Önceki gün bir sinema salonunun fuayesinde şu anda vizyonda olanların yanı sıra ‘pek yakında’ seyirciyle buluşacak yerli filmlerin afişlerindeki ‘kelleleri’ sayarken buldum kendimi! Film afişlerine başrol oyuncularının fotoğraflarının konulmasıyla bir derdim yok ama bir afişte 18 oyuncunun fotoğrafının yer alması neyin kafası merak ettim doğrusu...

Son yıllarda orijinallikten uzak, ‘tutmuş’ filmlerin devamları, 'tutmuş' bir filmin temasından esinlenen, ‘belki bu da tutar’ diye beyazperdeye çalınan mayalar, artık hangisi hangisinindi karıştırdığım üç aşağı beş yukarı birbirinin aynı ünlü sanatçı biyografileri, 3-5 günde çekilmiş izlenimi veren ‘çocuk' filmleri, romantik olamayan romantiklikler, komediler komediler ve de komedilerden geçilmiyor ortalık...

Eli yüzü düzgün birkaç bağımsız filmi saymazsak ana akım yerli sinemada orijinal bir şey bulmak samanlıkta iğne bulmaktan zor. Sonuçta ticari bir iş yapılıyor, yapımcılar elbette kazanacakları paraya bakıyorlar ve ‘güvenli’ alanın dışına çıkmak istemiyorlar anlıyorum ama birkaç yüz sinema salonunda vizyona girip 3-5 bin izlenen, galası yapıldıktan sonra sinemalara gelmeden sırra kadem basan filmlerin arasında, vasatlık denizinde boğulmak üzere olduğumuz bir ortamda biraz daha farklı ve cesur olana yatırım yapmanın zamanı gelmedi mi?

KÜLTÜR POPÜLİST FİKİRLERLE ZEHİRLENİYOR

İngiliz komedyen Mathew Baynton’ın geçenlerde yaptığı bir açıklamayı okurken bu ‘orijinal fikirlere’ yatırım yapmama konusunda ülkemizin yalnız olmadığını fark ettim. Baynton, bugünlerde sanata para yatıran yapımcıları bir projeye ikna etmek için önceden denenmiş ve tutmuş bir formülü onlara sunmaktan başka çaresinin olmadığını söylüyor: “Gişe rekorları kıran bir aile filmi için yapımcıdan yeşil ışık almanız imkansız! İlla daha önceden yapılmış ‘fikri mülkiyet’i olan bir iş göstermelisiniz. Bu çok üzücü...”

The Telegraph’tan Ben Lawrence, Mathew Baynton’a hak veriyor. ‘Kültür tembel, özgün olmayan, popülist fikirlerle zehirleniyor’ başlıklı yazısında Lawrence, kültür hayatının uzun süredir ‘özgün bir parıltı’ sahibi eserlerden ziyade ‘yerleşik markalar’dan beslendiğini söylüyor: “Sanat hep özgün işler sayesinde gelişti ve ayakta kaldı ancak bu durumun artık tehlike altında olduğunu düşünüyorum.”

Buradaki ‘yerleşik markalar’ tabirini bizim kültür sanat ortamımız için ‘tutmuş işler’ diye çevirebiliriz sanırım. “Şu iş tutmuş o zaman biz de onun benzeri bir şey yapalım iki de ünlü koyarız başrole olup biter” desturuyla yapılmış işlerden geçilmiyor ortalık.

BİRBİRİNİN AYNI DİZELER ÖZGÜNLÜĞÜN CANINA OKUYOR

Ben Lawrence bu ‘orijinallik’ fakiri ortamın sorumlusu olarak televizyonu gösteriyor.

Bizde de suçlunun aynı mecra olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım!

Her akşam ekranda üç aşağı beş yukarı aynı formülle yazılmış, aynı formülle çekilmiş ve aynı formülle oynanmış diziler sanatın olmazsa olmazı olan ‘özgünlüğün’ canına okuyor. Büyük promosyon kampanyalarıyla başlayan ‘işler’ birkaç bölüm olmadan sessiz sedasız yayından kalkıyor. Bir akşam önce 'ailelerinin geçmiş sırları' nedeniyle kavuşamayan holding patronu esas oğlan ile fakir kız ertesi akşam bir başka kanalda davullu zurnalı düğün yapıyor ve biz gram şaşırmıyoruz! Bitmek bilmeyen tek bir ‘diziyi’ izliyor gibiyiz, özünde... Ama ne yapalım ‘oyun böyle oynanıyor’ işte!

Başlangıçta bu 'özgün fikirler için' dijital platformlardan ümitliydim ama malesef arada da 'vasatlığa abone' olmuş durumdayız!

YENİ ŞARKICILARIMIZIN ÇOĞU BİRER ‘İBRAHİM AUTOTUNE’

Geçen bir hafta boyunca yerli müzik aleminde neler oluyor diye Spotify’da listeler arasında gezinip durdum. Bir an geldi tıpkı ‘tek bir dizi izliyormuş gibi ‘tek bir şarkı dinlediğimi’ düşünmeye başladım.

Çoğu şarkıda şarkıcıların sesi, metalik boş bir tencerede tıngırdıyormuş gibi geldi kulağıma. Ses güzelliği kimin umurunda! Yeni starlarımızın neredeyse hepsi birer ‘İbrahim Autotune!’

Ben Lawrence, ‘aynı sample’ların çeşitli versiyonları üzerinden benzer işlerin üretildiğini söylüyor. Beyonce’nin, Usher’in, Arina Grande’nin eski işlerine sarıldığı örneklerini veriyor. Saygı albümleri ve cover’lardan medet uman müzik dünyası da ‘özgünlükten’ten uzaklaşıyor. Kayahan’a saygı albümü yapmak sonuçta yeni bir Kayahan’ı bulup ortaya çıkarmaktan daha kolay.

NİTELİĞİN İKİNCİ PALANDA OLDUĞU BİR TİYATRO BU

Tiyatro aşığı bir arkadaşım önceki gün yeni çıkan oyunlara yetişemediğini söylüyordu: “Bu kadar çok oyunun bir şekilde sahnelenmesi beni çok sevindiriyor ama diğer taraftan da çok üzülüyorum ‘işte bu’ diyeceğim oyun sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor.”

James bir şarkısında “İstiridye sahip olabilirsin ama bu inciyi bulduğun anlamına gelmez” diyordu.

Evet tiyatro salonları ‘istiridye’ kaynıyor ama maalesef ‘inci’ konusunda aynı bolluk söz konusu değil.

Koca koca oyuncular ‘er meydanı’ tiyatroda ‘tuş’ oluyorlar... İşin kötüsü kimse onlara ‘tuş’ olduklarını da söylemiyor. Ne de olsa tüm gösteriler ‘kapalı gişe!’

İşte bütün mesele de bu!

Orijinal, farklı, yaratıcı bir iş peşinde koşmuyor kimse... Aynı sezonda bazen birkaç farklı dizide rol alan, sosyal medyada bilmem kaç milyon takipçili ‘esas oğlanlar’ı, ‘esas kızlar’ı ‘kanlı canlı’ seyircinin önüne çıkarıp ‘kapalı gişe’yi garantilemek mesele!

Esas oğlanlar, esas kızlar ‘er meydanı’nda ‘oyunculukları’nı ispatlıyor, yapımcılar gişeler ne kadar kapalı ona bakıyor, seyirciler de bir gece önce dizisinin izlediği oyuncuya birkaç metre uzaktan bakmanın hazzıyla evine dönüyor. ‘Niteliğin’ ikinci planda kaldığı bir ‘tiyatro’nun oyuncuları olarak herkes halinden memnun; bana n’oluyorsa...

SIRADANLIK, VASATLIK EDEBİYATA DA BULAŞTI

Durum edebiyatta da çok farklı değil korkarım. ‘Edebiyat dergisi’ adı altında çıkan birçok popüler yayında ‘iyi yazı’ diye sunulan ‘vasatlık destanları’ esir almış durumda yazı dünyasını da maalesef!

Bu konuda sözü geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden usta yazar Mario Levi’ye bırakmak istiyorum, o söylemek istediklerimi birkaç ay önce Ümran Avcı’ya verdiği röportajda söylemişti: “Edebiyat her zaman yeni ve umut verici seslere açık. Bunu öğrencilerimde görüyorum. Yayımlanmış kitapları var artık. Önemli ödüller de alıyorlar. Zaten almasalar da fark etmez. Mesele orada değil. Asıl mesele sıradanlığın, vasatlığın bizim buralara da bulaşmış olmasında. Üstelik bunlar edebiyat adı altında yapılıyor. Tabii onları yücelten okurlar da var. Sistem kurulmuş. Ne diyeyim? Gülümseyip geçiyorum. 81 milyonluk bu ülkede 10 binden çok has edebiyat okuru var mı? Haydi gelin bu soruya cevap verin.”

Ben Lawrence’ın ‘Kültür tembel, özgün olmayan, popülist fikirlerle zehirleniyor’ başlıklı yazısını okurken İngiltere’yi değil de bizim ülkemizi anlatıyor gibi geldi bana. O yüzden onun sözleriyle bitireyim dilimiz farklı ama derdimiz aynı: “Bazen biz tüketicilerin seçimlerimizi yaparken daha yaratıcı olmamız gerektiğini düşünüyorum; sonuçta bizi etkileyen algoritmik verileri etkileme gücüne sahibiz. Müşteri her zaman haklı olabilir ama korkarım ki halk, büyük bir sanat eseri gözünün önüne geldiğinde çoğu zaman bunu anlamaz. Değişimi gerçekleştirmesi gerekenler, sorumlu olanlar, yani elinde para olan yöneticilerdir!”

QOSHE - N'olucak bu sinemanın, tiyatronun müziğin, edebiyatın hali! - Kadir Kaymakçı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

N'olucak bu sinemanın, tiyatronun müziğin, edebiyatın hali!

9 0
09.02.2024

Önceki gün bir sinema salonunun fuayesinde şu anda vizyonda olanların yanı sıra ‘pek yakında’ seyirciyle buluşacak yerli filmlerin afişlerindeki ‘kelleleri’ sayarken buldum kendimi! Film afişlerine başrol oyuncularının fotoğraflarının konulmasıyla bir derdim yok ama bir afişte 18 oyuncunun fotoğrafının yer alması neyin kafası merak ettim doğrusu...

Son yıllarda orijinallikten uzak, ‘tutmuş’ filmlerin devamları, 'tutmuş' bir filmin temasından esinlenen, ‘belki bu da tutar’ diye beyazperdeye çalınan mayalar, artık hangisi hangisinindi karıştırdığım üç aşağı beş yukarı birbirinin aynı ünlü sanatçı biyografileri, 3-5 günde çekilmiş izlenimi veren ‘çocuk' filmleri, romantik olamayan romantiklikler, komediler komediler ve de komedilerden geçilmiyor ortalık...

Eli yüzü düzgün birkaç bağımsız filmi saymazsak ana akım yerli sinemada orijinal bir şey bulmak samanlıkta iğne bulmaktan zor. Sonuçta ticari bir iş yapılıyor, yapımcılar elbette kazanacakları paraya bakıyorlar ve ‘güvenli’ alanın dışına çıkmak istemiyorlar anlıyorum ama birkaç yüz sinema salonunda vizyona girip 3-5 bin izlenen, galası yapıldıktan sonra sinemalara gelmeden sırra kadem basan filmlerin arasında, vasatlık denizinde boğulmak üzere olduğumuz bir ortamda biraz daha farklı ve cesur olana yatırım yapmanın zamanı gelmedi mi?

KÜLTÜR POPÜLİST FİKİRLERLE ZEHİRLENİYOR

İngiliz komedyen Mathew Baynton’ın geçenlerde yaptığı bir açıklamayı okurken bu ‘orijinal fikirlere’ yatırım yapmama konusunda ülkemizin yalnız olmadığını fark ettim. Baynton, bugünlerde sanata para yatıran yapımcıları bir projeye ikna etmek için önceden denenmiş ve tutmuş bir formülü onlara sunmaktan başka çaresinin olmadığını söylüyor: “Gişe rekorları kıran bir aile filmi için yapımcıdan yeşil ışık almanız imkansız! İlla daha önceden yapılmış ‘fikri mülkiyet’i olan bir iş göstermelisiniz. Bu çok üzücü...”

The Telegraph’tan Ben Lawrence, Mathew Baynton’a hak veriyor. ‘Kültür tembel, özgün olmayan, popülist fikirlerle zehirleniyor’ başlıklı yazısında Lawrence, kültür hayatının uzun süredir ‘özgün bir parıltı’ sahibi eserlerden ziyade ‘yerleşik markalar’dan beslendiğini söylüyor: “Sanat hep özgün işler sayesinde gelişti ve ayakta kaldı ancak bu durumun artık tehlike altında olduğunu düşünüyorum.”

Buradaki ‘yerleşik markalar’ tabirini bizim kültür sanat ortamımız için ‘tutmuş işler’ diye çevirebiliriz sanırım. “Şu iş........

© Habertürk


Get it on Google Play