İsrail ve Hamas arasındaki 7 Ekim’de başlayan savaş, Ortadoğu’da İsrail’in yenilmezliğine, Filistin davasının unutulduğuna ve İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleşmesiyle bölgede bir sükûnet havasının eseceğine dair yanılgıları silip süpürdü. ABD, Çin’e ve kendi iç siyasetine odaklanmışken ve Rusya da Ukrayna bataklığına saplanmışken ve Çin genel olarak bölgeye ilgi göstermezken Ortadoğu coğrafyasında büyük bir güç boşluğu oluştu.

Gregg Carlstrom, Foreign Affairs için kaleme aldığı yazısında İsrail ve Hamas arasındaki çatışmaların ışığında Ortadoğu’da oluşan güç boşluğunu ve bu boşluğun arka planını ele alıyor.

Yazının öne çıkan bazı kısımlarını paylaşıyoruz:

“Savaşlar olayları açıklığa kavuşturabilir veya karmaşıklaştırabilir. 1967’deki Altı Gün Savaşı’na ilişkin yaygın kanı, İsrail’in Ortadoğu’yu kasıp kavuran ve hükümdarları deviren Arap milliyetçiliği dalgasını hızla ezdiği yönünde. Lübnan’daki 2006 savaşının hikâyesine göre ise Hizbullah, İsrail’i çıkmaza sokmuş ve Arap ordularının İsrail’e karşı mücadeleyi çoktan bıraktığı bir dönemde yenilmez görünen bir ordunun itibarını yerle bir etmişti. Arap-İsrail çatışmaları çoğu zaman açıklığa kavuşturucu olaylar olarak görülmüştür. Ancak savaşlar, onlarca yıldır hakim olan fikirleri silip süpürür.

Yine de bu savaşlardan ortaya çıkan anlatılar, kendi efsanelerini yaratmanın eşiğine gelebiliyor. 1967’nin hikâyesi, tamamen gerçek dışı olmasa da, fazla basit. Mısır’da Cemal Abdül Nasır’ınki gibi rejimler her zaman pan-Arabizm gibi yüce kavramlardan ziyade sınırlı şahsi çıkarlarla hareket etti, pan-Arabizmi yalnızca şahsi çıkarlara hizmet ettiği zaman kullandı. Bu tür liderler, devletlerine bugün de devam eden siyasi ve ekonomik sorunlara neden oldular. 1967’de yaşadıkları felaket sonlarını hızlandırmış olabilir, ancak yine de kendi çelişkileri altında ezileceklerdi.

Aynı şey 2006’da Hizbullah’a karşı yürütülen savaş için de geçerli. Bu İsrail’in ilk askeri yenilgisi değildi; Güney Lübnan’daki uzun işgali, sadece altı yıl önce aşağılayıcı bir tek taraflı çekilme ve İsrail destekli Güney Lübnan Ordusu’nun hızla çöküşüyle sona ermişti. İsrail’in yenilmez görünmesinin tek nedeni en büyük düşmanlarının pes etmiş olmasıydı. Ancak ordular arasındaki savaşlar yerini devlet dışı aktörlere karşı yıpratma savaşlarına bıraktıkça, hiç değilse Ortadoğu’da savaş değişiyordu. ABD gibi İsrail de konvansiyonel taktiklerini konvansiyonel olmayan bir tehdide karşı yeniden şekillendirmeye çalışıyordu.

En son yaşanan Arap-İsrail savaşının tüm sonuçlarını görmek için henüz çok erken. Ancak İsrail ve Hamas arasında beş aydır süren çatışmalar bazı büyük efsaneleri şimdiden çürüttü: Filistin davasının öldüğü, ortaya çıkan İsrail-Körfez ittifakının İran’a karşı bir denge unsuru olacağı, çatışmalardan bitap düşmüş bir bölgenin gerilimi azaltmaya ve ekonomik büyümeye odaklanacağı ve gerçek anlamda ABD sonrası bir Ortadoğu’nun ortaya çıktığı efsaneleri gibi.

