Oldukça ilginç bir yaşamı olan Echardt Tolle’un tavsiye üzerine okuduğum keyifli bir kitabı var: Şimdinin Gücü.

Tolle çocukluğundan 22 yaşına dek hiçbir eğitim almayı kabul etmemiş, kendi kendini yetiştirmiş daha sonra Londra Üniversitesi'nde dil dersleri vermeye başlamış; Cambridge Üniversitesi’nde de bir lisansüstü program yürütmüş. Özgür ansiklopedi Wikipedia’da anlattığına göre, Londra’daki zamanının çoğunu oturarak, parklarda uyuyarak veya bir Budist manastırında geçirirmiş. Üniversitede öğrencilerle yaptığı konuşmalar ve fikirleri onu zamanla ruhani bir lider konumuna getirmiş. 29 yaşında ağır bir depresyon geçirmiş. Bu depresyondan sıyrılışı benliğini sorgulamayı bırakıp, zamanda ve mekanda var olan biri olduğunu kabul etmesi ile gerçekleşmiş. “Ben”e fazla anlam yüklemeyip, yaşamı olduğu gibi kabul eden bir varlık haline dönüşmesi onu iyileştirmiş.

İlk kitabı olan 'Şimdinin Gücü' 1997 yılında basılıyor. Amerikalı TV starı Oprah, yazarın kitaplarını övünce dünya çapında baskılar ve tanınırlık geliyor.

Bu kitap insana hep bildiği ama göz ardı ettiği durumları anımsatan bir motivasyon kitabı. Örneğin Tolle şöyle diyor: “…geçmiş size bir kimlik verir ve gelecek de kurtuluş, her ikisi de tatmin olma vaadini taşır. İkisi de yanılsamadır."

Tolle’un kitabından bahsetmemin sebebi, geçtiğimiz hafta, bana şimdinin gücünü hatırlatan bir konferansı izlemiş olmam.

İstanbul Serbest Mimarlar Derneği, savaş ve depremlerle büyük yıkımların yaşandığı bir dönemde önemli bir pratiğin, mimarlığın rolünü, potansiyelini ve güncel etki alanını tartışmaya açan “Mimarlık Ne İşe Yarar?” konferansını geçtiğimiz hafta düzenledi.

15 konuşmacının, 6 oturumda buluştuğu konferansın sadece ilk yarısını takip edebildim ancak bu bile yetti. Banu Uçak moderasyonu ile tüm gün konukları bir araya getiren etkinliğin açılış konuşmasını mimar, yazar ve çizer Ertuğ Uçar yaptı. Uçar, "Bir Binadan Ne Bekleriz?" sorusunu Maslow’un ihtiyaç grafiği üzerinden betimledi ve aslında bir yapıdan, söz gelimi bir evden isteyebileceğimiz tüm insani beklentilerin, eğer o ev bir gecede başımıza çöküyorsa ve bizi öldürüyorsa anlamsızlaşacağından dem vurdu. Nasıl da doğru!

Bu çarpıcı açılıştan sonra devam eden konferans şu soruları da sordu: “Hayatta Kalmak İçin Mimarlık”, “Umut İçin Mimarlık”, “Başka Nasıl Yapılır?”, “Tasarım Pahalı Bir Şey Midir?” ve nihayetinde konferansın ana başlığı olan “Mimarlık Ne İşe Yarar?”...

6 Şubat depremlerinin ardından “biz neler yapabiliriz?” sorusuyla yola çıkan ve depremlerden zarar gören mimarlık öğrencilerine yönelik geçen yıl “Staj Destek Programı”nı gerçekleştiren İstanbul Serbest Mimarlar Derneği - İstanbulSMD, depremlerin üzerinden geçen tam bir yıllık sürecin ardından “mimarlığın iyileştirici rolü”ne odaklanarak böyle bir konferansı düzenlemek istemiş. İzleyebildiğim ilk yarısında öyle değerli insanları tanıma fırsatı buldum ki, iyi ki de düzenlemişler diye düşündüm.

Bu konuklardan ilki, mimari restorasyon alanında çalışmalarını sürdüren ve deprem sonrası bir avuç gönüllü ve ilgili ile, Antakya’daki tarihi ve kültürel mirasın izlerine nasıl da düştüklerini, yetişemeyişlerini göz yaşları ile aktaran umut dolu bir mimar olan Aslı Özbay ile aynı sahneyi paylaşan Marwa Al Sabouni idi.

