Affın Anatomisi: Hukukun, gücün ve vicdanın kavşağında Türkiye
Türkiye yeniden “çözüm” kelimesini telaffuz ediyor.
Her çözüm arayışı, önce bir yüzleşmeyi gerektirir. Hukuk, “terör” dediği şeyi hâlâ net biçimde tanımlayamıyor. Çünkü terör, çoğu zaman bir hukuk meselesinden çok, bir güç ilişkisidir. Güçlü olan meşruiyetini ilan eder; zayıf olan, “suçlu” ilan edilir.
Bu durum, akla “Unutma, ben istediğime istediğimi yapabilirim” diyen Roma İmparatoru Caligula’yı getirir; çünkü gücün sınırı olmadığında adaletin sesi kaybolur.
Bugün “terör örgütü” olarak tanımlanan yapıların bir kısmı, dünün direniş ve meşru hareketiydi; yarının diplomatik aktörü olabiliyor. Filistin Kurtuluş Örgütü, bir zamanlar terör listelerindeydi; bugün Birleşmiş Milletler’de bayrağı dalgalanıyor. Mesut Barzani bir dönem “yasadışı lider”di, sonra Beyaz Saray’da ağırlandı. Taliban, dün “küresel düşman”dı, bugün Afganistan’ın fiilî yönetimi.
Benzer şekilde, Türkiye’de de bazı toplumsal ve siyasal hareketler, dönemsel konjonktürlerde farklı etiketlerle tanımlanmış, sonra aynı hareketlerin aktörleriyle müzakere zeminleri oluşturulmuştur.
Bu örnekler, terör kavramının evrensel bir hukuk tanımından çok, dönemin siyasal dengeleriyle belirlendiğini gösteriyor. İlke değişmedi: “Terör” sıfatı çoğu zaman güçle şekillenir. Hukukun görevi ise güce değil, adalete sadık kalmaktır.
Bu yüzden “terör” kavramı, hukukun en çok kirletildiği, en çok hak ihlali üreten alanlardan biridir. Devletin görevi korkularını hukuka tercüme etmek değil, hukuku korkularından arındırmaktır.
“Senin teröristin – benim teröristim” ikilemi, işte bu çürümenin en yalın özetidir.
Fransız hukukçu Alexis de Tocqueville, “Demokrasi denetlenmediğinde despotizme dönüşür” der. Gerçek demokrasiler, yetkisi geniş ama keyfiyeti sınırlı düzendir; yani iktidarın eli uzun, ama bileği hukukla bağlanmıştır.
Türkiye’de 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, uygulamada zamanla bu dengeyi çoğu zaman tersine çevirmiştir.
Bu kanun, baştan beri geniş, muğlak ve siyaseten esnek bir zemin yaratmıştır.
Kasıt bu olmamakla birlikte, düzenlemenin ruhu, hukuki olmaktan çok ideolojik yorumlara açık hale gelmiştir.
Devlet “örgüt” kavramını genişletir; yargı “üyelik” tanımını esnetir; sonunda toplum, “susma hakkını” bile terör faaliyeti sayan bir sessizliğe mahkûm edilir.
Bugün cezaevlerinde binlerce insan “örgüt üyeliği” suçlamasıyla tutuklu ve hükümlü.
Yüz binlerce kişi hakkında soruşturma ve dava devam ediyor.
Bir ülkenin bu kadar çok “teröristi” olmaz/olmamalı; ama bu kadar çok korkusu olabilir.
Sorun, güvenlik önceliğinin hukukun önüne geçmesidir.
Eğer kuvvetler ayrılığı işlemez, medya özgür olmaz, muhalefet hesap soramazsa; sivil toplumun sesi “terör” olarak yaftalanır.
Oysa hukuk devleti, devleti korumak için değil, bireyi korumak için vardır.
Bugün “örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılananların önemli bir kısmı, fiilen şiddete katılmamış, cebir kullanmamış, silah taşımamış kişilerdir.
Bu kişilerin bir bölümü yanlış zamanda yanlış yerde bulunmuş, bir bölümü fikir açıklamış, bir kısmı ise sadece sessiz kalmıştır.
Hepsinin ortak noktası, suçun fiilden çok aidiyet üzerinden kurulmuş olmasıdır.
Suç, somut eylemden ziyade, kimlikler, ilişkiler veya semboller üzerinden şekillenmiştir.
Kimi bir sendika üyesi, kimi bir paylaşımın sahibi, kimi yalnızca bir gazeteye abone olduğu için, kimi bir derneğin toplantısına katıldığı için, kimi öğrencilik yıllarında aynı evde kaldığı kişiler nedeniyle, kimi de bir banka hesabı açtığı ya da bir sendika aidatı ödediği için şüpheli.
Bazıları sosyal medyada beğeni yaptığı bir içerik yüzünden, bazıları bir kitap bulundurduğu, bazıları da çocuklarının gittiği okulun “yanlış kurum” sayılması nedeniyle aynı suçlamaya maruz kalıyor.
Kimi de bir hak talebinde bulunduğu ya........© Elips Haber





















Toi Staff
Gideon Levy
Penny S. Tee
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein