Bir kadının yaşamından beslenen bir hikaye okuduğunuzda bilirsiniz ki o hikaye tüm kadınlara dokunan bir yerde durur. Çünkü kitabın kahramanının uyanışları, inat etmeleri, başkaldırmaları, verili rollerden çıkışları feminist yazın tarihine eklenir ve bir gün, başka bir yerde, bir kadın için anlamlı hale gelme olasılığı taşır. Bu nedenle bir kadın hikayesinin yarattığı temsil, hayata karışan, sizde karşılık bulan ilham verici bir yan taşır.

Isabel Allende’nin, 'Violeta'sı da fikrimce bu bahsettiğim ilham verici yanı taşıyor. Bir kadının yüz yıllık yaşamını, döneminin olaylarını da işe dahil ederek işleyen metin, okura sadece bir hayatın hikayesini değil, aynı zamanda Güney Amerika’nın salgınlarla, depremlerle, darbelerle, direnişlerle, savaşlarla, katliamlarla yüklü geçmişini de getiriyor. Huzur anlarının sınırlı olduğu, mutlulukların ani bir olayla kesildiği, yıkıntıların içinden tekrar tekrar doğmak zorunda kalan insanların, çoğunlukla da kadınların hikayesi var bu kitapta. Metin boyunca bir yandan Violeta’nın aile, evlilik gibi kurumlara, sınıf meselesine, feminizme ve kadın olmaya dair uyanış ve yüzleşmelerine tanık oluyor, diğer yandan onun hayatını, yaşadığı zamanın ve ülkesinin koşulları içinde düşünüyoruz.

Violeta kendi cümleleriyle, "salgının yaşandığı 1920 yılında fırtınalı bir cuma günü", doğurmaktan yorgun düşmüş bir kadının ilk kız çocuğu olarak dünyaya geliyor. İçine doğduğu aile, beş oğul sahibi aristokrat bir aile. Onun yaşamı, İspanyol gribi nedeniyle özellikle ülkenin yoksulları için zor zamanların yaşandığı bir dönemde başlıyor ancak ailenin sınıfsal açıdan ayrıcalıklı konumu, onların bu salgını çok yara almadan atlatmasını sağlıyor.

Allende’nin metninde bu salgın bahsinde olduğu gibi hayatın zenginler ve yoksullar arasında farklı aktığını gösteren epey ayrıntıya rastlıyoruz. Yazar, her ne kadar karakterinin bu konudaki uyanışını metnin sonlarına yaklaşırken anlatıya taşısa da kitabın, Violeta’nın şimdisinden geçmişine doğru kurgulanması eşitsizliklerin vurgulanmasında etkili oluyor. Çünkü metnin karakterin anlatımıyla kurulan dili, tüm yaşananlardan sonra kendi varlığını bulmuş, dünyadaki eşitsizliği fark etmiş, patriyarkanın kodlarını çözmüş bir kadının sesini duymamızı sağlıyor. Ayrıca Violeta, başından geçenleri sonradan torunu olduğunu öğrendiğimiz Camilo’ya yazıyor ve canlanan hatıralardaki yorumlar anlatıcının yaşamının sonuna doğru geldiği bir zamandan, yüzleşmeleriyle, farkına vardıklarıyla, olduğu şey olduğu, artık kendini gerçekleştirdiği bir konumdan hayata baktığı fikrini destekliyor.

Metin boyunca kurulan öznel anlatı dili, kitaba otobiyografik bir yan katıyor, dönem anlatıya sızsa da olayları Violeta’nın gözünden takip etmemiz onun etrafındaki kişilere yoğunlaşmayı sağlıyor. Böylece okur açısından metnin olaylarından çok kişileri önemli hale geliyor. Okurken kitabın bu anlatma biçimi aklıma Ernaux’nun 'Seneler' kitabında kullandığı üslubu getirdi ve ister istemez zihnimde bir karşılaştırma ortaya çıktı. Hatırlanacağı gibi Ernaux, anlatısının kendisiyle ilişkili kısımları da dahil olmak üzere üçüncü tekil ve üçüncü çoğul şahıs dili tercih etmişti. Bu da 'Seneler'i kolektif hafızanın alanından düşünebilmemizin yolunu açıyordu. 'Violeta'da ise kitabın başkahramanı genellikle özne olarak orada, metnin zihnimizde belirişi onun inşa ettiği anlatıyla oluşuyor. Bu nedenle metin içinde yer alan tarihsel olayları, Violeta’nın üzerindeki etkisiyle birlikte düşünüyoruz. Dönemin olayları bir şekilde takip edilse bile anlatıldığı yanıyla öznel bir biçimde kitaba dahil oluyor.

Violeta’nın hikayesiyle devam edersek, beş oğlan çocuktan sonra sahip olunan bir kız çocuk olarak dünyaya gelen Violeta, ailede heyecan yaratıyor ve bu da onun "şımartılmasına" sebep oluyor. Özellikle babasının isteğiyle terbiye edilmesi için başlangıçta İngiliz olduğu düşünülen bir mürebbiye bulunuyor. Miss Josephine Taylor adlı bu kadın, Violeta’nın yaşama bakışında epey etkili oluyor çünkü o ailenin ve normalde bekleyebileceğimiz bir mürebbiye görüntüsünün dışında bir karakter.

Şöyle anlatılıyor: "…annemle babam, tıpkı uzaktan görüp tanıdıkları ve gazetelerin magazin sayfalarında resimlerini gördükleri İngiliz kolonisinden bazı hanımlara benzer, sivri burunlu, dişlek, olgun ve eski moda bir kadın bekliyorlardı. Miss Josephine Tylor ise yirmili yaşlarda gencecik biriydi, oldukça kısa boylu, şişman değilse de etine dolgundu, üstünde hardal renginde düşük belli bol kesimli bir elbise, başında oturak biçiminde fötr bir şapka, ayağında bilekten atkılı pabuçlar vardı…"

Aile açısından fiziksel görüntüsüyle beklenen mürebbiye imajını karşılamamasının yanında başka özellikleri olan bir kadın Josephine ki metnin sonrasında İrlandalı olduğunu, ailesini kaybettiğini, döneminin işçi sınıfı hareketine yakın lezbiyen bir kadın olduğunu öğreniyoruz ama bu yanı onun mürebbiye disiplinini Violeta üzerinde uygulamadığı anlamına gelmiyor. Ancak onu okumaya, başka şeyler düşünmeye yönlendirmesi, Violeta’nın feminizm kelimesini ilk kez onun sevgilisi Teresa Rivas’tan duyması, Miss Taylor’ın onun yaşamının başlangıcında ve sonrasında önemli isimlerden biri olduğunu düşündürüyor.

Bu isimler önemli olsa da onun ataerkil düzenin kadınların yaşamına getirdiği eşitsizliği fark etmesi deneyimleriyle oluşuyor. Mesela, ilk eşiyle cinsel haz almadan sürdüğü evliliğini resmi olarak olmasa da bitiriyor, döneminin yasaları gereği evin geçimi ona ait olsa bile kazancını eşinin hesabına yatırdığından, ayrılık sonrası meteliksiz kaldığını öğreniyor ve bir daha birlikte olduğu erkeklerin hesabına para yatırmıyor. Bu yüzleşmesini şöyle anlatıyor: "Fabian’dan her zaman hatırlayacağım dersimi almıştım: …Biz kadınların geçiminin ilk önce babalarımız, sonra da kocalarımız tarafından sağlandığı varsayılıyordu, ister miras kalmış ister edinilmiş olsun kendimize ait mallarımız olduğu durumlarda, bunları idare edecek bir erkeğe ihtiyacımız vardı."

Violeta hakkında eklenmesi gereken bir ayrıntı, para kazanmanın yolunu bilen bir kadın olması. Ağabeyiyle girdikleri inşaat projesinden çokça para kazanıyor, yaşamı boyunca ailesini kendi çabasıyla geçindirmenin yolunu buluyor ve ayrıcalıklı konumuyla yüzleşip ülkesindeki sınıfsal eşitsizliği fark edene kadar da konforlu denebilecek hayatını pek sorgulamıyor.

Ekonomik bağımsızlık fikrinden sonra, ona yaşamının öğrettiği bir şey de tutkularının peşinden gitmek oluyor. Julian Bravo adlı kişiyle yaşadığı ilişki ona bedenini, haz almayı ve cinselliği aslında hiç tatmadığını fark ettiriyor ancak bağımlılığa dönüşen bu ilişki, Julian Bravo’nun karanlık yanlarını görmesine engel oluyor ve ona uyguladığı şiddeti sineye çekmesine sebep oluyor. Çektiği acılardan kurtulmanın yolunu bulması uzun sürüyor ama bu deneyim onun erkeklikle yüzleşmesi olarak yorumlanabilir. Bunun gibi, daha pek çok tecrübeden sonra Violeta, metnin sonlarına doğru tanıştığı Mailén’den bir kere daha feminizm kelimesini duyduğunda, ömrünü kadın hakları mücadelesine adamış, ilk kez feminizm kelimesini duyduğu Teresa Rivas’ı hatırlıyor. Onun amacının, verdiği mücadelenin nedenlerini anlıyor ve etkileniyor bu sırada katıldığı toplantılardaki kadınlarla ilgili şu cümleleri kuruyor:

"Boşanma yasasının ya da kürtajı suç olmaktan çıkaracak bir yasanın meclisten geçmesi için mücadele veren gruplarla temas halindeydim. Onlar işçi kadınlardı, orta sınıftan kadınlardı, profesyonel, sanatçı, entelektüel kadınlardı. Verebileceğim hiçbir şey olmadan, bir şeyler öğrenmek için katılıyordum o gruplara; ta ki sonunda onlara yardım etmenin bir yolunu bulana kadar."

Violeta’nın sonradan "yardım etmenin yolunu" bulduğu gibi hareketin bir parçası olduğunu özellikle şiddete maruz kalan kadınlar için mücadele ettiğini ekleyelim. Onun yaşamının getirdiği deneyimlerle kadın olmanın anlamını fark ettiğini ve bunu direnişe dönüştürdüğü söyleyebiliriz. Sonrasında kurduğu vakıfla da kadınlar için mücadelesini sürdürüyor ve bir kadının uyanışının tüm kadınlar için bir anlamı olabileceğini onun hikâyesiyle bir kere daha fark ediyoruz. Violeta’nın yaşamının etrafında metinde feminist bir tarih anlatısıyla da karşılaşıyoruz. Yazar kitabın bu tarafını metnin başkarakteri üzerinden olduğu kadar Teresa Rivas gibi kadın karakterlerin direnişleriyle de anlatıya taşıyor.

Violeta’nın hikayesinde öne çıkan taraf, onun yaşamdaki eşitsizlikleri kendi tecrübeleriyle fark edip metnin kolektif belleğe dokunan kısımlarını, yaşamı dolayısıyla anlatıya eklemesi bana kalırsa. Emperyalist devletlerin uyguladığı darbe politikalarından, Soğuk Savaş dönemi politikalarını anlamlandırmasına, Marksist oğlunun söylediklerini başta dikkate almayıp sonra onun haklılığını yaşamı içerisinde tecrübe etmesine, dışlanan, toprağı gasp edilen yerlilere, yoksullara kadar pek çok konu, onun farkına varma anlarıyla birlikte işleniyor. Böylece, kişisel bellek kitabın geri planında işleyen tarihsel zamana ekleniyor.

Mesela, oğlunun onu "Nasıl olur da sağcılara oy verirsin anneciğim! Bu ülkedeki eşitsizliği ve yoksulluğu görmüyor musun?" şeklindeki eleştirisini yıllar sonra ancak kendisi için sorun yarattığını fark ettiğinde anladığını şu cümlelerde görebiliyoruz: "Bunları ben de idrak ediyordum ama bu konuda yapabileceğim bir şey yoktu, sorunun hükümetle ya da kiliseyle ilgili olduğunu sanıyordum, işçilerime ve çalışanlarıma iş alanı yaratmakla ben zaten yapabileceğimi yapıyordum. Gerçekleri idrak edebilmek için aradan çok şeyler geçmesi gerekecekti Camilo… Baskı rejiminin yumruğu doğrudan doğruya benim suratıma inmeseydi, o uzun diktatörlük boyunca da aynı şeyleri yapmaya devam edecektim."

Burada da gördüğümüz gibi onun uyanışlarında başkasının sözünden çok kendi tecrübesi etkili oluyor, bunu hem feminizme bakışının değişiminde hem de ülkesinde neler yaşandığını idrak edebildiği zamanlarda görebiliyoruz.

Şunu söyleyebiliriz, metin boyunca acısıyla tatlısıyla yaşanmış bir hayattan kalanın inşa edilişinde genellikle bir yüzleşme var. Hayatta karşılaşarak bulunan, kendine ve içinde yaşadığı topluluğa dair yaratılan anlam ve tüm bunların ortaya çıkardığı bir kendilik. Bu nedenle Violeta’nın hikayesi, toplumsal krizlerin ve kişinin kendi yaşam tecrübesinin bir insanın hayatındaki dönüştürücü işlevini de görmemizi sağlıyor. Öznenin gözünden yansıyan geçmiş, onu o yapan şey olarak işe koşulurken her ne kadar kişisel bir alandan seslenilse de kolektif hafızanın bireyin yaşamının dışında tutulamayacağını da düşündürüyor. Sanırım 'Violeta' gibi tarihsel kurmacaların bunu gösteren bir yanı da oluyor: İnsanı insan yapan kişisel yüzleşmeler, yaşanan dönemin bireyin alanına sızışı, hayattan artakalanın şimdide oluşturduğu bir ben. Kısacası, insana kendilik kazandıran şeyin hayat tecrübeleriyle kopmaz bağı.

Isabel Allende’nin, Can Yayınları tarafından İnci Kut çevirisiyle basılan 'Violeta' adlı kitabı, İspanyol gribinin Güney Amerika kıyılarına ulaştığı bir dönemde dünyaya gelen bir kadının, Covid-19 pandemisine kadar süren uzunca yaşamını anlatıyor. Bu uzun yaşam, pek çok tarihsel ana tanık olmak, bunların bıraktığı izlerle yaşamak, bir şekilde hayatta kalmanın yolunu yaşamı paylaştığı ülkesinin insanlarıyla, sürekli yeniden bulmak anlamına geliyor. Onun cümleleriyle ifade edersek: "Dünyanın yanlış yarıküresinde bulunuyorduk ve zaman uyumsuzluğuna uğramıştık, işte onun için yüksek bedel ödedik."

Kısacası, yıkımın eksik olmadığı bir coğrafyada kendi zamanına uyumsuz bir kadının ve onun çevresinde bulunanların bedeli ödenmiş hayatlarıyla karşılaştığımız bir metin 'Violeta'.

QOSHE - ‘Dünyanın yanlış yarıküresinden’ bir kadın: Violeta - Emek Erez
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

‘Dünyanın yanlış yarıküresinden’ bir kadın: Violeta

27 8
12.01.2024

Bir kadının yaşamından beslenen bir hikaye okuduğunuzda bilirsiniz ki o hikaye tüm kadınlara dokunan bir yerde durur. Çünkü kitabın kahramanının uyanışları, inat etmeleri, başkaldırmaları, verili rollerden çıkışları feminist yazın tarihine eklenir ve bir gün, başka bir yerde, bir kadın için anlamlı hale gelme olasılığı taşır. Bu nedenle bir kadın hikayesinin yarattığı temsil, hayata karışan, sizde karşılık bulan ilham verici bir yan taşır.

Isabel Allende’nin, 'Violeta'sı da fikrimce bu bahsettiğim ilham verici yanı taşıyor. Bir kadının yüz yıllık yaşamını, döneminin olaylarını da işe dahil ederek işleyen metin, okura sadece bir hayatın hikayesini değil, aynı zamanda Güney Amerika’nın salgınlarla, depremlerle, darbelerle, direnişlerle, savaşlarla, katliamlarla yüklü geçmişini de getiriyor. Huzur anlarının sınırlı olduğu, mutlulukların ani bir olayla kesildiği, yıkıntıların içinden tekrar tekrar doğmak zorunda kalan insanların, çoğunlukla da kadınların hikayesi var bu kitapta. Metin boyunca bir yandan Violeta’nın aile, evlilik gibi kurumlara, sınıf meselesine, feminizme ve kadın olmaya dair uyanış ve yüzleşmelerine tanık oluyor, diğer yandan onun hayatını, yaşadığı zamanın ve ülkesinin koşulları içinde düşünüyoruz.

Violeta kendi cümleleriyle, "salgının yaşandığı 1920 yılında fırtınalı bir cuma günü", doğurmaktan yorgun düşmüş bir kadının ilk kız çocuğu olarak dünyaya geliyor. İçine doğduğu aile, beş oğul sahibi aristokrat bir aile. Onun yaşamı, İspanyol gribi nedeniyle özellikle ülkenin yoksulları için zor zamanların yaşandığı bir dönemde başlıyor ancak ailenin sınıfsal açıdan ayrıcalıklı konumu, onların bu salgını çok yara almadan atlatmasını sağlıyor.

Allende’nin metninde bu salgın bahsinde olduğu gibi hayatın zenginler ve yoksullar arasında farklı aktığını gösteren epey ayrıntıya rastlıyoruz. Yazar, her ne kadar karakterinin bu konudaki uyanışını metnin sonlarına yaklaşırken anlatıya taşısa da kitabın, Violeta’nın şimdisinden geçmişine doğru kurgulanması eşitsizliklerin vurgulanmasında etkili oluyor. Çünkü metnin karakterin anlatımıyla kurulan dili, tüm yaşananlardan sonra kendi varlığını bulmuş, dünyadaki eşitsizliği fark etmiş, patriyarkanın kodlarını çözmüş bir kadının sesini duymamızı sağlıyor. Ayrıca Violeta, başından geçenleri sonradan torunu olduğunu öğrendiğimiz Camilo’ya yazıyor ve canlanan hatıralardaki yorumlar anlatıcının yaşamının sonuna doğru geldiği bir zamandan, yüzleşmeleriyle, farkına vardıklarıyla, olduğu şey olduğu, artık kendini gerçekleştirdiği bir konumdan hayata baktığı fikrini destekliyor.

Metin boyunca kurulan öznel anlatı dili, kitaba otobiyografik bir yan katıyor, dönem anlatıya sızsa da olayları Violeta’nın gözünden takip etmemiz onun etrafındaki kişilere yoğunlaşmayı sağlıyor. Böylece okur açısından metnin olaylarından çok kişileri önemli hale geliyor. Okurken kitabın bu anlatma biçimi aklıma Ernaux’nun 'Seneler' kitabında kullandığı üslubu getirdi ve ister istemez zihnimde bir karşılaştırma ortaya çıktı. Hatırlanacağı gibi Ernaux, anlatısının kendisiyle ilişkili kısımları da dahil olmak üzere üçüncü tekil ve üçüncü çoğul şahıs dili tercih etmişti. Bu da 'Seneler'i kolektif hafızanın alanından düşünebilmemizin yolunu açıyordu. 'Violeta'da ise kitabın başkahramanı genellikle özne olarak orada, metnin zihnimizde belirişi onun inşa ettiği anlatıyla oluşuyor. Bu nedenle metin içinde yer alan tarihsel olayları, Violeta’nın üzerindeki etkisiyle birlikte düşünüyoruz. Dönemin olayları bir şekilde takip edilse bile anlatıldığı yanıyla öznel bir biçimde kitaba dahil oluyor.

Violeta’nın hikayesiyle devam edersek, beş oğlan çocuktan sonra sahip olunan bir kız çocuk olarak dünyaya gelen Violeta, ailede heyecan yaratıyor ve bu da onun "şımartılmasına" sebep oluyor. Özellikle babasının isteğiyle terbiye edilmesi için başlangıçta İngiliz........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play