Marwa, Suriyeli bir mimar; savaş sonrası yazarlık kariyeri ağır basıyor çünkü yaşadıklarını paylaşması gerektiğine inanmış ve bu yola çıkmış.. Banu’nun belirttiğine göre onu yaşadığı Humus’tan İstanbul’a getirebilmek için bile çok zorlanılmış. Tabii bir savaşın varlığını bilmek, onun hakkında her gün haber okumak bir yana, onun gerçekliği içinde eylem halinde olmak başka şeyler.

Marwa mimarlığı aslında çok da isteyerek seçmemiş; bizdekine benzer ve puantaja dayalı bir sistem sonucu kendini mimarlık okurken bulmuş. Çok da sevmediğini anlatıyor farklı bir röportajında; zira iş imkanlarının kısıtlı olduğu gerçeği var ülkesinde. İrili ufaklı işler yaparken daha hayatının en verimli ve heyecanlı zamanında ortaya çıkan savaş sonrası yaşadığı yeri terk etmeyen az insandan biri olarak kalıyor evinde. İki çocuk annesi Marwa’nın en önemli destekçisi kuşkusuz hayat arkadaşı eşi.

Buradaki yaşam mücadelesinin içinde, Marwa yazdığı kitaplarla hem yaşadıklarını belgelemeye başlıyor hem de kentleşme, evlerimiz, mimarlık gibi alanlarda profesyonel görüşler ve düşünceler üretiyor. Yıllar içinde pek çok kitabı olan, konuşmalar yapan, dersler veren bir isme dönüşüyor. Marwa bu süreci şöyle anlatıyor:

“İlk kitabım The Battle for Home (Ev İçin Savaş)'u çatımın üzerinden füzeler uçarken yazdım. Şehrim savaşla kasıp kavruluyordu ve ben ve ailem yıllar boyunca bu ateşin içinde yaşadık. Yazarken; elektrik kesintileri ve diğer tüm temel hizmetlerin ve olanakların yokluğunda gezinmek zorunda kaldım. Ailemle birlikte birkaç mumla aydınlatılan ve sürekli çekim yapılan dondurucu soğuk bir odada oturduğumuz zamanlar oldu, her birimizin elinde bir kitap ya da resim kağıdı vardı. Kitap yazmak, etrafımda olup bitenlere verdiğim bir tepkiydi. Ne bir beklentim vardı ne de yayıncılık dünyası hakkında bir fikrim. Bu nedenle, kitabın şans eseri aldığı uluslararası övgü ve geniş başarı tahminlerimin ötesindeydi. Dünyanın farklı yerlerine ziyaretler ve farklı bağlamlarda farklı kültürlerle buluşmalar başladı. Yolda çok şey öğreniyordum; bu da beni ikinci kitabım Building for Hope'u (Umut için İnşa Etmek) yazmaya yöneltti: bu kitap, güç sahibi insanlardan, profesyonellerden ve meraklı halktan görüştüğüm çok çeşitli insanlardan aldığım soruları yanıtlama girişimimdi. Ancak, özünde tüm sorular tek bir ana kaygıya indirgeniyordu: Bu kadar çok kayıp ve kayboluşun yaşandığı bir çağda nasıl yeniden inşa edeceğiz; ve beni Umudun İnşası'nı yazmaya iten de buydu. Ancak kitap Covid'in yasaklı ve engelli günlerine denk geldi.“

Marwa’nın konferanstaki sözleri de umut doluydu ve bu duygu sahneden hepimize doğru geçti. Savaş ve deprem sonrası yıkımın olumsuz sonuçlarının büyüklüğü söz konusu olduğunda, bu kadar pozitif kalmayı nasıl başarıyorsun diye sorduğumda,

“Kendimi olumlu ya da olumsuz bir insan olarak görmüyorum: Hem doğam hem de eğitimim gereği gerçekçi olduğumu iddia etmek isterim. Sorun çözme pratiği yapmak için olayları olduğu gibi görmem gerekiyor. Gerisiyle ben ilgilenirim; sorumluluğumun en iyi yeteneklerimin sınırında durduğuna olan inancımdan. Ve sonuçların açık olmadığı ya da görülmediği durumlarda bile, önemli olanın bir ilke ve inançla önemli olanı yapmakta sebat etmek olduğuna olan inancımla.” Diye yanıtlıyor.

Onu en çok zayıflatan, en çok inciten deneyimi soruyorum. “Zayıflatmak incitmekten farklıdır. 'Seni öldürmeyen şey güçlendirir' der eski bir söz. Bu yüzden bir insanın hayatta yaşadığı her şeyin bir eğitim deneyimi olduğuna gerçekten inanıyorum; dersleri kucaklamak ya da onlardan kaçmaya çalışmak bize kalmış. Ancak; çok fazla acı ve gözyaşı vardı ve olmaya da devam ediyor. İnanılmaz güzellikte ama bir o kadar da acı ve ıstırabın yaşandığı bir ülkede yaşıyorum. Ve her gün etrafımda bu acı ve ıstırabı görmek kalbimi kırıyor. Tek bir örnek vermem gerekirse; o kadar çok acıya ve istismara maruz kalmış ki yaşlı birer insan haline gelmiş çocukların gözleriyle tanışmak diyebilirim. Bugün; Gazze'deki soykırımı görmek beni perişan ediyor ve çaresizliğimi kalbimde büyük bir ağırlıkla taşıyorum” diyor.

Kendi sokakları yıkım içinde olan Marwa, öyle bir dünya insanı ki, başkalarının kendine odaklanarak haklı biçimde şikayet edebileceği bir ortamdan, dünyanın başka bir coğrafyasındaki savaş ve yıkım ile duygudaşlığı elden bırakmıyor.

Savaşlarla değil belki ama depremle kentlerini yitirmiş ve yeniden yapmanın sorumluluğunu taşıyan bizler için soruyorum, sence bir kenti kent yapan nedir? Diye. Marwa’nın kitapları aslında bu konudaki fikirleri ile dolu ama özetliyor:

“Building for Hope'da yazdığım gibi ticaret şehrin özüdür; ancak ne tür bir ticaret olduğu ve onu neyin yönettiği kilit önemdedir ve kitapta bunu vurgulamaya çalışıyorum. Kenti bir kavram olarak öne çıkaran bir başka şey de toplumunun doğasıdır: yaşamı ve yarattıklarını geliştirmek amacıyla bir araya gelen yabancılar toplumu (örneğin bir köy ya da kabileden farklı olarak). Bugün bu tür bir şehre nadiren rastlayabiliyoruz; çünkü kitaplarda da belirttiğim gibi bu şehir saldırı altında.”

Marwa bahsettiği saldırının sadece savaşlarla veya doğal afetlerle olmadığına konuşmasında da vurgu yapıyor.

Yeni şehrin inşası sırasında yapılan/yapılabilecek yaygın hatalar günümüzde mimarlık ve tasarım çevrelerinde sıkça tartıştığımız konular. Katıldığım bu konferansın da hemen her sorusu ve konuşmacısı zaten aklında bu deli soruları barındırarak paylaşımda bulunuyor. Marwa’nın fikrini merak ediyorum:

“İnsanla insan, insanla mekân arasındaki organik bağların sabote edilmesi modernitenin en büyük hatası ve suçudur. Modernizm, iki büyük savaş sonrasında tüm kentlerin çehresini değiştiren bir araçtı. Ve benim geldiğim ve yaşadığım bölge gibi bir bölge söz konusu olduğunda; sömürgeci tahakküm ve kontrol yaratmanın bir aracıydı. Birleşik toplumlar güç tarafından öldürüldü çünkü bu daha az kâr ve daha fazla özgürlük anlamına geliyordu. Mimari, mümkün olan her şekilde parçalamak için kullanıldı ve öyle olmaya devam ediyor. Ayrıştırmak ve sivil denetime erişim sağlamak için geniş yollar oluşturmaktan, karakter ve kimlik özelliklerini yok etmeye kadar…. Sonsuz bir 'daha fazla' arayışı yaratıldı ve bugün dünyanın her yerinde gördüğümüz inanılmaz boyutlardaki eşitsizlik ve bölünme ortaya çıktı.” Verdiği bu cevap bugün Türkiye’de deprem sonrası yaşadığımız adaletsizliklerin, belirsizliklerin, kuralsızlıkların sadece bize özgü olmayan evrensel bir gidişat olduğunu bana bir kez daha hatırlatıyor. Düşünüyorum: Hâl böyle iken mimarlarla mimarların konuştuğu bu konferanstaki tüm bu değerli paylaşımlarımız bu büyük sorunun hangi paydaşına etki edebilecek diye.

Marwa ile kısa tanışıklığım ve söyleşim, onun, artık ne kadar olabilirse, gelecek için planları ile son buluyor: “Savaş bana pek çok ders verdi; en önemli derslerden biri geleceğin tahmin edilemeyeceği ve her ne kadar beklenen bir şey gibi görünse de aslında hiçbir zaman öyle olmadığıdır. Hiç kimse Suriye'deki savaşı önceden tahmin edemedi; en ünlü uzmanlar bile. Olayların her iki yöne de gitme ihtimali yüzde 50 ve biz insanlar bu ikisi arasındaki ince çizgide denge kurmaya çalışıyoruz. Bu nedenle, gelecek üzerinde düşünerek zamanımı boşa harcamıyorum, yaratıcıma ve O'nun yarattıklarını yönettiğine dair sarsılmaz bir inancım var; ve şimdi sadece ayak uydurmak için elimden gelenin en iyisini yapmam gerekiyor.”

İşte şimdinin ve varolmanın gücü!

Tolle kitabında şöyle diyor:

"Kendinizi, içinde bulunduğunuz bir durum, diğer insanların yaptıkları ya da söyledikleri, çevreniz, yaşam durumunuz, hatta hava durumu hakkında konuşurken ya da düşünürken şikayet ederken yakalayıp yakalayamadığınıza bakın. Şikâyet etmek her zaman olanı kabul etmemektir. Her zaman bilinçdışı bir negatif yük taşır. Şikâyet ettiğinizde, kendinizi bir kurban haline getirirsiniz. Sesinizi yükselttiğinizde ise kendi gücünüze sahip olursunuz. O halde harekete geçerek ya da gerekirse veya mümkünse konuşarak durumu değiştirin; durumu terk edin ya da kabullenin. Geri kalan her şey deliliktir."

Marwa, bu satırların canlı, inanması güç bir delili gibi.

Bu kısacık yarım günde hem dinleme, hem tanıma, hem de söyleşme şansı bulduğum diğer bir kişi ise Tayvanlı Dr. Chen-Yu Chiu.

Kendisine kısaca Cho diyoruz. Cho, omzunda çapraz biçimde asılmış horoz şeklinde bir çanta ile çıkıyor sahneye. Hikayesi hepimizi öyle etkiliyor ki, soluksuz dinliyor ve sözleri biter bitmez ayağa fırlıyoruz alkışlamak için. Coşkumuza biraz utanç karışık. Utanç mı? Neden? dediğinizi duyar gibiyim. Cho, ülkesinden gelip bizim ülkemizde Reyhanlı’da bir toplum merkezini kendi tasarımı ile inşa eden bir mimar; sadece inşa etmekle kalmamış, burada topluluk olabilme kültürünü yerel yönetim ve halk ile kurduğu bağlarla motive etmiş, bunu başarıya ulaştırmış bir koca yürek. Bu merkez onun yaşamı olmuş.

Suriye savaşından sonra Reyhanlı’ya sığınan göçmenler için Tayvan hükümeti tarafından yapılması kararlaştırılan Dünya Vatandaşları Merkezi, ciddi bir kriz yaşayan Hatay’ın bu beldesine destek sağlamak amacını taşıyor. Bilkent Üniversitesi’nde ders veren mimar Prof. Dr. Chiu Chen Yu, girişimlerini hükümetlerine anlattıklarını onların ise yer olarak Reyhanlı’yı işaret ettiğini belirtiyor. Derhal, beldenin yerel yöneticileri ile tanışmış, bu süreçte bu yöneticiler değişmiş, bütçeler bitmiş ama Cho yılmamış. Bize hikayesini yer yer esprili yer yer boğaz düğümletici bir biçimde anlattı. Dünya Vatandaşları Merkezi, bir istihdam projesi, zira bu insanların hem sosyal hem duygusal rehabilitasyon ihtiyaçlarının yanında asıl ve en geçerli gerçek yaşamlarını sürdürebilmeleri.

Mimari tasarımını Cho’nun çizdiği projede yerel yönetim, halk ve bir dizi gönüllülerle stajyerler birlikte çalışmış.

Cho ile tanışınca ona sadece teşekkür etmek ve biraz ileri gidip sarılmak istiyorsunuz. Kelimeler bitiyor. Konferansın moderatorü Banu Uçak da onu sahneye sarılarak davet etti; konuşma sonrasında bir araya geldiğimizde ben de aynı duyguya kapıldım. Bu insani bir iç güdü olsa gerek. İnsanlık dil, din, ırk, coğrafya fark etmeksizin hep aynı.

Ona ilk olarak seni bu proje için motive eden dürtü ne oldu diye soruyorum; “Bir şey yapmam gerektiğini hissettim, bir şey yapabileceğimi hissettim, bir gün gelecek başaramayacağımı biliyorum ama en azından şu anda deniyorum” diye cevap veriyor.

2011’de başlayan savaştan sonra 5.6 milyondan fazla insan Suriye’den kaçıp daha güvenli bir yer arayışıyla Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi ülkelere sığındı. (UNHCR, 2018). Türkiye bu süreç içinde tek başına açıklanan rakamlara göre 4.5 milyon kadar Suriyeli insana sığınak oldu. Bu sayının en az yüzde 90’ı mülteci kampları dışında kentte yaşıyor, bu sayının üçte ikisini kadınlar ve çocuklar oluşturuyor. Suriyeli çocukların yaklaşık yüzde 40’ı (yani yüzbinlerce çocuk) eğitim ve temel sağlık hizmetinden mahrum.

Cho, çocuklardan, açlıktan her bahsettiğinde göz yaşları ile anlatıyor hikayesini ve adaletsizliğe meydan okuyor. Reyhanlı’daki bu projenin temel amacınının umut vermek olduğunu belirtiyor Cho. Daha iyi bir gelecek için umut, daha eşitlikçi ve sürdürülebilir bir gelecekten söz ediyor.

Hafif strüktür ile inşa edilmiş 58 üniteden oluşan yapı açılışının ardından deprem felaketine yakalanıyor. Savaştan kaçanların sığındığı, sıklıkla sokaklarında arabaların patlayabildiği, bombaların düşebildiği bir sınır beldesinde başınıza gelebilecek en fena şey yüz yılda bir olan büyük bir depremden başka ne olabilir?

Hiç hasar almayan bu yapı, hemen bölgedeki insanların sığınağına dönüşüyor; sonraki gelişmeleri tahmin edebilirsiniz.. Merkezde komünite yaşamı halen devam ediyor. İçinde kendi tarım alanları bulunan, kendi enerjisini dönüştüren, çocuklar için oyun alanları, yerli kadınlar için sanat ve eğitim faaliyetleri yürütülen bir vaha ortaya çıkan. Cho her gün 300-400 kadar çocuğun ve 500 kadının merkezde veya merkezle ilgili bir şeylerle meşgul olduğundan söz ediyor. Buradaki kapsamlı etkinlikleri sürdürebilmek ve temel ihtiyaçları sağlayabilmek için her ay ortalama 70 bin Amerikan Doları bir bütçe gerektiğinden bahsediyor; bunları yerel yönetim fonları -artık - karşılayamadığı için sıkça seyahat ediyor ve fon bulmaya çalışıyor Türkiye’den destek veren kuruluş veya şirket olup olmadığını soruyorum “yok” diye cevap veriyor.

Merkezin finans yapısının yüzde 50'si bireysel bağışçılardan oluşuyormuş ve bunların da yüzde 95'ini Tayvanlılar oluşturuyormuş. Zaten gelir getirmek üzere yerel halkla yaptığı üretimleri internetten satıyorlar*; bunların da alıcısı çoğunlukla Tayvanlı. Türkiye’de projenin tanınmamasına bağlıyorum bu acı ve biraz da buruk gerçeği. Cho bir gün Türkiyeli bağışçılarla da buluşabilmeyi diliyor, ve ben bu satırları okuyan sizlerle başlayabileceğimizi düşünüyorum. Türkiye’de karşılaştığı insanları zaten çok cömert yardımsever ve sıcak buluyor ve “aksi takdirde bu merkezi birlikte inşa edemezdik” diye ekliyor.

Bu süreçte onu en çok zorlayan şeyin ne olduğunu soruyorum:

“Herkesin güvenini ve desteğini nasıl kazanırsın? Ve kaynakları, fırsatları, imkanları, umut ile birlikte herkese nasıl eşit ve adil biçimde dağıtırsın? Diye yanıtlıyor. Bu iki basit gibi görünen ama ağır soru, sanıyorum bölgede karşılaştığımız place making (yer yapma) / community building ( komünite geliştirme) olarak tanımladığımız tasarım kavramların temel noktası.

Merkezin programlanması, tasarımı, inşası, kullanım senaryoları biz tasarım profesyonellerinin mesleki becerisi ancak pek çoğumuz bunu bunca net ve yalın bir biçimde amacına uygun biçimde yapmıyoruz. Cho ise bu sürecin daha kapsayıcı ve bütünleştirici bir toplum inşa etmenin tek yolu olduğunu belirtiyor.

Bir gün bol ödüllü ** bu yapının yok olacağını, yıkılacağını çünkü ona gerek kalmayacağını belirtiyor. O gün gerçek eşitlikçi bir yaşamın insanlığı bulacağına, tüm renklerin aynı potada buluşacağına olan umudu tam.

Şimdinin Gücü’nü bana hatırlatan bu harika insan kafamda Tolle’un şu sözünü çınlatıyor:

“Herhangi bir eylem genellikle eylemsizlikten daha iyidir, özellikle de uzun süredir mutsuz bir durumda sıkışıp kaldıysanız. Eğer bu bir hataysa, en azından bir şeyler öğrenirsiniz ve bu durumda artık bir hata olmaktan çıkar. Eğer takılıp kalırsanız, hiçbir şey öğrenemezsiniz."

Dikkatimizi dağıtan pek çok unsurla dolu olan dünyamız bize kocaman mazeretlerle dolu bir sırt çantası yüklüyor. Bu çantadaki yükümüz her gün biraz daha ağırlaşırken ne yürüdüğümüz yoldan keyif, ne de varacağımız hedefe dair umutlarımızdan feyz alamıyoruz. Oysa açık ki bazen sadece harekete geçmek ve anı yakalamak gerekli.

Bunun cesaret ve kararlılık gerektirdiğini, rahat ve güvenceli alanımızdan çıkmanın zor olduğunu biliriz. Ama işte bir kez harekete geçtiğimizde, istediğimiz sonuçlara doğru somut bir ilerleme kaydetmeye başlıyoruz. Yapmak, öğrenmemizi, büyümeyi ve yeni beceriler geliştirmemizi sağlıyor.

Tasarımcılar sadece planlayanlar olmamalı, her zaman yapanlar (veya yapımı kontrol edenler, yönlendirenler) da olmalı görüşünü savunanlardanım. Tasarlayan ve yapanın farklılaştığı her üretimde bu kopukluğun sonuç ürüne nasıl yansıdığını etrafımızı saran yapılarda, kullandığımız eşyalarda, zamanımızı geçirdiğimiz mekanlarda deneyimliyoruz. Yapmanın gücü, düşüncelerimizi ve fikirlerimizi gerçeğe dönüştürme yeteneğinde yatar. Ön görülerimizi hayata geçirmeden, gereken adımları atmaksızın, aşırı düşünmek ve plan yapmak kolaydır. Harekete geçerek, momentum oluştururuz ve başarı için temeli oluştururuz.

Dahası, yapmanın eylemi özgüvenimizi ve özsaygımızı artırabilir. Ne kadar önemsiz görünse de, her küçük başarı, başarı ve ilerleme hissine katkıda bulunur. Bu olumlu hisler, bizi harekete geçmeye ve hedeflerimizi tutku ve kararlılıkla takip etmeye teşvik eder. Bunları düşünceyi küçümsemek, planlamayı değersizleştirmek için yazmıyorum. Her aşamanın gerekli olduğunu bir tasarımcı olarak en iyi bilenlerdenim; planlama ve tasarım olmadan harekete geçmeyi savunduğum anlaşılmasın; diğer yandan eğer düşleri uzatırsak, galiba birileri boşlukları dolduruyor, sizin yerinize kararlar alıyor ve kendince yapmaya başlıyor. Bu gündelik ofis işlerinden, kent inşa etmeye dek yer yerde böyle. Fazla idealizm ve nitelik peşinde koşan küskünlere karşı, vasatlığa kapı açabilen cesur girişimcilerin yer aldığı aşırı uçlardan sakınmak için, denge vurgusunu ortaya koymak niyetindeyim.

Marwa ve Cho ile tanışmış olmak, kafamda dolandırdığım bu düşünceleri kelimelere dökmeme yardımcı oluyor.

Yapmaktan daha öneli olan bir şeş ise, şimdi yapmak. Ertelemeden, beklemeden, bahaneler bulmadan. Şimdi yapmak, önemli olanı önceliklendirmeyi ve bizi hedeflerimize yaklaştıracak görevlere odaklanmayı gerektirir. Disiplin, zaman yönetimi ve bir aciliyet duygusu gerektirir. Şimdi yapmanın gücünü benimsediğimizde, önemli görevleri ertelemek ve onları ertesi güne kadar ertelemek tuzağından kaçınıp onlarla yüzleşiriz.

Dahası, şimdi yapmak sorumluluk ve hesap verebilirlik duygusu kazandırır. Harekete geçmek, eylem ve kararlarımızın sorumluluğunu üstlenmemizi gerektirir; bugünkü seçimlerimizin yarını şekillendirdiğini fark etmemizi sağlar. Proaktif ve kararlı olmak, yaşamlarımızı kontrol altına almamıza ve başarmamıza olanak tanır. Yaratıcı düşüncenin temelinde tasarım olduğu kadar harekete geçmek ve fikirleri gerçekleştirmek vardır.

*Merkezde üretilen ürünlere şuradan ulaşabilirsiniz:

**Cho’nun inşa ettiği merkezin ödüllerine şuradan ulaşabilirsiniz.

QOSHE - Yapmanın gücü - Özlem Yalım
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yapmanın gücü

33 1
25.02.2024

Oldukça ilginç bir yaşamı olan Echardt Tolle’un tavsiye üzerine okuduğum keyifli bir kitabı var: Şimdinin Gücü.

Tolle çocukluğundan 22 yaşına dek hiçbir eğitim almayı kabul etmemiş, kendi kendini yetiştirmiş daha sonra Londra Üniversitesi'nde dil dersleri vermeye başlamış; Cambridge Üniversitesi’nde de bir lisansüstü program yürütmüş. Özgür ansiklopedi Wikipedia’da anlattığına göre, Londra’daki zamanının çoğunu oturarak, parklarda uyuyarak veya bir Budist manastırında geçirirmiş. Üniversitede öğrencilerle yaptığı konuşmalar ve fikirleri onu zamanla ruhani bir lider konumuna getirmiş. 29 yaşında ağır bir depresyon geçirmiş. Bu depresyondan sıyrılışı benliğini sorgulamayı bırakıp, zamanda ve mekanda var olan biri olduğunu kabul etmesi ile gerçekleşmiş. “Ben”e fazla anlam yüklemeyip, yaşamı olduğu gibi kabul eden bir varlık haline dönüşmesi onu iyileştirmiş.

İlk kitabı olan 'Şimdinin Gücü' 1997 yılında basılıyor. Amerikalı TV starı Oprah, yazarın kitaplarını övünce dünya çapında baskılar ve tanınırlık geliyor.

Bu kitap insana hep bildiği ama göz ardı ettiği durumları anımsatan bir motivasyon kitabı. Örneğin Tolle şöyle diyor: “…geçmiş size bir kimlik verir ve gelecek de kurtuluş, her ikisi de tatmin olma vaadini taşır. İkisi de yanılsamadır."

Tolle’un kitabından bahsetmemin sebebi, geçtiğimiz hafta, bana şimdinin gücünü hatırlatan bir konferansı izlemiş olmam.

İstanbul Serbest Mimarlar Derneği, savaş ve depremlerle büyük yıkımların yaşandığı bir dönemde önemli bir pratiğin, mimarlığın rolünü, potansiyelini ve güncel etki alanını tartışmaya açan “Mimarlık Ne İşe Yarar?” konferansını geçtiğimiz hafta düzenledi.

15 konuşmacının, 6 oturumda buluştuğu konferansın sadece ilk yarısını takip edebildim ancak bu bile yetti. Banu Uçak moderasyonu ile tüm gün konukları bir araya getiren etkinliğin açılış konuşmasını mimar, yazar ve çizer Ertuğ Uçar yaptı. Uçar, "Bir Binadan Ne Bekleriz?" sorusunu Maslow’un ihtiyaç grafiği üzerinden betimledi ve aslında bir yapıdan, söz gelimi bir evden isteyebileceğimiz tüm insani beklentilerin, eğer o ev bir gecede başımıza çöküyorsa ve bizi öldürüyorsa anlamsızlaşacağından dem vurdu. Nasıl da doğru!

Bu çarpıcı açılıştan sonra devam eden konferans şu soruları da sordu: “Hayatta Kalmak İçin Mimarlık”, “Umut İçin Mimarlık”, “Başka Nasıl Yapılır?”, “Tasarım Pahalı Bir Şey Midir?” ve nihayetinde konferansın ana başlığı olan “Mimarlık Ne İşe Yarar?”...

6 Şubat depremlerinin ardından “biz neler yapabiliriz?” sorusuyla yola çıkan ve depremlerden zarar gören mimarlık öğrencilerine yönelik geçen yıl “Staj Destek Programı”nı gerçekleştiren İstanbul Serbest Mimarlar Derneği - İstanbulSMD, depremlerin üzerinden geçen tam bir yıllık sürecin ardından “mimarlığın iyileştirici rolü”ne odaklanarak böyle bir konferansı düzenlemek istemiş. İzleyebildiğim ilk yarısında öyle değerli insanları tanıma fırsatı buldum ki, iyi ki de düzenlemişler diye düşündüm.

Bu konuklardan ilki, mimari restorasyon alanında çalışmalarını sürdüren ve deprem sonrası bir avuç gönüllü ve ilgili ile, Antakya’daki tarihi ve kültürel mirasın izlerine nasıl da düştüklerini, yetişemeyişlerini göz yaşları ile aktaran umut dolu bir mimar olan Aslı Özbay ile aynı sahneyi paylaşan Marwa Al Sabouni idi.

Marwa, Suriyeli bir mimar; savaş sonrası yazarlık kariyeri ağır basıyor çünkü yaşadıklarını paylaşması gerektiğine inanmış ve bu yola çıkmış.. Banu’nun belirttiğine göre onu yaşadığı Humus’tan İstanbul’a getirebilmek için bile çok zorlanılmış. Tabii bir savaşın varlığını bilmek, onun hakkında her gün haber okumak bir yana, onun gerçekliği içinde eylem halinde olmak başka şeyler.

Marwa mimarlığı aslında çok da isteyerek seçmemiş; bizdekine benzer ve puantaja dayalı bir sistem sonucu kendini mimarlık okurken bulmuş. Çok da sevmediğini anlatıyor farklı bir röportajında; zira iş imkanlarının kısıtlı olduğu gerçeği var ülkesinde. İrili ufaklı işler yaparken daha hayatının en verimli ve heyecanlı zamanında ortaya çıkan savaş sonrası yaşadığı yeri terk etmeyen az insandan biri olarak kalıyor evinde. İki çocuk annesi Marwa’nın en önemli destekçisi kuşkusuz hayat arkadaşı eşi.

Buradaki yaşam mücadelesinin içinde, Marwa yazdığı kitaplarla hem yaşadıklarını belgelemeye başlıyor hem de kentleşme, evlerimiz, mimarlık gibi alanlarda profesyonel görüşler ve düşünceler üretiyor. Yıllar içinde pek çok kitabı olan, konuşmalar yapan, dersler veren bir isme dönüşüyor. Marwa bu süreci şöyle anlatıyor:

“İlk kitabım The Battle for Home (Ev İçin Savaş)'u çatımın üzerinden füzeler uçarken yazdım. Şehrim savaşla kasıp kavruluyordu ve ben ve ailem yıllar boyunca bu ateşin içinde yaşadık. Yazarken; elektrik kesintileri ve diğer tüm temel hizmetlerin ve olanakların yokluğunda gezinmek zorunda kaldım. Ailemle birlikte birkaç mumla aydınlatılan ve sürekli çekim yapılan dondurucu soğuk bir odada oturduğumuz zamanlar oldu, her birimizin elinde bir kitap ya da resim kağıdı vardı. Kitap yazmak, etrafımda olup bitenlere verdiğim bir tepkiydi. Ne bir beklentim vardı ne de yayıncılık dünyası hakkında bir fikrim. Bu nedenle, kitabın şans eseri aldığı uluslararası övgü ve geniş başarı tahminlerimin ötesindeydi. Dünyanın farklı yerlerine ziyaretler ve farklı bağlamlarda farklı kültürlerle buluşmalar başladı. Yolda çok şey öğreniyordum; bu da beni ikinci kitabım Building for Hope'u (Umut için İnşa Etmek) yazmaya yöneltti: bu kitap, güç sahibi insanlardan, profesyonellerden ve meraklı halktan görüştüğüm çok çeşitli insanlardan aldığım soruları yanıtlama girişimimdi. Ancak, özünde tüm sorular tek bir ana kaygıya indirgeniyordu: Bu kadar çok kayıp ve kayboluşun yaşandığı bir çağda nasıl yeniden inşa edeceğiz; ve beni Umudun İnşası'nı yazmaya iten de buydu. Ancak kitap Covid'in yasaklı ve engelli günlerine denk geldi.“

Marwa’nın konferanstaki sözleri de umut doluydu ve bu duygu sahneden hepimize doğru geçti. Savaş ve deprem sonrası yıkımın olumsuz sonuçlarının büyüklüğü söz konusu olduğunda, bu kadar pozitif kalmayı nasıl başarıyorsun diye sorduğumda,

“Kendimi olumlu ya da olumsuz bir insan olarak görmüyorum: Hem doğam hem de eğitimim gereği gerçekçi olduğumu iddia etmek isterim. Sorun çözme pratiği yapmak için olayları olduğu gibi görmem gerekiyor. Gerisiyle ben ilgilenirim; sorumluluğumun en iyi yeteneklerimin sınırında durduğuna olan inancımdan. Ve sonuçların açık olmadığı ya da görülmediği durumlarda bile, önemli olanın bir ilke ve inançla önemli olanı yapmakta sebat etmek olduğuna olan inancımla.” Diye yanıtlıyor.

Onu en çok zayıflatan, en çok inciten deneyimi soruyorum. “Zayıflatmak incitmekten farklıdır. 'Seni öldürmeyen şey güçlendirir' der eski bir söz. Bu yüzden bir insanın hayatta yaşadığı her şeyin bir eğitim deneyimi olduğuna gerçekten inanıyorum; dersleri kucaklamak ya da onlardan kaçmaya çalışmak bize kalmış. Ancak; çok fazla acı ve gözyaşı vardı........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play