Beliz Güçbilmez’in 'Kurmacalara Neden Muhtacız?' alt başlığıyla yazdığı 'Anne Ben Düştüm mü?' kitabı, Kolektif Kitap tarafından basıldı. Güçbilmez, metin boyunca kurmaca-gerçeklik ilişkisini disiplinlerarası bir bakışla, kendi okuryazarlık deneyimini de işin içine katarak tartışıyor. Benzerlik ve fark arasındaki diyalektik ilişkiden yola çıkarak kurmaca metinlerle kurduğumuz anlam/anlama ilişkisini açığa çıkarıyor. Ayrıca, başkası tarafından yapılmış olduğunu bildiğimiz halde kurmacalarla kurduğumuz bağın bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşündürüyor. Bu nedenle metin, kurmacalarla kendi tarzında ilişki kuran her okur ve izleyici için hem bir düşünce izleği oluşturuyor hem de bu ilişkinin yaşamımızdaki yerini sorgulamamızı sağlıyor.

Beliz Güçbilmez ile 'Anne Ben Düştüm mü? 'Kurmacalara Neden Muhtacız?'' kitabı hakkında söyleştik ve kurmacaların dünyasına daldık.

Herhangi bir eser karşısında kimsenin anlama bakımından üstün olamayacağını söylüyorsunuz, bir çeşit "anlama eşitliği" gibi düşündüm bunu ve bana Jacques Rancière’in, "zekaların eşitliği"(1) bahsini hatırlattı. Burada çok kabaca ifade edersek bu bahiste, zekanın düşük/yüksek şeklinde kategorize edilmesi sorunsallaştırılıyordu ve zekanın genellikle o üstü çağrıştıran, birine atfedilen konumundan özgürleşiyorduk. Bundan dolayı, herhangi bir edimde herhangi birinin "zekası" veya başka bir özelliği nedeniyle bizi yönlendiremeyeceği, toplumsal hiyerarşi açısından yönetme hakkına sahip olamayacağı gibi bir sonuca da ulaşabiliyorduk bana kalırsa. Sizin bahsinizde "sanatsever" olarak kurulan o hiyerarşik konumun aşınması buna benziyor biraz, ne dersiniz?

Yöneten-yönetilen ayrımını aşındıran fikre yaslanarak yazar-okur ayrımını aşındırmayı denemiş olmalıyım. Yazar-okur gibi esasen alanla büsbütün uyumsuz bir ikili karşıtlıkla düşünmek bizi bir yere çıkarmaz. Çünkü bir yapıt olarak kurmacayı ancak bir okurun zihniyle karşılaştığında çalışmaya başlayacak bir anlam makinesi gibi düşündüğümüzde keskin karşıt pozisyonlar da silikleşmeye başlar. Üretim, yazı masasında değil o karşılaşmada belirginleşir.

Kitapta anlamanın mekanizması üzerine düşünmenin bağlamı şu; zihin bir şeyi nasıl anlıyorsa (bilmediğiyle bildiği arasında benzerlik kurarak), aynı stratejiyle (dinleyici için metafor üreterek) anlatır. Öyleyse bu mekanizma üzerine düşünmek hem sanat yapıtının (kitap bağlamında kurmacanın) doğallıkla anlaşılacağını gösteriyor hem de kurmacanın ayırt edici niteliğine (bir şeyi kendisiyle değil başka bir şeye benzeterek anlatmak) işaret ediyor.

Sanattan anlayan azınlığın karşısına anlamayan çoğunluğu koymanın, sanatı da alımlanışını da yanlış tarif etmek olduğunu düşünüyorum. "Sanattan anlamak" diye bir uzmanlık alanı yoktur. Uzmanlık alanları bilgi temellidir, bilgi açıklanabilirdir. Sanat, bilgiyle; sanatçılık, yazarlık, entelektüalizmle ilişkisizdir. Diyebiliriz ki sinema sanatının da edebiyatın da kitlesellik iddiası, bu ilişkisizliğin görkemli kanıtlardır. Deleuze’ün "hareket-imge" kavramına çalışmış bir sinemacının filmi, elbette Deleuze’ün adını duymamış seyirciyle de karşılaşacaktır. Deleuze okumamışların aşamayacağı bir baraj kurulduysa ortaya çıkanın sinema filmi değil, doktora tezi olduğunu söylemeyi kendime hak görürüm.

Sanat yapıtını, dikkatini ona çevirmiş herkesle ilişki kurmaya dünden hevesli, kapısı, sofrası herkese açık bir ev sahibi gibi düşünmekten yanayım.

Bu sanattan anlama/anlamama eksenli sorun nereden kaynaklanıyor olabilir?

Sanattan anlamak dediğimizde galiba anlamaya yüklediklerimiz, atfettiklerimizle de derinleşiyor sorun. Işıl ışıl bir "şimdi anladım!" anının peşine düşmeyi öğrenmişiz. Ben böyle bir anın olmadığını, anlamanın zamansal biriminin an değil süreç, üstelik tabii ki kişisel olduğunu, zihnin şeylere anlam verme çabasından geri durmadığını düşünüyorum. Anlamanın nihai bir varış noktası yoktur. Bir kez başladığında saçaklanıp durur, başlangıç noktasından ne kadar uzağa gitmiş olursak olalım, hâlâ anlamın da anlamanın da içindeyizdir. Anlamanın zihinsel ve imgesel olduğunu, muhtemelen dilsel ifadesinin zihinde tatlı tatlı yayıldığı alanı kaçınılmaz olarak daraltıp kabalaştıracağını, kabalaştırmayan bir açıklamanın imkansız olduğunu hatırlayalım.

Kurmacalar bir bilgi alanı değilse, bir kurmacadan anladıklarımız bir sınava da tabi tutulamaz ama kurmacalarla tanışıklığımız genellikle okul yıllarına denk geldiğinden ilişki daha başında buradan zorlanıp yara alıyor. Kan ter içinde bir an önce yüzeydeki "laf kalabalığı"ndan kurtulup ana fikri bulmaya, yazarın o romanı yazarak "aslında ne demek istediğini" tespit etmeye çalışmalar, o kötü yıllar. İşin kötü yanı, yetişkin okurluğumuzda bu kabustan uyanamamak. Kabusun sürdüğünü bir filmi, bir öyküyü anlamadığını söyleyen okurlara dayanarak söylüyorum. Biri "Ne anladın, anlat bakalım" diyecek korkusuyla gerilmekten manzaranın tadını çıkaramamışızdır. Anlamama yakınması bize "şu manzarayı anlamadım" cümlesi kadar tuhaf gelmeliydi oysa.

Ne anladığımızı bir cümleyle açıklamak zorunda değilsek, sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişkinin üzerindeki baskı da kalkıyor. Bir kurmacadan ne anladığımızı soran herkese Augustine’in "Zaman nedir?" sorusuna verdiği "Sormazsanız biliyorum, sorarsanız söyleyemem" yanıtını verebilseydik keşke.

Kitapta başka bir bağlamda epigraf olarak kullandığım çoğumuzun duyduğu o Louise Glück dizelerinde sınayabiliriz bunu: "Dünyaya yalnız bir kez bakarız, o da çocuklukta/ Gerisi hep hatıra." Hepimize bir şey söylüyor mu? Elbette. Açıklayalım mı? Çoğu beyhude olacak bir çabalama. Günler boyu, sayfalarca yazsak, şu birkaç sözcüğün zihnimize saçtıklarını tüketemeyiz.

Dizeyle ilk karşılaştığımda aklımdan geçenler bambaşkaydı; dizeyi hem palimpsestle hem hatırlamakla bağlantılandırdığım bu kitabı yazarken laf dönüp dolaşıp minyatürlerin zamanı temsil etme biçimini anlatmaya gelince, dizelerin bu yeni bağlamda şimşek gibi bir anda yakıp söndürdüğü ışığa çekildim ama ışığın bizzat kendini tarif etmek yerine düşünce hattının yakalayabildiğim bir ucunu bir dipnotta göstermekle yetindim mecburen. Çocukların yaptığı resimler, dünyayı görme ve temsil etme biçimleriyse; bu resimlerin üslubunun birbirine ürkütücü derecede benzediğini, bu üslubun belirgin niteliğinin perspektifsizlik olduğunu, o resimlerin bakışın birine atfedilemeyeceği minyatürler gibi düşünülebileceği fikriyle bir darmadağın oldum önce. Sanki çocukken henüz "biri" olmanın sınırlılığına, yarattığı daralmaya çarpmadan bakıyoruz dünyaya. Sonra edebiyatın araya "şahsi bir anlatıcı"nın tanıklığını sokmadan, olup biteni ya da manzarayı doğrudan okurun tanıklığına açan perspektifsiz olimpik anlatıcı tonu geldi aklıma. Manzarayı birinin izlenimi gibi değil de dünyanın bizzat biri tarafından söze dökülmediği halde dile gelebilmiş gerçeği gibi aktaran o anlatı kipiyle, çocukluğun dünya görüşü arasındaki bağlantının ürpertici hattını takip etmekle başlayan sezgiyi o bir buçuk dize sayesinde düşünmek beni mest etmişti.

Anlamanın ölçüsü "Neymiş yani?"ye verilecek ve yazarı ya da uzmanı tarafından puanlanacak açıklama cümlesiyse, soru hep şu: Shakespeare’in tamamı oynansa altı saat sürecek Hamlet’iyle, Tolstoy’un bin sayfalık, iki yüz kırk karakterlik Anna Karenina’sıyla anlattığını bir cümleyle nasıl anlatabilirim ki? Madem bir cümleyle anlatılabiliyordu, bu kadar savurganlığa ne gerek vardı ki? Manzaranın bütün parçalarıyla var olması gibi, iyi bir kurmacada anlama ulaşmak için elenecek laf kalabalığı, manaya ulaşmak için kaldırılacak söz perdeleri, ancak bulunup patlatıldığında içeriği açığa çıkarılabilecek anlam depoları yoktur.

Ezcümle, sanat yapıtlarının kışkırttığı açıklanmaya direnen çünkü süreğen, dinamik bir anlama biçimi var. Hepimizin her an anladığı, anlamanın kendi biriktirdiklerimize kol atarak gitgide yüzeyini genişlettiği bir süreçten söz ediyorsak "anlama eşitliği" -hatta belki giderek "ç-eşitliği"- tabiri çok yerinde geliyor bana.

Anlama üzerinden devam edersek, herhangi bir metni anlama çabasında, "benzerlik" ve "fark" ilişkisi kurmak önemli görünüyor, bundan biraz bahsedebilir miyiz?

Anlamanın temel stratejisi kıyastır. Kıyaslamak için bir benzerlik hattı kurarız, böylece fark da kadrajımıza girer. Farkı görmemizi sağlayan da benzerliklerdir. Yeniye yeni dememizi sağlayan niteliği açığa çıkaran da zihinsel bir arşiv taramasıdır. Kitapta, tuhafiyecideki düğme kutuları arasında bir düğme aramaya benzetmiştim bunu. O arşivde her zaman yeniye bir açıdan benzeyen bir şey buluruz. Çünkü yeryüzünde her şey en az bir açıdan başka bir şeye benzetilebilir çünkü esasen kurduğumuz benzerlik her zaman keyfi, uçucu ve ölçüsüz, az ya da çok zorlamadır zaten. Ölçüsüzdür çünkü neyin neye benzetilebileceğine ilişkin bir cetvel yoktur, bu nedenle esasen her "tabir" caiz, her "deyim" yerindedir. Benzerlik kurma edimi, anlamayı başlatır, benzerliğin içindeki benzemezlik olarak "fark" arşive ekleyeceğimiz "yeni"dir.

Bir kurmacada hayattan ve kurmaca evreninden benzetebileceğimiz hiçbir unsur bulamadığımızda onun tamamen dışında kalırız, ilişkilenemeyiz. Bir kurmacanın başka kurmacalara benzememesi olanaksızdır ama kimsenin dağarında tıpkısı yoktur. O benzerlik dediğim şeyi kurmacanın gerçekle ilişkisi için de kurarız, kurmacanın gerçeğe benzer yanlarının olması gerçeğin ta kendisi olduğu anlamına gelmez. "Bir şeyi başka bir şeyle anla(t)mak" diye tarif ettiğimiz düşünsel ve dilsel araç olarak metafor, benzerliği üretirken "benziyor ama o değil" ilkesini de işletir. Kurmacalara hayatın, gerçeğin metaforu dememin zemini de burada.

Hayatta da çok sık karşılaştığımız bir belleksizleştirme durumu var şöyle ki yaşananları şimdinin verileriyle okumak, oysa her yaşanmışlığın bir dünü var ve bu kurmaca için de geçerli bu nedenle sıfırdan başladığını iddia etmek, "yeni" demek sorunlu olabiliyor. Bu açıdan kurmaca ve bellek ilişkisini nasıl yorumlarız?

Kurmacaların üç zihnin karşılaştığı bir kavşak yarattığını düşünüyorum; yazarın, metnin ve okurun. Zihinden söz ettiğimiz her yerde bir bellekten de söz ediyor olmalıyız. Öyleyse aynı üçlü kesişme bellek için de geçerlidir. Yazarın aklına gelen, belleğinden gelir; ortaya çıkan metnin, ait olduğu türle bir bellek ilişkisi vardır ve okur okurken ve anlarken kendi arşivine, belleğine dalıp çıkar.

Belleksizleştirme politik bir strateji ama unutma, belleğin doğal işleyişinin bir parçası, yani bellek "unutulan"lardan da yapılıyor. Unutulan tırnak içinde, çünkü hiçbir yeninin büsbütün yeni olamayacağını söyleyebilmemizin ardında unutulanın büsbütün yok olmadığı kabulü var. Şeylerin kaydı zihinde tutulduğu yerde zamanla parçalanıyor, parçalar birbirinden uzaklaşıp, bellek dediğimiz mahfazada kendine yapışacak başka parçalar buluyor olmalı. Akla gelen, hatırlanan, bu hangi bütünden koptuğu ayırt edilemez parçalardan yapılıyor aslında. Ortaya çıkanın yeni olduğunu söylemek saf ya da bilinçli bir unutma seçimiyle olanaklı. Theseus’un Gemisi paradoksunda olduğu gibi. Çürümekte olan gemiyi yeni tahtalarla onarırken hangi aşamada onun artık başka bir gemi olduğunu söyleyebiliriz? Parçalar peşlerinden bir zamanlar ait oldukları bütünün anısını, hayaletini getirmez, DNA’sını taşımaz mı?

Metinde bu durumu "palimpest" kavramıyla da ilişkilendiriyorsunuz…

Evet, kitapta bellek meselesine palimpsest kavramı eşliğinde baktım. Kurmacaların rahmi olarak mitoslara işaret ettiğinizde o ilk anlatıyı, saf orijinali bulup çıkarmak olanaksız, aramak da beyhude. O zamandan bugüne artık görmediğimiz açıklardaki gemi enkazlarının, okuduklarımızın, izlediklerimizin kıyımıza vurmuş tahtalarıyla kendi gemilerimizi yapmayı sürdürüyor olmalıyız. Ben süreklilikleri görmeyi seviyorum. Bu bizi bir büyük akışın parçası yapıyor.

Metin boyunca gerçek ve kurmaca arasındaki farkı vurguluyorsunuz, size göre; "Haritanın katettiğimiz yolla, gerçek yerle ilişkisi neyse, kurmacanın gerçeklikle ilişkisi odur." Metne henüz temas etmemiş okurlar için bunu biraz açabilir miyiz?

Bu kurmaca-gerçek alanlarının birbiriyle ilişkisini açıklamak için başvurduğum bir metafor. Kurmacalar gerçek hayatın temsili, kopyası, maketiyse bu durumda gerçeklikten kalkarak kurmacaya sorulabilecek soruların, kurmacaların içinde aranabilecek "gerçek oranının" da sınırına da işaret etme niyetiyle oluşturulmuştur. Kurmacanın temsili olduğu hayatla sadakat ilişkisinin bana kalırsa hep sorgulanması gereken sınırı da bu aynı zamanda. Kurmacanın gerçeğe sadık kalacağına dair bir vaadi olmadığını hatırlayalım. Bir muhabirden ya da tarihçiden bile bekleyemeyeceğimizi alttan alta bildiğimiz bir şeyi, gerçekdışı olduğundan emin olduğumuz bir kurmacadan nasıl bekleyebiliriz ki? Sanat yapıtlarından, gerçek olmadığını ilan etmiş canlandırmalardan, temsillerden daha fazla "sahicilik" talep etmenin ne kadar kötü bir fikir olduğunu da anlatıyor bu bize. Harita, geçtiğim şu yolu gösteriyor diye onda şu bir gözü kör kediyi, şu yol kenarındaki kahvenin bir bacağı kısa masasını bulabileceğimi düşünmem. Göstermedikleri öne çıkarıldığında, harita yola hiç benzemez, daha çok başka haritalara benzer. Kurmacanın esasen hayattan çok, başka kurmacalara benzemesi gibi. Haritanın yola dair henüz kadrajıma girmemiş ya da geçip gittiğim için unuttuğum yerlerin bilgisini bana göstermesi gibi, kurmacalar da zamanın, gerçeğin üzerinde olduğum noktasından fazlasını gösterir ama hayatın gerçek ayrıntılarını göstermekle yükümlü değildir.

Gündelik hayatta karşılaştığımızda etkilensek bile bir süre sonra yolumuza devam ettiğimiz, üstünde çok durmadığımız herhangi bir olay, kurmacada bir "temsile" dönüştüğünde bizi daha çok etkileyebiliyor, kurmacadaki hissi gündelik hayatta bulamıyoruz, kurmacaya bakışımızla, gündelik hayata bakışımız arasında nasıl bir fark var?

Kitaba adını veren anekdot ve ilgili bölüm bu sorunuzun açtığı alandan da okunabilir. Orada bir çocuğun ilk kez empati kurduğu anın, gündeliğin içinde değil de bir kurmaca karşısında yaşandığı ve bunun kaçınılmazlığı anlatılıyordu. Gündelik yaşamın içinde olmadığımız, onunla akmadığımız tek bir an yoktur. İç içeliğin yarattığı mesafesizlik, görüşü kısıtlar çünkü kafamızı kaldırıp da neyin içinde olduğumuzu görecek pozisyonu almak olanaksızdır. Gündelik hayat sonsuz sayıda uyaranla anları birbirine ekleyerek akarken çeperini yakalayamayacağımız bir hızla dağılır. "Geriye dönüp baktığımda" diye başlayan hayat analizleri bu yüzden daha doygundur, tabii hafızanın, anı içeriklerini geçmişte yaşandığı haliyle değil de onun bir temsili olarak çağırdığını dikkate almazsak. Olgular arasında sonradan bir bakıma da keyfi bağlar oluşturur, anlam yaratabilmek için zihnimizin muhtaç olduğu neden-sonuç ilişkilerini yapay biçimde yakıştırarak kurarız.

Kurmaca kendi hikayesini oluştururken karşımıza alabileceğimiz bir harita, avuçlarımızda tutup kavrayabileceğimiz bir küre sunar. Dakika dakika ilerleyen hayat sürekliliği henüz hikayenin bitmediğini söyler bize. Oysa art arda olanların hikaye olarak anlatılabilmesi için tamamlanmış olması gerekir. Her şeyin neye yol açacağını, neye dönüşeceğini, nereye varacağını bilmek demek bu. Hikaye bir kez tamamlandığında bir kürenin kompaktlığına erişir. Üretici Okuryazarlık atölyelerinde hayatın bir tasarımı olmadığını ama kurmacanın her zaman bir tasarımcısı olduğunu, ikisi arasındaki farkın da bundan kaynaklandığını konuşuyoruz. Bir romanı ilk kez okumak, bir filmi ilk defa izlemek aşağı yukarı hayatın içinden geçmek gibidir, birkaç sayfa sonra ne olacağını, sakin sakin başlayan filmin yirmi dakika sonra ne tuhaf bir dönemeçle olmadık bir yere taşınabileceğini kestiremeyiz, fakat bizim için o hikayeyi anlatan -hiçbir kurmaca bir seferde kusursuz biçimine kavuşamaz, her eskizle elimizdeki yamru yumru topağı mükemmel bir küreye yaklaştırırız- bütün bu bilgilere sahiptir. Film biter bitmez, "Nasıl başlamıştı?" sorusuyla başlangıcına döndüğümüzde, artık tamamlanmışlık bilgisi bizde de oluştuğundan hiçbir anın, detayın, sahnenin rastlantısal ya da rasgele olmadığını görürüz. Rastlantı hayata ve gerçeğe aittir, kurmacalarda bunun yerini teknik olarak "hazırlanmış sürprizler" alır. Sürpriz hep nedensel, oysa rastlantı nedensizdir. Sürprizi öğrendiğimizde kurmacaya geri dönüp bakmak bizde "oradaymış ama görmemişim" hissi yaratır. Gündelik hayat bu nedenle bozgunlarla doludur.

Kurmaca bizim gerçekliğimizin dışında bir evrendir. Okurluk, izleyicilik bu nedenle bir gezegene uzaydan bakmak gibidir. Yazarlık da aynı avantajlı görme noktasından o gezegeni yaratmak demektir. Yaşamaksa o kocaman gezegenin minicik bir noktasında, neyin içinde olduğumuzu tam olarak kavrayamadan, yarını göremeden anları, günleri ardımızda bırakmak. Hayatı, sonu belirsiz bir serüvene benzetenlerin kaynağı bu galiba; kurmaca serüvene bir amaç, bir varış, bir final ekler, bu fikirle dönüp anları düzenler, bu da onu tasarım haline getirir.

"Kurmacalar bağlamlar üstü bir ‘evrensel doğru' arşivi olmanın uzağındadır" diyorsunuz. Buna katılıyorum hatta her kurmacanın kendi içinde bir hakikati olabileceği gibi her okurun/izleyenin herhangi bir kurmaca içinde kendi kültürlenme biçimine göre, bir hakikat bulabileceğini düşünüyorum bu nedenle konu kurmaca olduğunda "doğrunun" epey öznel olduğundan söz edebiliriz sanki ne dersiniz?

Evrensel doğrular bağlamlar üstüdür, evet; bu da onların tekil durumlar karşısındaki zaafına işaret eder. Her kurmaca doğal olarak kendi bağlamını yaratır; diyelim ki karakterini kendine özgü koşulların içine yerleştirerek sıkıştırır. Her kurmacanın oluşturduğu bağlam bütün detaylarıyla ele alındığında eşsizdir. Evrensel doğrular eşliğinde verilen kararlarsa pratik ve acildir, eşsizliği göz ardı ettiğimiz ya da etmek zorunda olduğumuz durumlardır bunlar. Evrensel doğru genel ahlaksa, kurmacanınki özel ahlaktır. Hayatın hızı içinde karar vermeye çalışırken yasaların, kuralların ya da evrensellerin bize sağladığı bir kolaylık vardır ama bu kolaylığın bir bedeli de vardır; haksızlık etmenin verdiği pişmanlık gibi. Evrensel doğruya kişisellik eklediğimizde özel bağlamı da dikkate almış ve evrenseli sınamış oluruz ama hayatın içinde buna ayıracak kadar çok vaktimiz, beyanları sınayacak kanıtlarımız, bulunmadığımız yerlerde olup bitenleri bize gösterecek sihirli bir küremiz yoktur. Bağlamın bu kez tam olarak ne olduğunu, özel koşulların yarattığı kendine özgülüğü her seferinde kılı kırk yararcasına inceleyip anlamak gündeliğin keşmekeşinde genellikle olanaksızdır.

Kurmacanın oluşturduğu bağlamı bütün detaylarıyla takip ederken o eşsiz koşullara özgü karar süreçlerine de tanıklık etmektir okurluk ve izleyicilik. Karakterin insicamını bozarak, "İnsan ne yapar ki böyle bir durumda?" sorusunun yanıtına çekildikçe hikayede geliştirilecek yanıtı, tutumu merak ederiz. Joseph K’nın şimdi ne yapacağını görmek isteriz. Galiba içinde bu türden anlar bulunmayan bir kurmaca tahayyül etmek zordur. Ben bu anların/sahnelerin kişisel adalet duygusunun sürekliliği diye tanımladığım vicdanın esnek kalması gereken kasını çalıştırdığını düşünüyorum. Kurmacanın oluşturduğu bağlama ait bize sunduğu güvenilir veri seti içinde, esnetilmiş, sınanmış bazen de ters yüz edilmiş evrensel doğrulara tanık olurken, kendi kararlarımız sırasında başvuracağımız kaslarımızı esnek tutacak üstelik berbat dezenformasyon çağının iyice azdırdığı manipüle edilme, kandırılma korkusundan azade bir egzersiz alanı açıldığına inanıyorum.

Doğruya ulaşmak için yaslanacağımız güvenilir referanslar kaybolurken, kim en kalabalık koroyla, en yüksek sesle söylerse doğruyu o zannediyor, o yöne dönüyoruz. Kurmacalar bize kalabalıkların sesine doğru çekilmekten başka bir yol olduğunu hatırlatıyor gibi geliyor bana. Kendi doğrumuzu arama cüretini ve bulma gücünü kurmacalardan alıyoruz. Kurmacalara bu nedenle de muhtaç olduğumuzu düşünüyorum.

1. Konu hakkında bknz. https://www.e-skop.com/skopbulten/%E2%80%9Czek%C3%A2yi-temsil-ettigini-dusunmek-ahmakligin-tanimidir%E2%80%9D-jacques-ranci%C3%A8rele-soylesi/6262

QOSHE - Beliz Güçbilmez: Kurmaca ile gerçek arasında bir sınır var - Emek Erez
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Beliz Güçbilmez: Kurmaca ile gerçek arasında bir sınır var

21 9
01.12.2023

Beliz Güçbilmez’in 'Kurmacalara Neden Muhtacız?' alt başlığıyla yazdığı 'Anne Ben Düştüm mü?' kitabı, Kolektif Kitap tarafından basıldı. Güçbilmez, metin boyunca kurmaca-gerçeklik ilişkisini disiplinlerarası bir bakışla, kendi okuryazarlık deneyimini de işin içine katarak tartışıyor. Benzerlik ve fark arasındaki diyalektik ilişkiden yola çıkarak kurmaca metinlerle kurduğumuz anlam/anlama ilişkisini açığa çıkarıyor. Ayrıca, başkası tarafından yapılmış olduğunu bildiğimiz halde kurmacalarla kurduğumuz bağın bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşündürüyor. Bu nedenle metin, kurmacalarla kendi tarzında ilişki kuran her okur ve izleyici için hem bir düşünce izleği oluşturuyor hem de bu ilişkinin yaşamımızdaki yerini sorgulamamızı sağlıyor.

Beliz Güçbilmez ile 'Anne Ben Düştüm mü? 'Kurmacalara Neden Muhtacız?'' kitabı hakkında söyleştik ve kurmacaların dünyasına daldık.

Herhangi bir eser karşısında kimsenin anlama bakımından üstün olamayacağını söylüyorsunuz, bir çeşit "anlama eşitliği" gibi düşündüm bunu ve bana Jacques Rancière’in, "zekaların eşitliği"(1) bahsini hatırlattı. Burada çok kabaca ifade edersek bu bahiste, zekanın düşük/yüksek şeklinde kategorize edilmesi sorunsallaştırılıyordu ve zekanın genellikle o üstü çağrıştıran, birine atfedilen konumundan özgürleşiyorduk. Bundan dolayı, herhangi bir edimde herhangi birinin "zekası" veya başka bir özelliği nedeniyle bizi yönlendiremeyeceği, toplumsal hiyerarşi açısından yönetme hakkına sahip olamayacağı gibi bir sonuca da ulaşabiliyorduk bana kalırsa. Sizin bahsinizde "sanatsever" olarak kurulan o hiyerarşik konumun aşınması buna benziyor biraz, ne dersiniz?

Yöneten-yönetilen ayrımını aşındıran fikre yaslanarak yazar-okur ayrımını aşındırmayı denemiş olmalıyım. Yazar-okur gibi esasen alanla büsbütün uyumsuz bir ikili karşıtlıkla düşünmek bizi bir yere çıkarmaz. Çünkü bir yapıt olarak kurmacayı ancak bir okurun zihniyle karşılaştığında çalışmaya başlayacak bir anlam makinesi gibi düşündüğümüzde keskin karşıt pozisyonlar da silikleşmeye başlar. Üretim, yazı masasında değil o karşılaşmada belirginleşir.

Kitapta anlamanın mekanizması üzerine düşünmenin bağlamı şu; zihin bir şeyi nasıl anlıyorsa (bilmediğiyle bildiği arasında benzerlik kurarak), aynı stratejiyle (dinleyici için metafor üreterek) anlatır. Öyleyse bu mekanizma üzerine düşünmek hem sanat yapıtının (kitap bağlamında kurmacanın) doğallıkla anlaşılacağını gösteriyor hem de kurmacanın ayırt edici niteliğine (bir şeyi kendisiyle değil başka bir şeye benzeterek anlatmak) işaret ediyor.

Sanattan anlayan azınlığın karşısına anlamayan çoğunluğu koymanın, sanatı da alımlanışını da yanlış tarif etmek olduğunu düşünüyorum. "Sanattan anlamak" diye bir uzmanlık alanı yoktur. Uzmanlık alanları bilgi temellidir, bilgi açıklanabilirdir. Sanat, bilgiyle; sanatçılık, yazarlık, entelektüalizmle ilişkisizdir. Diyebiliriz ki sinema sanatının da edebiyatın da kitlesellik iddiası, bu ilişkisizliğin görkemli kanıtlardır. Deleuze’ün "hareket-imge" kavramına çalışmış bir sinemacının filmi, elbette Deleuze’ün adını duymamış seyirciyle de karşılaşacaktır. Deleuze okumamışların aşamayacağı bir baraj kurulduysa ortaya çıkanın sinema filmi değil, doktora tezi olduğunu söylemeyi kendime hak görürüm.

Sanat yapıtını, dikkatini ona çevirmiş herkesle ilişki kurmaya dünden hevesli, kapısı, sofrası herkese açık bir ev sahibi gibi düşünmekten yanayım.

Bu sanattan anlama/anlamama eksenli sorun nereden kaynaklanıyor olabilir?

Sanattan anlamak dediğimizde galiba anlamaya yüklediklerimiz, atfettiklerimizle de derinleşiyor sorun. Işıl ışıl bir "şimdi anladım!" anının peşine düşmeyi öğrenmişiz. Ben böyle bir anın olmadığını, anlamanın zamansal biriminin an değil süreç, üstelik tabii ki kişisel olduğunu, zihnin şeylere anlam verme çabasından geri durmadığını düşünüyorum. Anlamanın nihai bir varış noktası yoktur. Bir kez başladığında saçaklanıp durur, başlangıç noktasından ne kadar uzağa gitmiş olursak olalım, hâlâ anlamın da anlamanın da içindeyizdir. Anlamanın zihinsel ve imgesel olduğunu, muhtemelen dilsel ifadesinin zihinde tatlı tatlı yayıldığı alanı kaçınılmaz olarak daraltıp kabalaştıracağını, kabalaştırmayan bir açıklamanın imkansız olduğunu hatırlayalım.

Kurmacalar bir bilgi alanı değilse, bir kurmacadan anladıklarımız bir sınava da tabi tutulamaz ama kurmacalarla tanışıklığımız genellikle okul yıllarına denk geldiğinden ilişki daha başında buradan zorlanıp yara alıyor. Kan ter içinde bir an önce yüzeydeki "laf kalabalığı"ndan kurtulup ana fikri bulmaya, yazarın o romanı yazarak "aslında ne demek istediğini" tespit etmeye çalışmalar, o kötü yıllar. İşin kötü yanı, yetişkin okurluğumuzda bu kabustan uyanamamak. Kabusun sürdüğünü bir filmi, bir öyküyü anlamadığını söyleyen okurlara dayanarak söylüyorum. Biri "Ne anladın, anlat bakalım" diyecek korkusuyla gerilmekten manzaranın tadını çıkaramamışızdır. Anlamama yakınması bize "şu manzarayı anlamadım" cümlesi kadar tuhaf gelmeliydi oysa.

Ne anladığımızı bir cümleyle açıklamak zorunda değilsek, sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişkinin üzerindeki baskı da kalkıyor. Bir kurmacadan ne anladığımızı soran herkese Augustine’in "Zaman nedir?" sorusuna verdiği "Sormazsanız biliyorum, sorarsanız söyleyemem" yanıtını verebilseydik keşke.

Kitapta başka bir bağlamda epigraf olarak kullandığım çoğumuzun duyduğu o Louise Glück dizelerinde sınayabiliriz bunu: "Dünyaya yalnız bir kez bakarız, o da çocuklukta/ Gerisi hep hatıra." Hepimize bir şey söylüyor mu? Elbette. Açıklayalım mı? Çoğu beyhude olacak bir çabalama. Günler boyu, sayfalarca yazsak, şu birkaç sözcüğün zihnimize saçtıklarını tüketemeyiz.

Dizeyle ilk karşılaştığımda aklımdan geçenler bambaşkaydı; dizeyi hem palimpsestle hem hatırlamakla bağlantılandırdığım bu kitabı yazarken laf dönüp dolaşıp minyatürlerin zamanı temsil etme biçimini anlatmaya gelince, dizelerin bu yeni bağlamda şimşek gibi bir anda yakıp söndürdüğü ışığa çekildim ama ışığın bizzat kendini tarif etmek yerine düşünce hattının yakalayabildiğim bir ucunu bir dipnotta göstermekle yetindim mecburen. Çocukların yaptığı resimler, dünyayı görme ve temsil etme biçimleriyse; bu resimlerin üslubunun birbirine ürkütücü derecede benzediğini, bu üslubun belirgin niteliğinin perspektifsizlik olduğunu, o resimlerin bakışın birine atfedilemeyeceği minyatürler gibi düşünülebileceği fikriyle bir darmadağın oldum önce. Sanki çocukken henüz "biri" olmanın sınırlılığına, yarattığı daralmaya çarpmadan bakıyoruz dünyaya. Sonra edebiyatın araya "şahsi bir anlatıcı"nın tanıklığını sokmadan, olup biteni ya da manzarayı doğrudan........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play