Hepimiz yorgunuz. Kendimizi eve atıyoruz, çabucak pişecek ne varsa ocağa koyuyoruz ya da dışarda yiyoruz, sonra televizyonun, ekranın karşısına geçiyoruz ve bir süre sonra da uyuyakalıyoruz.

Yol yorgunuyuz: Büyük şehirlerde işe gitmek için erkenden kalkmak, birkaç araç değiştirmek, trafiğe ve araçlardaki insanlara maruz kalmak yoruyor bizi. Acelesi olanlar, itip kakanlar, yüksek sesle konuşanlar, bozuk kulaklıktan hepimize müzik dinletenler, trafikte makas atanlar, aniden durup aniden kalkan şöförler yoruyor. Düzeltemeyeceğimiz durumların, müdahale edemeyeceğimiz insanların, değiştiremeyeceğimiz bir düzenin yorgunuyuz.

Çalışmaktan yorgunuz. Aynı anda birden fazla iş yapmaktan, oluşturulmasına dahil olamadığımız kurallara uymak zorunda kalmaktan, mobbingten, işsizlik korkusundan, geçim derdinden yorgunuz.

Siyasetten yorgunuz; sürekli nefret üreten, bağırıp çağırınca daha sahici ve güçlü olduğunu sanan, yüzümüze baka baka yalan söyleyen, memleketin hiçbir sorununu gerçekten dert etmediğini bal gibi bildiğimiz ama değiştiremediğimiz siyasetçiler yoruyor bizi.

Kaygılanmaktan da yorgunuz; Türkiye İran mı olacak, irtica mı gelecek, bu seçim de mi kaybedilecek, neoliberalizm memleketin iliklerine mi işleyecek, emperyalistler yeni bir savaş mı çıkartacak, küresel ısınma dünyayı çöle mi çevirecek, çocuklarımız içecek su bile bulamayacak mı, işsiz mi kalacağız, emekli olursak geçinebilecek miyiz?

Dayanışamadığımız, destek olamadığımız insanların dertlerine seyirci kalmaktan yorgunuz. Durakta dolmuş beklerken SMA’lı bir çocuğun annesinin yalvarışlarını dinlemekten, metroda dilenen bir çocuğa yüzümüzü çevirmek zorunda kalmaktan, ayakta zor duran bir yaşlıdan mendil almaktan…

Kürt sorunu, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, iş cinayetleri…

Hani hep “evrene yanlış mesaj verme” denir ya, sanki tam tersi oluyor: “Evren bize sürekli yanlış mesaj veriyor!”

Hepimiz sürekli şikayet eden, hiç bir şeyden hoşnut olmayan umutsuz insanlara dönüştük. Yapacak bir şey yok, bu ülke düzelmez, bu dünyaya çocuk getirilmez, zateh dünyanın en kötü dönemine de biz denk geldik.

Öyle görünüyor ki bir şey yapamamaktan da yorgunuz, bir şey yapıp sonuç alamamaktan da…

Ama asıl örgütsüzlükten yorgunuz. Sendikalaşamıyoruz, siyasi partilere inanmıyoruz, mahalle örgütlerinde boşa kürek çekiyormuşuz gibi geliyor, derneklerin yetkileri sınırlı. Bir araya gelip pekala çözebileceğimiz sorunları tekrar tekrar yaşamaktan yoruluyoruz. Örgütlülüğe inanan insan sayısı giderek azalıyor. Çoğu örgüt üç-beş kişinin inadı üzerinden hayat buluyor. Bunda elbette örgütlerin de payı var. Katılımcılığı beceremeyen, yöneticilerin kendi çıkarları için bazen daralttığı, değişen dünyaya uyum sağlayamayan örgütler siyaset için atlama tahtası oluyor ya da az sayıda insanın kendi iktidarını kurduğu yapılara dönüşüyor. Ama bizim kolaycılığımız da bütün bunları kolaylaştırmıyor mu? Bir kaç kahraman belledik, her yıldönümünde coşkuyla anıyoruz. Onlar mezarından çıkıp gelse diye dua edenlerimiz bile var. Peki yaşayan kahramanlara ne yapıyoruz? Onlar baskı görürken, cezaevinde ya da sürgünde eli kolu bağlanmışken, haksız yere işinden, ailesinden uzaklaştırılırken. özgürlüğü kısıtlanırken biz nerdeyiz? Tweet mi atıyoruz, sosyal medyadan protesto mu ediyoruz? Birilerini kahraman ilan edip sonra da yalnız mı bırakıyoruz yoksa? Hepimiz kendi kabuğumuzda aynı şeylerden yakınıyoruz, aynı şeyleri istiyoruz ama o küçücük kabukları korumak için daha büyük bir geleceğe sırtımızı çeviriyoruz.

Buraya kadar yazdıklarımı okuyup “yatıp ölmeyi beklesek mi acaba” diye düşünebilirim ben bile. Ki, kişisel tarihimde o efsanedeki kayayı tepeye çok yaklaştırdığım da oldu, hep birlikte aşağıya yuvarlandığım da. “Bu da mı gol değil hakim bey!” diye ayağa kalktığım ve “kendi kalene gol oldu” diye bir sesle yerime oturduğum da.

Ve böyle zamanlarda yine bir kadın, güçlü bir ses ve mücadele ile geçen bir yaşam; Mercedes Sosa çıktı karşıma. Sosa (1935-2009)Arjantinli bir sanatçı.

Arjantin’in 70’li yıllarında kalabalıklara tutkulu konserler vermiş. Politik olarak da tavır almaktan kaçınmamış. “Nueva canción” (yeni şarkı) hareketinin sesi olmuş. 1979’da Jorge Vidala’nın kanlı darbesinden kısa süre sonra sahnede şarkı söylerken tutuklanmış. Avrupa’ya sürgüne giden Sosa 1982’de askeri yönetim yıkılınca ülkesi Arjantin’e dönebilmiş.

Sosa’nın bence en muhteşem şarkısı “Gracias A La Vida” (Teşekkürler Hayat). Şarkının sözleri Şili’li ozan ve şair Violeta Parra’ya (1917-1967) ait. 1939 yılında henüz 18 yaşındayken Madrid’de idam edilen tarım işçisi Carlos, son isteğini soran papaza tek bir cümle söyler: Gracias a la vida… Carlos’un bu sözleri Franco rejimince komünistlere yönelik kanlı bir imha sürecine girmiş İspanya’da devrimcilere moral olur. Violeta Parra da bu sözlerden yola çıkarak bir şiir yazar.

Mercedes Sosa, Parra’nın şiirini 1971 yılında bestelemiş. Carlos’un sözü, 1939’dan 1979’a kaybolmamış, tersine büyümüş, çoğalmış.

Düşünüyorum, Carlos belki yorgun değildi, 18 yaşındaydı, hayata, devrime inanmıştı. Ölümden korkmuyordu ama muhtemelen ölümsüz olacağını da düşünmüyordu. Violeta Parra bir halk ozanı olarak, herkesin içine oturan bu sözü kendi hayatıyla yoğurarak başka bir şeye dönüştürmüş. Acıyı da anlatmış, hayatın sürekliliğini sağlayan sevgiyi, aşkı, umudu da. O da yoksul bir aileden geliyormuş, yoksul bir kadın olarak yaşadığı eşitsizliklere kayıtsız kalmamış, eserleriyle işçi sınıfının, köylülerin durumunu, emperyalizmin Latin Amerika üzerindeki etkilerini dile getirmiş. 50 yıl yaşamış Parra ve Latin Amerika halk müziğinde devrim niteliğinde dönüşümlere öncülük etmiş. O da yorulmuş, acı çekmiş ama vazgeçmemiş. Carlos'un sözünü herkes için tekrar söylemiş.

Kanlı darbe demek, işkence, ölüm, kan, vahşet, özgürlüklerin kısıtlanması, en yakınlarının acı çekmesi, kayıplar demek. Üstüne sürgün yılları, sevdiklerine ve ülkesine duyulan özlem… Mercedes Sosa da tüm bunları yaşamış ve yine de hayata teşekkür edebilmiş. Sosa’nın sahne performansını gösteren videolar da var. Sesiyle de fiziğiyle de sahnede devleşen bir kadın Sosa. Dimdik duruşu, sahneye hakimiyeti ve derinden gelen güçlü sesiyle adeta çağlıyor. Bütün sesleri susturuyor, o neyi söylüyorsa sadece o duyuluyor. Sosa da Carlos'un ve Parra'nın sözlerini yeniden yorumluyor. Carlos'un inancının gücünü, Parra'nın yorgunluğunu ve inadını, ölümsüzlüğü, umudu, aşkı anlatıyor, hayatın sürekliliğini. Ve kollarını iki yana kocaman açarak şefkatiyle, yaşama olan minnettarlığıyla sarmalıyor bizleri.

Yorgunuz evet, bıkkınız, öfkeliyiz. Sadece iktidara, siyasetçilere, seçimlere, patronlara, trafiğe şehre değil hayata da öfkeliyiz. Buna hakkımız da var. Evet biz dünyanın en kötü dönemine denk gelmedik ama umudun neredeyse görünmez olduğu bir döneme denk gelmiş olabiliriz. Büyük işler başarmış kuşakların, koca koca toplumsal hareketlerin olduğu dönemlerin dünyanın başka iklimlerine denk geldiğini ıskalayıp, kendimize haksızlık etmeyelim. Ama artık ezberimizi bozalım, yorgunuz demekle bir yere gidemediğimizi fark edelim. Carlos'un sesi bugüne geldiyse, onun sesini, Parra'nın sözünü, Sosa'nın yüreğini sesimize katalım ve şarkıda dediği gibi "Yıkıntılardan ayağa kalkışı ayırabilmeyi" öğrettiği için hayata teşekkür edelim: Gracias A La Vida!

*Gracias A La Vida'nın en iyi çevirilerinden birini aşağıya kopyalıyorum. Şarkıyı da buradan dinleyebilirsiniz. (İkinci şarkı, kayıt bir konserden)

Bana çok şey veren hayata teşekkürler
Her açtığımda, beyazdan siyahı
Gökyüzünün derinliklerindeki yıldızlı görüntüyü
Ve de insan kalabalıklarının içinden sevdiğim insanı
Ayırt etmemi sağlayan, iki göz verdiği için teşekkürler

Bana çok şey veren hayata teşekkürler
Gece ve gündüz demeden,
Ağustos böceklerinin, kanaryaların şarkılarını
Çekiç ve motor seslerini, köpek havlamalarını, fırtınaları
Ve sevdiğimin narin sesini
Bütün genişliği boyunca boyunca kaydeden şeyi,
Kulağı verdiği için teşekkürler

Bana çok şey veren hayata teşekkürler
Haykırıp düşünebildiğim kelimeleri
Anne, arkadaş, kardeş, yanan ışık gibi kelimeleri
Ve sevdiğim insana giden ruhumun rotası gibi kelimeleri
Düşünüp ve açıklayabilmem için bana
Sesi ve alfabedeki kelimeleri verdiği için teşekkürler

Bana çok şey veren hayata teşekkürler
Onlarla şehirleri, göletleri, deniz kıyılarını
Çölleri, dağları ve geniş düzlükleri
Ve senin evini, sokağını ve bahçeni gezdiğim
Yorgun ayaklarımın yürüyüşünü verdiği için teşekkürler
Bana çok şey veren hayata teşekkürler

Yıkıntılardan ayağa kalkışı ayırabilmeyi
Şarkımı oluşturan, sizin şarkınızla aynı olan şarkıyı oluşturan,
İki temel maddeyi; gülücüğü ve gözyaşını verdiği için teşekkürler
Herkesin şarkısı olan benim kendi şarkımı…
Bana çok şey veren hayata teşekkürler…

QOSHE - Neden bu kadar çabuk yoruluyoruz? - Beyhan Sunal
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Neden bu kadar çabuk yoruluyoruz?

