Türkiye’de demokrasinin daha çok pratiğiyle ilgilenilir. Ancak hukukçular ve siyaset bilimci meslektaşlarım bilirler ki bir de demokrasi felsefesi diye bir şey vardır, ki bu bizi kişi/kurum/kültürün köküne götürür. Nedir bu? En geniş tanımıyla, bir toplumun doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini yönetecek olan kanunların ve/veya bağlı olacağı toplum sözleşmesinin yapımına katılmasıdır.

Peki, bu temsili demokrasilerde nasıl olur? Elbette milletvekilleri aracılığıyla ve yasama organı olan meclisle. İşte bu noktada, Can Atalay meselesinde açık şekilde ortaya çıktığı gibi, halkı yasama süreçlerinin dışına atan, demokratik kültürün en temel ilkesinden bile nasibini almamış bir iktidarla karşı karşıyayız. Üstelik iktidar, her zaman yaptığı gibi bu konuda da önce yapay bir kriz yaratıp, sonra iki aktör arasında (bu olayda Yargıtay ve AYM) bir çatışmaya dönüştürüp demokrasinin gerektirdiği müzakere ve tartışma zemini ortadan kaldırıp hepimizi bu ikili kutup içinde bir seçim yapmaya zorluyor.

Ancak bu kez, demokratik rejimin özünü, yani egemenliğin millete ait olma durumunu hedef alıyor. Başka bir ifadeyle, demokratik rejimin en önemli unsuru olan ve siyasi iktidarın hukuk kurallarıyla sınırlanmasıyla kuvvetler ayrılığına dayanan sınırlı ve sorumlu iktidar olma hali ortadan kalkıyor. Bunun anlamı ise anayasanın üstünlüğü, yani tüm devlet organlarının yetki ve sınırlarının anayasa tarafından belirlenmesi ilkesiyle alt seviyedeki normun üst seviyedeki norma aykırı olamayacağı ilkesinin ortadan kalkmasıdır.

Nitekim anayasa, iktidar her sıkıştığında yenilenebilecek bir şey değildir. Eğer böyle olursa anayasa kılıflı bir anomali hali var demektir. Daha açık ifade etmem gerekirse; mevzubahis anayasa olduğunda toplumların bir tercih yapması gerekir: Ya anayasa sıradan kanunlar gibi iktidar gücünü elinde bulunduran tarafından istenildiği zaman değiştirilebilecek bir şey olacaktır ya da böyle aleladeleşmeyip, keyfi biçimde değiştirilemeyecek bir üst kanun olacaktır. Eğer ilki gerçekleşirse sınırlı ve sorumlu bir iktidar ile mutlak bir iktidar arasında, yani demokrasi ve mutlakıyet arasında hiçbir fark kalmayacaktır.

Peki, bunun zararı ne diye sorarsanız, bir Alman dostumun bana söylediği şu sözler canlanır zihnimde:

“Toplumlar dönem dönem rule ve ruler (kural ve kral) arasında tercih yaparlar. Kralı seçenlerin belinin doğrulduğu görülmemiştir. Biz Almanların kurallara bu kadar bağlı olmamızın sebebi, aslında yeni ve kuralsız bir Kral korkusudur.”

Burada anayasal demokratik rejimin ahlaki üstünlüğü ele geçirdiği o basit soruyu hatırlatmam gerekir: Bugünün kuralsız krallığı sizin de içinde bulunduğunuz çoğunluğun lehine işliyor olabilir. Peki ya yarının çoğunluğu ve kuralsız kralı sizden olmazsa?

QOSHE - Kuralsız Krallık ve Anayasasızlaşma - Onur Alp Yılmaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kuralsız Krallık ve Anayasasızlaşma

14 4
07.01.2024

Türkiye’de demokrasinin daha çok pratiğiyle ilgilenilir. Ancak hukukçular ve siyaset bilimci meslektaşlarım bilirler ki bir de demokrasi felsefesi diye bir şey vardır, ki bu bizi kişi/kurum/kültürün köküne götürür. Nedir bu? En geniş tanımıyla, bir toplumun doğrudan ya da dolaylı olarak kendisini yönetecek olan kanunların ve/veya bağlı olacağı toplum sözleşmesinin yapımına katılmasıdır.

Peki, bu temsili demokrasilerde nasıl olur? Elbette milletvekilleri aracılığıyla ve yasama organı olan meclisle. İşte bu noktada, Can Atalay meselesinde açık şekilde ortaya çıktığı gibi, halkı yasama süreçlerinin dışına atan, demokratik kültürün en temel ilkesinden bile nasibini almamış bir iktidarla karşı karşıyayız. Üstelik iktidar, her zaman yaptığı gibi bu konuda da önce yapay bir kriz yaratıp, sonra iki aktör arasında (bu olayda Yargıtay ve AYM) bir çatışmaya dönüştürüp demokrasinin gerektirdiği müzakere........

© HalkTV


Get it on Google Play