7 Ekim’e kadar İsrail’in Filistinlilere yönelik uzun süredir uyguladığı böl ve yönet stratejisi başarılı olmuş gibi görünüyordu. Başbakan Benjamin Netanyahu, Hamas’la anlaşmalar yapıp Gazze Şeridi’ndeki hükümete milyarlarca dolar aktarılmasını kolaylaştırırken bile Filistin Yönetimi’nin altını oymak için elinden geleni yaptı; sonra da Hamas daha güçlü taraf olduğu için İsrail’in Filistin tarafında müzakere ortağı olmadığını iddia etti. Arada sırada Gazze’de bir hafta süren çatışmalar ya da Kudüs ve Batı Şeria’da münferit saldırılar yaşanıyordu ama genel kanı Filistinlilerin daha fazlasını yapamayacak kadar ezilmiş ve parçalanmış oldukları yönündeydi. Dünya onların davasına olan ilgisini kaybetmişti. Amerika Birleşik Devletleri artık arabuluculuk yapmak istemiyordu. Çin ve Hindistan’ın başka öncelikleri vardı. Bazı Arap devletleri bile bir Filistin devleti için bastırmaktansa İsrailli yüksek teknoloji firmalarıyla anlaşma yapmakla daha çok ilgileniyordu. İsrail’e işgali sona erdirmesi için baskı yapılmıyordu; bu işgal sanki çok az bir maliyetle sonsuza kadar idare edilebilirmiş gibi görünüyordu.

Bu Netanyahu’nun görüşüydü, ama pek çok kişi tarafından da paylaşılıyordu. Her kesimden İsrailli, Filistin meselesinden kaçınabileceklerini düşünüyordu. On yıl önce, Isaac Herzog (şimdi İsrail Cumhurbaşkanı) Netanyahu’nun başbakanlık için merkez soldan en büyük rakibiyken, İsrail-Filistin çatışmasından ziyade güneş enerjisinden bahsediyordu. Anketler İsrailli Yahudilerin çoğunluğunun iki devletli bir çözüm yerine statükonun korunmasını tercih ettiğini gösteriyordu.

Netanyahu’nun görüşü elbette fevkalade yanlıştı. Yeni bir çatışmanın tetikleyicisinin, yangın yeri olan (ve hala da öyle olan) Batı Şeria’dan değil de nispeten sakin görünen Gazze’den gelmesi birçokları için şaşırtıcı oldu. İsrail Hamas’ın geniş çaplı çatışmalara artık sıcak bakmadığını düşünüyordu: Bir yıl önce Filistinli militan bir grup olan İslami Cihad sınır ötesine yüzlerce roket fırlattığında Hamas kenarda beklemişti. Bunun yerine Gazze’deki iktidarını sağlamlaştırmaya odaklanmış görünüyordu. Ancak 7 Ekim’de İsrail’e saldıran teröristlerin bu kadar büyük bir katliama neden olabilmesi -belki de Hamas’ın kendisi için bile- şaşırtıcıydı. Ancak bölgenin çözülmemiş en uzun çatışmasının eninde sonunda yeniden canlanmasına kimse şaşırmamalı.

Bunu yaptığında da başka yanlışları ortaya çıkardı. 2010’dan sonraki on yılda İsrail ve Körfez ülkeleri arasında kurulan gizli bağlar karşılıklı İran korkusuna dayanıyordu. Ortak çıkar duygusu, İsrail’in Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ile resmi bağlar kurduğu 2020 İbrahim Anlaşması’na ve Suudi Arabistan ile ilişkilerin normalleşmesinden söz edilmesine yol açtı. Ortadoğu’dan çıkış arayan Washington bunu bir fırsat olarak gördü: İsrail ve Körfez ülkeleri bu işi kendileri yapabilirlerse İran ve uzantılarını dizginlemek için ABD askerlerine daha az ihtiyaç duyulacaktı. Ancak bugün İsrail ve ABD öncülüğündeki koalisyon Gazze, Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen olmak üzere beş yerde İran’ın uzantılarıyla savaşıyor ve Körfez ülkeleri ortalıkta görünmüyor. Bunun yerine İran’la gerilimi azaltmayı tercih ettiler.

Bölgesel bir güvenlik ittifakı kurma umudu Körfez ülkeleriyle ilgili önemli bir gerçeği gözden kaçırdı: Bu ülkeler yumuşak hedefler. Kasalarını doldurmak için petrol ihracatına, nüfuslarını beslemek için ithalata ve yaşanmaz bir bölgede hayatta kalmak için desalinasyon tesisleri gibi saldırıya açık bir altyapıya güveniyorlar. 2019’da İran füzeleri ve insansız hava araçları Suudi Arabistan’daki petrol tesislerini vurarak krallığın petrol üretiminin yarısını geçici olarak sekteye uğrattı. Bu saldırı Körfez ülkelerinin ne kadar savunmasız olduğunu gözler önüne serdi. Silahlara harcadıkları milyarlarca dolara rağmen orduları çok az savaş deneyimine sahip ve kabiliyet açısından yetersiz.

Bunun tartışmasız tek istisnası, ordusu güney Yemen’de nispeten iyi bir savaş performansı sergileyen Birleşik Arap Emirlikleri’dir. Ancak bu ülkeyi hayranlıkla “küçük Sparta” olarak adlandıran Batılı yetkililer onu yanlış anlıyor. BAE savaşla yoğrulmuş savaşçı bir toplum değil; bir istikrar vahası olarak ününden güç alan bir girişimci. En becerikli Arap ordusuna sahip olabilir, ancak BAE hükümeti bu orduyu Dubai’nin beş yıldızlı tatil beldelerine füze yağmasına neden olabilecek bir çatışmada kullanmaktan çekiniyor.

Körfez’deki yetkililer de yanlış hesaplar yaptılar. 7 Ekim’e kadar çok kutuplu bir Ortadoğu’dan bahsettiklerini duymak sık rastlanan bir durumdu. ABD’nin dikkati Ukrayna’daki savaş, Çin’le rekabet ve iç siyasetteki karışıklıklar nedeniyle dağınıktı. ABD, dengesiz politika değişikliklerine yatkın, sinir bozucu bir ortaktı. Öte yandan Rusya, 2015 yılında Suriye’deki iç savaşa hükümet adına müdahale ederek Suriye’nin diktatörü Beşar Esad’ın postunu kurtararak güvenilir ve etkili bir müttefik olduğunu kanıtlamıştı. Çin henüz Ortadoğu’da askeri bir güç değildi ama görünüşe göre dipsiz bir yatırım ve giderek artan bir şekilde silah ve teknoloji kaynağıydı. Amerika Birleşik Devletleri artık o kadar da vazgeçilmez değildi.

Ancak bölgenin son on yıllardaki en kötü krizinin ortasında Rusya ve Çin neredeyse hiç ortada görünmüyor. Çatışmayı Batı’nın ikiyüzlülüğünü vurgulamak için kullandılar ki bu suçlama Ortadoğu’da alıcı bir kitle buldu. Ancak hiç kimse diplomasi yürütmek, yardım sağlamak ya da bölgesel güvenliği desteklemek için Moskova ya da Pekin’e bakmadı. Kendi çıkarlarının etkilendiği durumlarda bile önemli bir rol oynayamıyorlar (ya da oynamayacaklar). Çin, Husilerin Kasım ayından bu yana Kızıldeniz’de gemilere saldırmasını ve bunun Avrupa ile ticareti tehlikeye atmasını önemsemeli. Ancak bölgeye savaş gemisi göndermedi. Çin, İran’ın en büyük ticaret ortağı olmasına rağmen, Tahran’daki rejimi Husileri dizginlemeye ikna etmek için nüfuzunu kullanmadı, bunun yerine Çin gemilerinin Kızıldeniz’den rahatsız edilmeden geçmesine izin vermeleri için ricada bulunmakla yetindi.

Yine de, bunun 7 Ekim’den önce anlaşılmış olması gerekirdi. Geriye dönüp baktığımızda, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi bölgesel nüfuzunun doruk noktasıydı. Üç yıl sonra Libyalı bir askeri lider olan Halife Hafter’in Trablus’u ele geçirmesine yardım etmeye çalıştı, ancak saldırısının Türk insansız hava araçları tarafından durdurulduğuna şahit oldu. Ukrayna’yı işgal etmek Rusya’nın nüfuzunu daha da azalttı. Arap otokratlarına satacak daha az silahı ve bölgeye yatırım yapacak daha az parası var. Avrupa’da dikkati dağılan Moskova, Ortadoğu’daki en yakın müttefikleriyle bile daha az ilgileniyor. Gazetecilerle konuşma yetkisi olmadığı için adının açıklanmaması koşuluyla konuşan İsrailli bir yetkili Ocak ayında bana “Suriye’yi İran’a kaptırıyorlar” demişti. Çin’in bölgedeki tek kayda değer diplomatik başarısı, geçen yılki İran-Suudi yakınlaşmasını sonuçlandırmak oldu, ancak asıl zorluklar başka yerlerlde aşılmıştı.

Bu yakınlaşmanın yeni bir bölgesel sükûnet dönemine işaret etmesi bekleniyordu. Libya, Suriye ve Yemen’deki iç savaşlar çıkmaza girmişti. Arap Baharı’ndan sağ kurtulan ya da bundan doğan otokratlar, huzursuz halklarının tekrar ayaklanmaması için temel ekonomik sorunlara odaklanmaları gerektiğini biliyorlardı. Pek çok analist, onlarca yıl süren kargaşanın ardından herkesin farklılıklarını bir kenara bırakıp ekonomilerini inşa ve entegre etmeye çalışacağını düşündü. ABD’li yetkililer bu umut dolu vizyona inandı ve Körfez monarşileri de bunu destekledi. Yeni bölgesel işbirliği dönemi 7 Ekim’den önce bile kısa ömürlü olduğunu kanıtlamıştı: Sudan, İran-Suudi anlaşmasından sadece birkaç hafta sonra korkunç bir iç savaşa sürüklendi. Başarısız ve çökmekte olan devletler ve çözülmemiş çatışmalarla dolu bir bölgenin yeni bir şeylerin yeşermesi için çorak bir toprak olduğu ortaya çıktı.

Efsaneler yanıltıcı olsalar bile yol gösterici olabilirler. Bazı Körfez yetkilileri ABD’den gerçekten bıktıkları için çok kutuplu dünyadan bahsettiler; diğerleri ise ABD’yi Ortadoğu’da kalmaya ikna edeceğini umdukları için bunu yaptılar. Washington yeni bir güvenlik mimarisine umut bağladı çünkü Ortadoğu’dan çıkmak istiyordu. İsrailliler sonsuz, düşük maliyetli bir işgale inandılar çünkü bölgenin en büyük güçleri bunun kabul edilebilir olacağının sinyalini verdi. Başka bir deyişle, politikacılar bu değişiklikleri değerlendirirken hata yapmış olsalar bile Ortadoğu değişiyor.

ABD’nin etkisinin azalmakta olduğu yadsınamaz ancak Çin ve Rusya henüz Ortadoğu güçleri değil. Washington İsrail’i iki devletli bir çözüme ya da Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye geri dönmesine izin vermeye ikna edemez. ABD, Doğu Akdeniz’e iki uçak gemisi grubu gönderecek ve Husileri ve Iraklı milisleri vurmak için B-1 bombardıman uçaklarını dünyanın yarısını dolaşacak kadar güçlü ama bu milisleri ticari gemilere ya da ABD birliklerine saldırmaktan caydıracak kadar güçlü değil. ABD, 7 Ekim’den sonraki günlerde İsrail ile Hizbullah arasındaki savaşı önlemeye yardımcı oldu ve Husilere yönelik saldırıları onların gemi savar füze stoklarını geçici olarak azaltmış olabilir. Ancak bunun ötesinde, ABD’nin son beş aydaki diplomatik ve askeri çabaları pek az sonuç verdi.

ABD, İran karşıtı bir koalisyon hayal etmekle hata ettiyse de İran’ın kendi ittifakında da gerginlik baş gösteriyor. Geçtiğimiz dört ay boyunca yapılan görüşmelerde Amerikalı, Arap, Avrupalı, İranlı ve İsrailli yetkililerin hemfikir olduğu belki de tek konu Hamas’ın Tahran’daki sponsorlarına danışmadan İsrail’e saldırdığı. Rejim o zamandan beri en güçlü uzantısı olan ve Lübnan’da kendi Şii seçmenleri de dahil olmak üzere baskı altında olan Hizbullah’ı, ülkeyi İsrail ile savaşa sürüklememek için harekete geçirmekten kaçındı. İran ayrıca Irak ve Yemen’deki uzantılarının eylemlerinden de tedirgin. Bu “direniş ekseni” çatışmaları İran’ın sınırlarından uzak tutmayı amaçlıyordu: ancak şimdi bu ekseni kullanmak, söz konusu çatışmaları ülkeye taşıma riskini de beraberinde getiriyor.

Körfez ülkeleri İran’a karşı İsrail’in yanında yer almasalar da, İsrail’e karşı da saf tutmuyorlar. BAE, İsrail ile diplomatik ve ticari bağlarını sürdürdü, öyle ki savaşın ilk günlerinde uçakların neredeyse boş olduğu zamanlarda bile Dubai ve Abu Dabi’den Tel Aviv’e düzenli uçuşları sürdürdü. Bahreyn İsrail karşıtı protestolara sahne oldu ve herhangi bir yetkisi olmayan parlamentosu İsrail’le ilişkilerin kesilmesi yönünde sembolik bir karar aldı ama Bahreyn rejimi tüm bunları görmezden geldi. Suudiler hala Kasım seçimlerinden önce İsrail ile normalleşme anlaşması yapma telaşında. Filistin davası on binlerce insanın ölümü pahasına yeniden gündemde, ancak pek de ilerlemiş görünmüyor.

Bölge kendini bir fetret devrinde buluyor. Tek kutupluluk ya da çok kutupluluk söylemlerini unutun: Ortadoğu kutupsuzdur. Kimsenin sözü geçmiyor. ABD ilgisiz ve etkisiz bir hegemon, büyük güç rakipleri ise daha da etkisiz. Zayıf Körfez ülkeleri boşluğu dolduramaz; İsrail de dolduramaz; İran ise sadece oyunbozanlık ve baş belası rolü oynayabilir. Diğer herkes ekonomik sorunlar ve meşruiyet krizleriyle kuşatılmış bir seyirci konumunda. Bu durum 7 Ekim’den önce de böyleydi. Savaş sadece yanılsamaları silip süpürdü.”

Bu yazı ilk kez 19 Mart 2024’te yayımlanmıştır.

QOSHE - Ortadoğu’da güç boşluğu - Fikir Turu
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Ortadoğu’da güç boşluğu

8 1
19.03.2024

İsrail ve Hamas arasındaki 7 Ekim’de başlayan savaş, Ortadoğu’da İsrail’in yenilmezliğine, Filistin davasının unutulduğuna ve İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleşmesiyle bölgede bir sükûnet havasının eseceğine dair yanılgıları silip süpürdü. ABD, Çin’e ve kendi iç siyasetine odaklanmışken ve Rusya da Ukrayna bataklığına saplanmışken ve Çin genel olarak bölgeye ilgi göstermezken Ortadoğu coğrafyasında büyük bir güç boşluğu oluştu.

Gregg Carlstrom, Foreign Affairs için kaleme aldığı yazısında İsrail ve Hamas arasındaki çatışmaların ışığında Ortadoğu’da oluşan güç boşluğunu ve bu boşluğun arka planını ele alıyor.

Yazının öne çıkan bazı kısımlarını paylaşıyoruz:

“Savaşlar olayları açıklığa kavuşturabilir veya karmaşıklaştırabilir. 1967’deki Altı Gün Savaşı’na ilişkin yaygın kanı, İsrail’in Ortadoğu’yu kasıp kavuran ve hükümdarları deviren Arap milliyetçiliği dalgasını hızla ezdiği yönünde. Lübnan’daki 2006 savaşının hikâyesine göre ise Hizbullah, İsrail’i çıkmaza sokmuş ve Arap ordularının İsrail’e karşı mücadeleyi çoktan bıraktığı bir dönemde yenilmez görünen bir ordunun itibarını yerle bir etmişti. Arap-İsrail çatışmaları çoğu zaman açıklığa kavuşturucu olaylar olarak görülmüştür. Ancak savaşlar, onlarca yıldır hakim olan fikirleri silip süpürür.

Yine de bu savaşlardan ortaya çıkan anlatılar, kendi efsanelerini yaratmanın eşiğine gelebiliyor. 1967’nin hikâyesi, tamamen gerçek dışı olmasa da, fazla basit. Mısır’da Cemal Abdül Nasır’ınki gibi rejimler her zaman pan-Arabizm gibi yüce kavramlardan ziyade sınırlı şahsi çıkarlarla hareket etti, pan-Arabizmi yalnızca şahsi çıkarlara hizmet ettiği zaman kullandı. Bu tür liderler, devletlerine bugün de devam eden siyasi ve ekonomik sorunlara neden oldular. 1967’de yaşadıkları felaket sonlarını hızlandırmış olabilir, ancak yine de kendi çelişkileri altında ezileceklerdi.

Aynı şey 2006’da Hizbullah’a karşı yürütülen savaş için de geçerli. Bu İsrail’in ilk askeri yenilgisi değildi; Güney Lübnan’daki uzun işgali, sadece altı yıl önce aşağılayıcı bir tek taraflı çekilme ve İsrail destekli Güney Lübnan Ordusu’nun hızla çöküşüyle sona ermişti. İsrail’in yenilmez görünmesinin tek nedeni en büyük düşmanlarının pes etmiş olmasıydı. Ancak ordular arasındaki savaşlar yerini devlet dışı aktörlere karşı yıpratma savaşlarına bıraktıkça, hiç değilse Ortadoğu’da savaş değişiyordu. ABD gibi İsrail de konvansiyonel taktiklerini konvansiyonel olmayan bir tehdide karşı yeniden şekillendirmeye çalışıyordu.

En son yaşanan Arap-İsrail savaşının tüm sonuçlarını görmek için henüz çok erken. Ancak İsrail ve Hamas arasında beş aydır süren çatışmalar bazı büyük efsaneleri şimdiden çürüttü: Filistin davasının öldüğü, ortaya çıkan İsrail-Körfez ittifakının İran’a karşı bir denge unsuru olacağı, çatışmalardan bitap düşmüş bir bölgenin gerilimi azaltmaya ve ekonomik büyümeye odaklanacağı ve gerçek anlamda ABD sonrası bir Ortadoğu’nun ortaya çıktığı efsaneleri gibi.

7 Ekim’e kadar İsrail’in Filistinlilere yönelik uzun süredir uyguladığı böl ve yönet stratejisi başarılı olmuş gibi görünüyordu. Başbakan Benjamin Netanyahu, Hamas’la anlaşmalar yapıp Gazze Şeridi’ndeki hükümete milyarlarca dolar aktarılmasını kolaylaştırırken bile Filistin Yönetimi’nin altını oymak için elinden geleni yaptı; sonra da Hamas daha güçlü taraf olduğu için İsrail’in Filistin tarafında müzakere ortağı olmadığını iddia etti. Arada sırada Gazze’de bir hafta süren çatışmalar ya da Kudüs ve Batı Şeria’da münferit saldırılar yaşanıyordu ama genel kanı Filistinlilerin daha fazlasını yapamayacak kadar ezilmiş ve parçalanmış oldukları yönündeydi. Dünya onların davasına olan ilgisini kaybetmişti. Amerika Birleşik Devletleri artık arabuluculuk yapmak istemiyordu. Çin ve Hindistan’ın başka öncelikleri vardı. Bazı Arap devletleri bile bir Filistin devleti için bastırmaktansa İsrailli yüksek teknoloji firmalarıyla anlaşma yapmakla daha çok ilgileniyordu. İsrail’e işgali sona erdirmesi için baskı yapılmıyordu; bu işgal sanki çok az bir maliyetle sonsuza kadar idare edilebilirmiş gibi görünüyordu.

Bu Netanyahu’nun görüşüydü, ama pek çok kişi tarafından da paylaşılıyordu. Her kesimden İsrailli, Filistin meselesinden kaçınabileceklerini düşünüyordu. On yıl önce, Isaac Herzog (şimdi İsrail Cumhurbaşkanı) Netanyahu’nun başbakanlık için merkez soldan en büyük rakibiyken, İsrail-Filistin çatışmasından ziyade güneş enerjisinden bahsediyordu. Anketler İsrailli Yahudilerin çoğunluğunun iki devletli bir çözüm yerine statükonun korunmasını tercih ettiğini gösteriyordu.

Netanyahu’nun görüşü elbette fevkalade yanlıştı. Yeni bir çatışmanın tetikleyicisinin, yangın yeri olan (ve hala da öyle........

© Fikir Turu


Get it on Google Play