44 0
19.05.2024

Hepimiz yorgunuz. Kendimizi eve atıyoruz, çabucak pişecek ne varsa ocağa koyuyoruz ya da dışarda yiyoruz, sonra televizyonun, ekranın karşısına geçiyoruz ve bir süre sonra da uyuyakalıyoruz.

Yol yorgunuyuz: Büyük şehirlerde işe gitmek için erkenden kalkmak, birkaç araç değiştirmek, trafiğe ve araçlardaki insanlara maruz kalmak yoruyor bizi. Acelesi olanlar, itip kakanlar, yüksek sesle konuşanlar, bozuk kulaklıktan hepimize müzik dinletenler, trafikte makas atanlar, aniden durup aniden kalkan şöförler yoruyor. Düzeltemeyeceğimiz durumların, müdahale edemeyeceğimiz insanların, değiştiremeyeceğimiz bir düzenin yorgunuyuz.

Çalışmaktan yorgunuz. Aynı anda birden fazla iş yapmaktan, oluşturulmasına dahil olamadığımız kurallara uymak zorunda kalmaktan, mobbingten, işsizlik korkusundan, geçim derdinden yorgunuz.

Siyasetten yorgunuz; sürekli nefret üreten, bağırıp çağırınca daha sahici ve güçlü olduğunu sanan, yüzümüze baka baka yalan söyleyen, memleketin hiçbir sorununu gerçekten dert etmediğini bal gibi bildiğimiz ama değiştiremediğimiz siyasetçiler yoruyor bizi.

Kaygılanmaktan da yorgunuz; Türkiye İran mı olacak, irtica mı gelecek, bu seçim de mi kaybedilecek, neoliberalizm memleketin iliklerine mi işleyecek, emperyalistler yeni bir savaş mı çıkartacak, küresel ısınma dünyayı çöle mi çevirecek, çocuklarımız içecek su bile bulamayacak mı, işsiz mi kalacağız, emekli olursak geçinebilecek miyiz?

Dayanışamadığımız, destek olamadığımız insanların dertlerine seyirci kalmaktan yorgunuz. Durakta dolmuş beklerken SMA’lı bir çocuğun annesinin yalvarışlarını dinlemekten, metroda dilenen bir çocuğa yüzümüzü çevirmek zorunda kalmaktan, ayakta zor duran bir yaşlıdan mendil almaktan…

Kürt sorunu, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, iş cinayetleri…

Hani hep “evrene yanlış mesaj verme” denir ya, sanki tam tersi oluyor: “Evren bize sürekli yanlış mesaj veriyor!”

Hepimiz sürekli şikayet eden, hiç bir şeyden hoşnut olmayan umutsuz insanlara dönüştük. Yapacak bir şey yok, bu ülke düzelmez, bu dünyaya çocuk getirilmez, zateh dünyanın en kötü dönemine de biz denk geldik.

Öyle görünüyor ki bir şey yapamamaktan da yorgunuz, bir şey yapıp sonuç alamamaktan da…

Ama asıl örgütsüzlükten yorgunuz. Sendikalaşamıyoruz, siyasi partilere inanmıyoruz, mahalle örgütlerinde boşa kürek çekiyormuşuz gibi geliyor, derneklerin yetkileri sınırlı. Bir araya gelip pekala çözebileceğimiz sorunları tekrar tekrar yaşamaktan yoruluyoruz. Örgütlülüğe inanan insan sayısı giderek azalıyor. Çoğu örgüt üç-beş kişinin inadı üzerinden hayat buluyor. Bunda elbette örgütlerin de payı var. Katılımcılığı beceremeyen, yöneticilerin kendi çıkarları için bazen daralttığı, değişen dünyaya uyum sağlayamayan örgütler siyaset için atlama tahtası oluyor ya da az sayıda insanın kendi iktidarını kurduğu yapılara dönüşüyor. Ama bizim kolaycılığımız da bütün bunları kolaylaştırmıyor mu? Bir kaç kahraman belledik, her yıldönümünde coşkuyla anıyoruz. Onlar mezarından çıkıp gelse diye dua edenlerimiz bile var. Peki........

© Gazete Duvar


Get it on Google Play