Seküler radikalleşme
Sekülerlik ve laiklik, modern siyasal düşüncenin temel kavramlarından biri olmakla birlikte, her coğrafyada farklı tarihsel deneyimlerden beslenmiş, bu nedenle de farklı anlam katmanlarıyla şekillenmiştir. Batı Avrupa'da sekülerlik, dinî kurumların siyasi otorite üzerindeki etkisini sınırlamak ve bireylerin vicdan özgürlüğünü güvence altına almak amacıyla gelişmiştir. Fransız tipi katı laiklik, özellikle Katolik Kilisesi'nin siyasal gücünü kırma hedefiyle şekillenmiş; Anglo-Sakson modelde ise devlet, dini dışlamayan fakat tarafsız kalan bir hakem rolü üstlenmiştir. Her iki yaklaşımda da ortak nokta, dinin kamusal alan üzerindeki belirleyiciliğinin sınırlandırılmasıdır. Ancak bu sınırlandırma, inancı veya inançlı bireyleri aşağılamak anlamına gelmez; bilakis farklı inançların bir arada yaşayabileceği çoğulcu bir düzenin inşası hedeflenmiştir.
Türkiye’de sekülerliğin tarihi, yüzeyde bir ilerleme ve modernleşme hikâyesi olarak okunmaya elverişlidir. Ancak bu hikâyenin derinlerinde, halkla mesafeli bir seçkinler zümresinin, devlet aygıtını kullanarak toplum mühendisliğine giriştiği daha karmaşık ve sancılı bir süreç gizlidir. Sekülerlik bu topraklarda, Batı’daki gibi kilise ile devlet arasındaki tarihsel mücadeleden değil, imparatorluktan ulus devlete geçişin sancıları içinde, çoğu kez halkın iradesine rağmen uygulanan bir ideolojik dayatma olarak tecrübe edilmiştir. Bu da laikliğin, zamanla toplumun önemli bir kesimi tarafından bir özgürlük ilkesi değil, bir bastırma aygıtı olarak algılanmasına yol açmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, laiklik projesi daha radikal biçimde uygulanmaya başlandı. Halifeliğin kaldırılması (1924), Tekke ve Zaviyelerin kapatılması (1925), Kılık-Kıyafet Kanunu (1925), Türk Medeni Kanunu'nun kabulü (1926) ve ezanın Türkçeleştirilmesi (1932) gibi adımlar, toplumun geleneksel dini hayatını hızla geri plana itmeyi amaçlıyordu. Bu reformlar modernleşme idealiyle uyumluydu; ancak halkın inanç dünyasına gösterilen sınırlı empati, sekülerliğin halk nazarında dışsal ve dayatmacı bir kimlik kazanmasına yol açtı.
Tek Parti dönemi boyunca laiklik, neredeyse bir “resmî ideoloji” hâline geldi. Devlet, yalnızca dini değil, aynı zamanda halkın kadim kültürel kodlarını da kontrol etme ve dönüştürme arzusundaydı. Özellikle köylü kesimin dinî pratikleri, cehalet ve gerilikle özdeşleştirilerek, seküler elitin “medenileştirme misyonu” adı altında hedef haline getirildi. Bu yıllarda laiklik, toplumun geniş kesimleriyle barışık bir zemin kurmak yerine, yukarıdan aşağıya homojenleştirici bir ideolojik baskıya dönüştü.
1950 sonrası çok partili hayat, dini kimliğin yeniden kamusal görünürlük kazanmasına imkân tanıdı. Ancak bu süreç, seküler elit çevrelerde “Cumhuriyetin kazanımlarının geri alınması” endişesine neden oldu. Bu endişe, özellikle 28 Şubat süreci ile zirveye ulaştı. Bu dönemde başörtülü öğrenciler üniversitelerden atıldı, dindar kamu çalışanları sistem dışına itildi ve dini kimlik açık bir tehdit unsuru gibi gösterildi. Sekülerlik burada artık sadece bir anayasal ilke değil, doğrudan bir siyasi baskı aracına dönüşmüş, halkın inanç temelli talepleri “irtica tehdidi” söylemiyle bastırılmıştır.
2000’li yıllarda ise, seküler radikalizm yeni bir form kazandı. Bu kez devlet değil, sivil seküler elit çevreler sekülerliği bir “yaşam tarzı üstünlüğü” söylemine dönüştürdü. Başörtüsünü sadece bir inanç değil, bir ideolojik tehdit olarak gören, muhafazakâr bireylerin kültürel alandaki varlığını hazmedemeyen, seküler olmayan her fikri ve estetiği “taşralı, ilkel, gerici” ya da “çağ dışı” olarak etiketleyen bir seküler radikal tutum........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein