Cabir Özyıldız ile Vacilando Kitap etiketiyle okurla buluşan ilk öykü kitabı Eski Zaman Türküsü üzerine söyleştik.

Hatice Günday Şahman: Sevgili Cabir Özyıldız, Eski Zaman Türküsü Temmuz 2023’te okuyucu ile buluştu ve kısa bir süre sonra 2. baskısı yapıldı, farklı mecralarda pek çok olumlu inceleme/değerlendirme yazıları yer aldı ve 2023 Edebiyat Soruşturmalarında beğenilen öykü kitabı olarak adından sıkça söz ettirdi, öncelikle kutluyorum. Kuşkusuz ilk kitap için son derece sevindirici bu sonucu bekliyor muydunuz? Aynı şekilde, kitaptaki bir öyküde geçen “Lan gardaş, Allah’ına kurban senin be! Ne de güzel anlatmışsın mahalleyi,” diyen Adanalı okurlarınız oldu mu? Ve sonrası için okura karşı sorumluluğunuz biraz daha arttı mı bu geri bildirimlerle?

Cabir Özyıldız: Evvela güzel temennileriniz için teşekkür ederim. Açıkçası edebiyatın mutfağında geçirdiğim süre içerisinde hayli öyküm yayınladı. Çoğu zaman olumlu geri dönüşlere nail oldum ve bu durum okur nezdinde belli bir tanınırlık oluşturdu. İlk kitabımın yayınlanmasının çok yankı getirmeyeceğini elbette biliyordum ancak yine de gösterilen ilgi, okur geri dönüşleri beklediğimden de fazla oldu. Bu durum beni ziyadesiyle mutlu etti.

Evet, yaşadığım mahallede az da olsa öykülerimi okuyanlardan böyle geri dönüşler aldım. Yalnız mahalledekilere karşı değil, hem kendi edebiyat anlayışıma hem de geri dönüşlerin satır aralarını okuduğumda ikinci kitapta işimin daha zor olacağının da ayırdına vardım.

Hatice Günday Şahman: Kitabın girişinde Ingmar Bergman’ın “Biz duygusal açıdan çok cahiliz. Bize anatomi, Pretoria’daki tarım, hipotenüsün karesinin dik kenarların karelerinin toplamına eşit olduğu gibi her haltı öğrettiler. Ama insan ruhuna ilişkin tek bir şey öğrenmedik. Kendimiz ve başkaları hakkında kara cahiliz aslında,” tespitlerini epigraf olarak seçmişsiniz. Edebiyat bu cehaletimizi gidermenin / aşmanın bir yolu mudur? Ve bu durumu gerek yazar gerek okur olarak edebiyatla kurduğunuz ilişkinin neresinde konumlandırıyorsunuz?

Cabir Özyıldız: Müsaadenizle soruyu sondan başlayarak yanıtlamak istiyorum.

Benim edebiyat anlayışıma göre mademki insanı anlatmak gibi bir derdim var, o zaman ben de işe insanı anlamaya çalışarak başlamalıyım. Yalnız anlamaya çalışmanın da tek başına yeterli olmadığını, insanı anlamaya çalışmanın sizin de belli bir dünya görüşünüzün, insanı ve onun toplumla, devletle ve dünyayla ilişkisini de okuyabilmenizle ilgili olduğunu düşünürüm. Bireyi salt birey olarak ele alırsam, ekonomik, siyasal, kültürel, etnik kökenlerini görmezden gelirsem işte orada yanılacağımı çok iyi bilirim. Yarattığım karakterleri (hangi köken ve sınıftan olursa olsun) kendi koşulları içerisinde çözümlemek ve edebi estetik anlayışıma göre yansıtmak gibi bir gaye güdüyorum.

İlk sorunuza gelirsek; edebiyatın bir görevi var mıdır, öğretir mi, kişiyi, düşüncelerini değiştirir mi? Bu biraz da sizin meseleye nereden baktığınızla ilgilidir. Edebiyatı yalnızca kelimeler, imgeler, metaforlar, eğretilemeler vs. bütünü olarak görüyorsanız, edebiyat size yaratım ve başarı hazzından başka bir şey katmaz. Diğer yandan sanatın özel olarak da edebiyatın insanı değiştirici, dönüştürücü gücüne inanmak ve o doğrultuda kafa patlatmak gibi bir derdiniz varsa iş orada değişir. Yazın türünün bir bütün olarak kötülüğü, olumsuzluğu, dünyada ve ülkemizde var olan haksızlıkları, katliamları, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki tahakkümünü değiştirebilecek gücü elbette yoktur. Yazar, yukarıda saydığım olumsuzlukları, görmezden gelinenleri, kent uçurumunun kıyısında duranları, ötekileri; ajite etmeden, slogan atmadan, bağırmadan aktarıyor ve yaratılan karakterle okur arasında bir empati bağı kurarak, insan evladının yaşadığı trajediler bütününün nedeninin o insanların tercihlerinden öte bir yerlerde olduğunu gösteriyor ya da sezdirebiliyorsa işte o zaman insanı anlama çabası içine giriyordur. Benim konumumda işte orasıdır.

Hatice Günday Şahman: “İlk kitap yazarın hayatından izler taşır,” şeklinde yaygın bir düşünce vardır. Katılıyor musunuz bu tespite? “Pisi Pisi” öykünüzün kahramanlarından “Ben de Muzaffer ustam gibi mahalleyi ve yaşadıklarımızı yazacam,” diyen Bedir Ali ile benzerlikleriniz var mı? Kanımca öykülerinizin başat özelliğini güçlü bir sahicilik duygusu oluşturuyor; anlatılan hikâyeler sanki yazarın yanı başında yaşanmış da bize aktarıyor gibi bir gerçeklik ve inandırıcılık taşıyor. Ne dersiniz? Adana’nın arka sokaklarını öykülere taşırken anılarınızdan, tanıklıklarınızdan yararlandınız mı?

Cabir Özyıldız: İlk sorunun yanıtı hem evettir hem de hayır. Karakterlerimi oluştururken mümkün mertebe kendimi o karakterden uzaklaştırmaya çalışırım. Bunu objektif olabilmek adına yaparım. Fakat işin öteki tarafından baktığımda, yaratılan karakterlerin kimisi yaratıcısının yaşamından, düşüncelerinden, bakış açısından izler taşır. Ne kadar objektif olursanız olun sonuç itibariyle karakterin hücrelerine bir şekilde sızmaktan kendinizi alıkoyamazsınız.

Gerçeklik ve inandırıcılık sorusuna gelirsek, o konuda şunları söylemek isterim;

Büyük bir ailede ve avlusu portakal bahçesine bakan bir evde doğdum. Babamlar dokuz, annemler yedi kardeştiler. Ve hemen hepsi aynı mahallede oturuyorlardı. Haliyle akraba çeşitliliği bakımından hiç sıkıntı yaşamadım. Bu akraba kalabalığının yanı sıra yaşadığım bölge durmadan göç alan şehrin kenar mahallesine denk geldiği için de birçok halktan oyun arkadaşlarım oldu. Şehrin kenarında doğup büyüdüyseniz bu gününüzün büyük bir bölümünü de sokakta geçiriyorsunuz anlamına gelir. Adana’nın mahalleleri, sokakları hep bir hercümerç, kaos ve çılgın işlere sahne olduğu için de çocukluğumdan bu yana tanık olduğum olay, durum, karakter sayısı bana ve yazdıklarıma hayli zenginlik kattı. Adana geçmişten bu yana sınıfsal çelişkilerin, gelir dağılımındaki uçurumun, isyanın, makaranın, boş beleş işlerin, su gibi akan boğma rakının, eğlenmeyi ve sövmeyi seven insanların merkeziydi. E sizde de yazıya karşı bir eğilim, insanlarla, onların yaşam koşullarıyla ilgili bir derde sahipseniz bütün bu gördükleriniz, yaşadıklarınız size hem bir artı sağlıyor hem de gerçeklik ve inandırıcılık çıtasının yukarı çekilmesini sağlıyor.

Hatice Günday Şahman: Son dönem edebiyat eserlerine baktığımızda, genellikle kent insanlarını odağa alan, yalnızlık, yabancılaşma, sevgisizlik gibi temaların sıkça işlendiğini görüyoruz. Siz ise farklı bir tutumla, sağlam bir toplumsal zemine oturtarak, kentin varoşlarını, “çalışacak kadar şehirde, yaşayacak kadar sürgünde, insan biçimine bürünmüş yılkı atlarını”, “yorgunlukları kendilerinden büyük çocukları”, “hayatı ıskalayanları” ötekileştirilen / ötelenen / görmezden gelinenleri odağa alıyorsunuz. