(Dikkat spoiler içerir)

Akıllı ekranımdan önüme İsveç’in NATO üyeliği ile ilgili haberler ve ülke hakkında kimi olumsuz yorumlar düşerken, Netflix’te önceki sezonlarını severek izlediğim Kärlek och Anarki’nin son sezonu açık. Platformdaki ikinci İsveç yapımı olduğu belirtilen bu seride, yeni boşanan orta yaşlardaki kadın karakter Sofie’nin iş ve özel yaşamını izliyoruz. Yeni boşanan Sofie biri ergen iki çocuk annesi; boşanma sonrası yeni hayatını kurmaya çalışırken eskiden birlikte çalıştığı eski eşinin sürekli olarak baskısına, güvensizliklerine ve manüpilasyonuna maruz kalıyor.

Hayatımın bir bölümü ile özdeşleştirebildiğimden haliyle ilgimi çekiyor. Bilirsiniz Türkiye’de kadın olmak zor. Mahalle ve aile baskısı gören kadın olmak zor olduğu gibi, iş dünyasında kadın olmak, özgür kadın olmak, sokakta yürüyen kadın olmak, restoranda yemek yiyen, yalnız tatile giden kadın olmak, yeni boşanmış kadın olmak, bekar anne olmak... Hepsi ayrı zor.

Sofie, tüm bu zorlukların temsili gibi, oldukça akıllı bir kadın ve rekabetçi bir iş yaşamı var. Gerek iş yaşamında, gerek babası ve ailesinin diğer fertleri ile olan ilişkisinde gelişen olaylara karşılık, bir yandan da maddi durumunu toparlamak, yeni evini kurmak, kariyerini ve arkadaş ilişkilerini dengelemek adına savaş veriyor.

İlgi ile izlediğim dizinin Aşk ve Anarşi olarak çevrilen isminden de anlaşılabileceği gibi her iki kavram adına da oldukça keyifli/etkileyici sahneler var. Özgür bir kadın olarak girdiği aşk ilişkilerini çoğunlukla komedi olarak izliyoruz; bu ilişkiler çeşitli oyunlar (role playing) içeriyor. Seksin, yoksunluktan ve muhafazakarlıktan fazlası ile abartıldılğı kültürümüzde, bir de oyun ile birleşmesi ve komedi olarak sunulması ne kadar tercih ediliyor ve dizinin nasıl bir izleyicisi var bilmiyorum; açıkçası genel ilgi beni çok da ilgilendirmiyor; ben insanın bu en saf, en çocuksu, en oyuncu halini izlemeyi fazlası ile seviyorum. Dizinin komedi tarzı tam bana göre.

Sophie bu oyunları yaşamına katmasa, karşlaştığı hayat yükünün ağırlığı altında ezilebilecek gibi; zaman zaman da deliriyor zaten! Oldukça yaratıcı, zeki ve dinamik biri olmasına karşılık, çevresindeki insanlar onu anlamakta güçlük çekiyor; o ise iç dünyasını pek etrafı ile paylaşmadan yapması gerekenleri yapıyor; takınması gereken rollerin hakkından fazlası ile geliyor. Seri sıkça onun fevri ve anarşik yönleri ile de bir anda komediden çıkıp ciddi bir yapıma dönüşüveriyor.

Bu yapımı sevmemin bir diğer sebebi de Sofie’nin edebiyat ve yayıncılık alanında çalışması ve bu ofisteki kimi karakterlerin de hikayelerine yer verilmesi. Kendini sürekli TED konuşmaları ile geliştirmeye çalışan ancak son derece yetersiz ve beceriksiz olan Ronny, buna karşılık çok seri ve dinamik olan bir çalışanı vurgulayan İranlı bir göçmen Denise ile tanışıyoruz. Denise karakterini İsveçli bir Türk olan Gizem Erdoğan canlandırıyor.

Sözgelimi, teknolojik ve sosyal medya gelişmelerinin edebiyata etkisini sürekli vurgulayan karakter Friedrich, görüşleri bağnaz bulunduğu için kimse tarafından sevilmiyor; ama yine de etik değerler ile işten çıkarılmıyor; zaten onun savunduğu değerler dizi içerisinde bir noktada takdir görüyor.

Yapımdaki karakter örüntüsü ayrımcılık, cinsel tercihlerdeki çeşitlilik, ekonomik sınıflar, sosyolojik değerler adına özenle kurgulanmış; her bir temanın altı zarifçe çiziliyor. Gerek insan ilişkilerinde gerekse edebiyat dünyasının yayınevleri, yazarları ve yöneticileri ekseninde, dünyanın her yerindeki sorunların aynı olduğunu görebiliyorsunuz. Sorunlar aynı ama üslup farklı ve üslup aslında her şey.

Dizide İsveçlilerin kültürel yapılarına ışık tutabilecek ip uçlarını sezmek mümkün. Örneğin haksızlıklara karşı sergilenen net ve toleranssız bir tutum var. İnsanlar aşırı açık sözlü. Aynı zamanda tartışmasız biçimde saygılı ve kibarlar. Egolar o kadar yok ki, mesela karşılama görevlisi Caroline bir ofis davetinde, şampanyaları ikram ederken bardakların bittiğini fark ediyor; gidip alması gerektiğini CEO görevine gelmiş olan Sofie’ye söylüyor; o da bu görevi yerine getiriyor. Türkiye’deki herhangi bir çalışma ortamında bırakın bir karşılama görevlisinin her hangi bir başka kimsenin böyle bir ofis ihtiyacı için CEO’sundan istekte bulunabileceğini düşünemeyiz. Birbirlerinin ruh durumlarına, özel hayatlarının işe yansımasına epey saygılı görülüyorlar bu yapım içerisinde. Türkiye’deki iş ve ilişki ortamında bu yapımdaki örneklerin yarısı gibi davransanız, ayrımcı, mobbing yapan, offensif *, aşağılayıcı bir kimse olarak görülürsünüz. Dizide bu kavramlara dair bir nüktedanlık da var.

Seks ve Anarşi’nin önemli bir sahnesi Nobel Edebiyat ödüllerinin açıklanacağı zamanda geçiyor. Televizyonun karşısına sandelyeler diziliyor ve tüm ofis bu yayını heyecan içinde izlemeye koyuluyor. Ofis içerisinde kendi bağımsız yayıncılığını sürdüren Friedrich’in tek yazarı Nobel edebiyat ödülünü alınca tüm ofisi büyük bir sevinç kaplıyor. Maddi sorunların aşılacağı anlamına gelen bu haberle birlikte, kırgınlıklar, iğnemeleler bir anda yok oluyor ve herkes birbirine kenetleniyor.

Dünyanın en saygın ödüllerinden biri olan ve edebiyat alanında Türkiye’den Orhan Pamuk’un da layık görüldüğü Nobel Ödülü, İsveçli. Dinamiti icat eden bilim insanı, kimyacı ve mühendis Alfred Nobel’in 1895 yılında bıraktığı vasiyet doğrultusunda her yıl, bir önceki yıl süresince insanlığa en büyük yararı sağlayan çalışmalara verilen bu saygın ödül, ilk kez 1901 yılında sahiplerini bulmaya başlamış. O günden bu güne dek Fizik, Kimya, Tıp, Psikoloji, Edebiyat ve Barış alanında verilmeye devam ediliyor.

Bu yıl verilen fizik alanındaki ödülü alan takımda da bir İsveçli var. Pierre Agostini ABD'deki Ohio State Üniversitesi, Ferenc Krausz Almanya'daki Max Planck Enstitüsü, Anne L'Hullier ise İsveç Lund Üniversitesi'nde görev yapıyor.

Üçlünün ortaya koyduğu çalışma elektronların çok hızlı hareketlerini ve enerji değiştirme süreçlerini ölçmek üzere kısa süreli ışık atışları yapan bir deneye imza atıyor. Başka bir deyişle son derece hızlı ışın darbeleri ile elektronların daha önce ölçümlenmesi hızdan dolayı çok zor olan süreçlerini artık insanlık daha net gözlemleyebilecek.

Bu çalışma hayatımıza attosaniye kavramını da getiriyor. Bilimsel alanda ışık ve parçacıklarla ilgili çok sayıda öncü çalışma bugünlerde ortaya çıkıyor. Bu gelişmelerin gittikçe hızlanan ve hızlandıkça değişime uğrayan yaşamlarımız üzerinde çok kısa bir süre sonra etkisi hissediliyor olacak. Bir bakıma günlük hayatlarımızın ışık hızına erişmesine tanık olacağız. Milan Kundera, hızlandıkça unuturuz diyordu. Gerçekten de hayat hızlandıkça, unutmamız da hızlanıyor. Kimseyi hatırlayacak kadar tanıyamadan, hiç bir şeyi hatırlayacak kadar anlayamadan yanından geçip gidiyoruz. Içinde bulunduğumuz çağda teknolojik gelişmelerle birlikte ne kadar hızlandığımıza bakarsak, teknolojinin bizi ışık hızı ile buluşturması çok da ütopik ve uzak bir senaryo değil. İsveçli Nobel Ödülü, bize her yıl bu ip uçlarını veren bir külliyata sahip; alanındaki öncü çalışmaları bizlerle paylaşıyor.

Sıradan bir Türkiyeli’nin İsveç ile ilgisi, eğer siyaset yolu ile değilse köfte iledir. Ikea mağazalarına uğrayan aileler sanki kültürümüzde köftenin önemli bir yeri yokmuş gibi İsveç köftesine anlaşılması zor bir ilgi beslerler. Oysa bu top köfteler İsveç sosyal medya hesaplarından bile bir süre önce paylaşıldığı üzere, zaten Türk mutfağına aittir ve ülkeye Osmanlılar zamanında 18. yüzyılda gitmiştir. Ama ne önemi var? Isveçli Köttbollen, Türkiye’de Ikea köftesi olarak nam salmıştır.

Swedish meatballs are actually based on a recipe King Charles XII brought home from Turkey in the early 18th century. Let's stick to the facts! pic.twitter.com/JuTDEjq9MM

Türkiye’de sekiz magazası bulunan perkende devi Ikea, İsveç’in bağrından doğan ve bugün dünya çapındaki 462 dükkanı ile mobilya ve ev eşyaları alanında kendi felsefesini yaratarak büyümüş olan bir şirketler grubu. Kurucusu Ingvar Kamprad, isminin baş harflerini, büyüdüğü çiftlik olan Elmtaryd‘ın baş harfini ve şirketing kurulduğu yer olan Agunnaryd’ın baş harfini kullanarak IKEA markasını oluşturmuş. Şirket 2023 yılı için yüzde 90’ı perakende satışlar olmak üzere 47.6 milyar Euro hacmine ulaştığını açıkladı. Şirket geçtiğimiz yıl yüzde 6.6 oranında büyümüş. İsveçli Ikea ev perakendeciliği alanında bir ikon marka ve marka değeri 15,9 milyar Amerikan doları.

Hazır giyim alanında dünya çapındaki diğer bir ikon marka H&M de İsveçli. 2023 yılının Ağustos sonunda açıkladıkları satış hacmi 22.312 Amerikan doları olan markanın dünya çapında 4000’den fazla mağazası bulunuyor. 1947 yılında İsveçli girişimci Erling Persson, Västerås kentinde ilk mağazasını İsveççe "dişi kişi, o" anlamına gelen 'Hennes' ismi ile açtı. 1968 yılında avcılık ve balıkçılık perakendecisi Mauritz Widforss'u satın aldı ve Hennes & Mauritz olarak yeniden markalaştı. Persson ailesinin yüzde 41,7'sine sahip olduğu İsveçli dev, bir aile şirketi olmaya devam ediyor ve dünyanın hazır moda endüstrisine yön veriyor. Markanın değeri 2024 yılında 22,82 milyar Amerikan doları olarak açıklandı.

Sağlam ve güvenilir otomobil üretcisi Volvo, yeni nesil müzik ve podcast devi Spotify, geri dönüşümün öncüsü Tetra Pak ve teknoloji markası Ericsonn gibi bilinen ve daha geri planda hizmetler ve ürünler sunan diğer markaları ile İsveç, dünyanın marka değeri en yüksek şirketlerine ev sahipliği yapıyor. Son yıllarda artan borçları ve 2024 yılının ekonomik kaygıları her ne kadar İsveç’li markalarda yansıma bulsa da, ülke dinamik ekonomik yapısı ile IMD Dünya Rekabetçilik Sıralaması’na göre 64 ülke arasında 8. sırada bulunuyor.

Dünyanın en önemli mobilya fuarlarından biri olan Stokholm mobilya fuarında her yıl, İsveç’in de aralarında bulunduğu Kuzey Avrupa ülkelerinin mobilya, aydınlatma ve tasarım alanında sundukları yenilikler sergileniyor.

İsveçli tasarımın dünyadaki diğer bölgelerden ayrıldığı bir kaç özelliği var. Öncelikli olarak ülkenin tasarım anlayışı çevreye duyarlılığı ve doğal malzemelerle olan iyi ilişkisi ile biliniyor. Diğer yandan İsveçli tasarımın bir şeffaflık felsefesi taşıdığından bahsedilebilir; bir ürünün tüm üretim yolculuğunu pek çok İsveçli marka bir onur meselesi olarak kullanıcılarına sunar.

Oldukça yalın çizgilere sahip, doğal malzemelerin üst seviyede bir kalite ile işlendiği, fonksiyonelliğin ön planda olduğu bir tasarım çizgisi, tekstilden mobilyaya, mimariden teknoloiye pek çok İsveç tasarımı üründe ortaya çıkar.

Doğal, iyi ve güzel tasarım yapmak, sonradan edinilen bir özellik değil, kültürel bir alışkanlık olarak ülkenin genlerine işlemiş gibidir. El sanatlarını ve zanaatları geliştirmek üzere 1845’ten bu yana çalışan Svensk Form, yıllardır kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak devletten aldığı destek ile dünyanın önemli tasarım sahnelerinde ülkesinin yaratıcı gücünü dünyaya tanıtır. Aynı şekilde hem tasarımcıların hem de mimarların tanıtımını üstlenen bir merkez olan ArkDes, çoğunlukla Svensk Form ile işbirlikleri kurar, mimarlık ve tasarım adına önemli sergilere ev sahipliği yapar. Ülkedeki pek çok yaratıcı okul arasında yer alan Umea Institute of Design, başarısı ile sadece İsveç’te değil; tüm dünyada dikkat çeken eğitim kurumlarından biridir. Mimarlık, mobilya, moda ve teknoloji alanlarında İsveç ilgi ile izlediğimiz coğrafyalardan biridir dersem sanırım pek çok meslektaşım da bana katılacaktır.

Canım Carl Sagan, kült kitaplarımdan biri olan Kozmos’ta şöyle der:

“Bizden biraz farklı olan bir kişi veya toplumun, her kim olursak olalım, bir şekilde garip veya tuhaf olduğu, güvenilmemesi veya nefret edilmesi gerektiği gibi tuhaf bir düşünceye sahibiz. Uzaylı ya da tuhaf gibi kelimelerin olumsuz çağrışımlarını düşünün. Oysa uygarlıklarımızın her birinin anıtları ve kültürleri yalnızca insan olmanın farklı yollarını temsil etmektedir. Dünya dışı bir ziyaretçi, insanlar ve toplumları arasındaki farklılıklara baktığında, benzerliklerle kıyaslandığında bu farklılıkları önemsiz bulacaktır. Kozmos zeki varlıklarla dolu olabilir. Ancak Darwinci ders açıktır: Başka bir yerde insan olmayacaktır**. Sadece burada. Sadece bu küçük gezegende. Biz hem nadir hem de nesli tükenmekte olan bir türüz. Kozmik bakış açısına göre her birimiz değerliyiz. Eğer bir insan sizinle aynı fikirde değilse, bırakın yaşasın. Yüz milyarlarca galaksi içinde bir eşini daha bulamazsınız.”

(*) Türkçe karşılığı saldırgan, kötü, pis, igrenç gibi kelimelerle belirtilen offensive kelimesinin gerçek anlamını ifade etmediğini düşündüğümden böyle kullanmayı uygun buluyorum. Kelimenin kökeni offendere, karşı anlamına gelen -ob ve savunma anlamına gelen – fendere kelimelerinden oluşur. Karşısındakini ezmek, güçsüzleştirmek, aşağılamak anlamında İngilizcede sıkça kulanılır. Diğer yandan offended kelimesi ise kendilerine yönelik herhangi bir önerme karşısında hemen savunmaya geçen, ezilen, aşağılanmış insan, duyguları zedelenmiş insan konumunu anlatır.

(**) Kuşkusuz bu cümlenin ifade ettiği anlamın doğru olup olmadığı hala muallaktır.

QOSHE - Başka bir İsveç - Özlem Yalım
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Başka bir İsveç

41 1
28.01.2024

(Dikkat spoiler içerir)

Akıllı ekranımdan önüme İsveç’in NATO üyeliği ile ilgili haberler ve ülke hakkında kimi olumsuz yorumlar düşerken, Netflix’te önceki sezonlarını severek izlediğim Kärlek och Anarki’nin son sezonu açık. Platformdaki ikinci İsveç yapımı olduğu belirtilen bu seride, yeni boşanan orta yaşlardaki kadın karakter Sofie’nin iş ve özel yaşamını izliyoruz. Yeni boşanan Sofie biri ergen iki çocuk annesi; boşanma sonrası yeni hayatını kurmaya çalışırken eskiden birlikte çalıştığı eski eşinin sürekli olarak baskısına, güvensizliklerine ve manüpilasyonuna maruz kalıyor.

Hayatımın bir bölümü ile özdeşleştirebildiğimden haliyle ilgimi çekiyor. Bilirsiniz Türkiye’de kadın olmak zor. Mahalle ve aile baskısı gören kadın olmak zor olduğu gibi, iş dünyasında kadın olmak, özgür kadın olmak, sokakta yürüyen kadın olmak, restoranda yemek yiyen, yalnız tatile giden kadın olmak, yeni boşanmış kadın olmak, bekar anne olmak... Hepsi ayrı zor.

Sofie, tüm bu zorlukların temsili gibi, oldukça akıllı bir kadın ve rekabetçi bir iş yaşamı var. Gerek iş yaşamında, gerek babası ve ailesinin diğer fertleri ile olan ilişkisinde gelişen olaylara karşılık, bir yandan da maddi durumunu toparlamak, yeni evini kurmak, kariyerini ve arkadaş ilişkilerini dengelemek adına savaş veriyor.

İlgi ile izlediğim dizinin Aşk ve Anarşi olarak çevrilen isminden de anlaşılabileceği gibi her iki kavram adına da oldukça keyifli/etkileyici sahneler var. Özgür bir kadın olarak girdiği aşk ilişkilerini çoğunlukla komedi olarak izliyoruz; bu ilişkiler çeşitli oyunlar (role playing) içeriyor. Seksin, yoksunluktan ve muhafazakarlıktan fazlası ile abartıldılğı kültürümüzde, bir de oyun ile birleşmesi ve komedi olarak sunulması ne kadar tercih ediliyor ve dizinin nasıl bir izleyicisi var bilmiyorum; açıkçası genel ilgi beni çok da ilgilendirmiyor; ben insanın bu en saf, en çocuksu, en oyuncu halini izlemeyi fazlası ile seviyorum. Dizinin komedi tarzı tam bana göre.

Sophie bu oyunları yaşamına katmasa, karşlaştığı hayat yükünün ağırlığı altında ezilebilecek gibi; zaman zaman da deliriyor zaten! Oldukça yaratıcı, zeki ve dinamik biri olmasına karşılık, çevresindeki insanlar onu anlamakta güçlük çekiyor; o ise iç dünyasını pek etrafı ile paylaşmadan yapması gerekenleri yapıyor; takınması gereken rollerin hakkından fazlası ile geliyor. Seri sıkça onun fevri ve anarşik yönleri ile de bir anda komediden çıkıp ciddi bir yapıma dönüşüveriyor.

Bu yapımı sevmemin bir diğer sebebi de Sofie’nin edebiyat ve yayıncılık alanında çalışması ve bu ofisteki kimi karakterlerin de hikayelerine yer verilmesi. Kendini sürekli TED konuşmaları ile geliştirmeye çalışan ancak son derece yetersiz ve beceriksiz olan Ronny, buna karşılık çok seri ve dinamik olan bir çalışanı vurgulayan İranlı bir göçmen Denise ile tanışıyoruz. Denise karakterini İsveçli bir Türk olan Gizem Erdoğan canlandırıyor.

Sözgelimi, teknolojik ve sosyal medya gelişmelerinin edebiyata etkisini sürekli vurgulayan karakter Friedrich, görüşleri bağnaz bulunduğu için kimse tarafından sevilmiyor; ama yine de etik değerler ile işten çıkarılmıyor; zaten onun savunduğu değerler dizi içerisinde bir noktada takdir görüyor.

Yapımdaki karakter örüntüsü ayrımcılık, cinsel tercihlerdeki çeşitlilik, ekonomik sınıflar, sosyolojik değerler adına özenle kurgulanmış; her bir temanın altı zarifçe çiziliyor. Gerek insan ilişkilerinde gerekse edebiyat dünyasının yayınevleri, yazarları ve yöneticileri ekseninde, dünyanın her yerindeki sorunların aynı olduğunu görebiliyorsunuz. Sorunlar aynı ama üslup farklı ve üslup aslında her şey.

Dizide İsveçlilerin kültürel yapılarına ışık tutabilecek ip uçlarını sezmek mümkün. Örneğin haksızlıklara karşı sergilenen net ve toleranssız bir tutum var. İnsanlar aşırı açık sözlü. Aynı zamanda tartışmasız biçimde saygılı ve kibarlar. Egolar o kadar yok ki, mesela karşılama görevlisi Caroline bir ofis davetinde, şampanyaları ikram ederken bardakların bittiğini fark ediyor; gidip alması gerektiğini CEO görevine gelmiş olan Sofie’ye söylüyor; o da bu görevi yerine getiriyor. Türkiye’deki herhangi bir çalışma ortamında bırakın bir karşılama görevlisinin her hangi bir başka kimsenin böyle bir ofis ihtiyacı için CEO’sundan istekte bulunabileceğini düşünemeyiz. Birbirlerinin ruh durumlarına, özel hayatlarının işe yansımasına epey saygılı görülüyorlar bu yapım içerisinde.........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play