde Osmanlı’daki kurumsallaşmaya ilişkin şu tespiti yapmaktaydı:
“Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kurumsallaşma örüntüsüne baktığımız zaman, mali kaynakları kolayca çevreden merkeze aktarabilen ve başarılı savaşlar yapabilen iyi örgütlenmiş bir yönetim ile karşılaşıyoruz. Bu erken dönem kurumlaşma biçiminin yozlaşmasını takiben Osmanlı, bürokratik ve siyasal kurumlarını iyileştirmeye çalışmıştır. Bu çabalar özellikle 1839-1876 Tanzimat Dönemi’nde yoğunluk kazanmış ve daha sonraki dönemlerde de belirli aralıklar ile devam etmiştir.”
Metin Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, Doğu Batı Yayınları, 2006 s.18.
Yine aynı eserde Heper şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Osmanlı-Türk devlet felsefesine göre padişah, Tanrı tarafından toplumun çeşitli zümrelerini bir arada tutmak üzere atanmıştır. Hiyerarşide, padişahın hemen altında mutlak yetkilerle donatılmış sadrazam bulunurdu. Merkezin görevi, her bir zümreye, konumunu ve işlevini göz önünde tutup hak ettiğinden ne daha az ne de daha fazla imkân sağlayarak düzeni mevcut hali ile sürdürmekti. Osmanlı’da adalet bu anlamı taşıyordu. Söz konusu devlet felsefesi çerçevesinde, toplumun refahı, kendilerini devletle özdeşleştiren zümrelerin elinde olan kaynakların yeterli olması ile bir tutulmuştu. Osmanlı’nın Klasik Çağı boyunca, söz konusu Osmanlı türü hikmet-i hükümet anlayışı, keyfi idareye yol açabilirdi fakat böyle bir gelişme olmamıştır. Çünkü Osmanlı hikmet-i hükümeti büyük ölçüde Rechtsstaat özellikleri taşımıştır: Osmanlı yönetim sisteminde, padişah dâhil her yönetici kurallara ve geleneklere harfiyen uymak durumunda idi. Hizmetkârları gibi, padişah da haftanın kimi günlerinde özel danışmanları ile birlikte çalışır, belli durumlarda kullanması gerekli belli sözcükler dâhil gerekli töreleri ve gelenekleri titizlikle incelerdi.” a.g.e. s.56.
Tanzimat ile birlikte ise kurumsallaşmanın modern hale getirilmesi ve eksikliklerin giderilmesi amacıyla ve ayrıca süreklilik sağlayabilmek için kurumlar inşa edilmeye başlanmıştır. Nitekim günümüzde dahi varlığını sürdüren bazı kurumlar Tanzimat Dönemi’nde temelleri atılan kurumlardır.
Cumhuriyet döneminde ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde ve onun döneminde belli bir süre kişileri aşkın kurumsallaşma hızlanmışsa da bu durum çok da uzun sürmemiş, bir süre sonra Cumhuriyet’in “kemalist” sınıfı adeta ideolojiye dayalı bir yapı kurgulamıştır. Bu ideolojik eksen Mustafa Kemal’in inşa etmeye çalıştığı Meclis ve Cumhurbaşkanlığı makamında vücut bulan ve kurumsallaşmaya çalışan devlet organizmasına hâkim olarak, Gazi’nin yapmaya çalıştığı ile de çelişerek, sistemi kendi ideolojik sınırları içerisine mahkûm etmiştir. Yine bu ideolojik sınıf, “bürokratik oligarşiyi” inşa etmiş, yargıyı da belli oranda dizayn etmiş, orduyu ise denetim ve gerektiğinde check-balans unsuru olarak kullanarak siyasette de çerçeveleri çizmiş böylece ideolojik, antidemokratik bir devlet sistemi inşa etmişlerdir. Bu hizipçe bir ideal Türkiye tablosu ortaya konmuştur ve bu ideal Türkiye’ye aykırı olan fikirler çeşitli yaftalarla ve demokrasi dışı yöntemlerle sindirilmiştir.
Bu hususta Şerif Mardin tarafından kaleme alınan Türkiye’de Toplum ve Siyaset adlı eserdeki şu ifadeleri hatırlamak önemli olabilir:
“Yüksek bürokratlarımızın samimiyetsizliklerinden yadigâr kalan en tehlikeli unsurlardan biri de hiç şüphesiz ki kendileri tarafından meydana konan ideal Türkiye tablosudur. Bu tablo, aynı propaganda zihniyetinin mahsulü olduğu için realite ile hemen hemen ilgisi olmayan bir tablodur. Bu tablonun zihinlere yerleşmiş olmasından dolayı yeni neslin birçok elemanları objektif müşahedenin ne demek olduğundan ve ne şekilde yapılması gerektiğinden tamamiyle bihaberdirler. Etraflarındaki alemle olan münasebetleri daimi bir kendini aldatma vetiresi haline gelmiştir.” Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim Yayınları, 1990 s.211.
Bu yapının kısmen kırılma noktaları Turgut Özal ile başlamış -hayır Menderes ile değil- ve kısmen AK Parti döneminde devam etmiştir. Demirel ise bu sistem ile gerçeklik arasında köprü kurmaya çalışan, Ecevit bu sistemden nispeten ayrışan, Erbakan ise bu sisteme doğrudan karşı çıktığını ifade eden siyasilerdir. AK Parti ise Demirel-Özal-Erbakan karması bir çizgi ile “kemalist devlet ideolojisi” ile mücadele etmiştir. Özellikle 2007 muhtırasına gösterilen refleks, Kapatma Davası’nda gösterilen direnç ve halk desteği, 2010 Anayasa değişikliği, 2016 askerî darbe girişimi ve akabinde 2017 Anayasa değişikliği Türkiye’de bu yapının oluşturduğu sisteminin “kısmen” kırıldığı önemli olaylardan bazılarıdır.
Gelgelelim kırılan bu sistemin yerine yenisi henüz inşa edilememiştir. Güvenlik bürokrasisinin gölgesinde geçen yıllar, zamanla etkisini daha da göstermiş bir süre sonra Cumhuriyet tarihimiz boyunca belli aralıklarla tekrar eden ekonomik krizlerden biri daha hissedilmiş, yanı başımızdaki ülkelerde önemli değişikliklerin yaşanması ile de güvenlikçi politikalar ve refleksler terk edilememiş, kısacası bu sıkışmışlık içerisinde bir sistem için asıl olan meseleler konuşulamamıştır.
Bu durum çok geçmeden yeni anayasa ihtiyacına duyulan ihtiyacı ortaya koymuştur. Çünkü devlet sisteminde problemler ve aksaklıklar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunlarla ilgili olarak öncelikle bürokrasi noktasında birkaç gözlemime ve öneriye yer vermek istiyorum:
Bürokrasimize Yönelik Gözlemler ve Öneriler
Genel müdürlük, daire başkanlığı gibi makamlar için şartlar yeniden kurgulanmalı, “kurumda belli bir süre çalışma........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein
John Nosta
Rachel Marsden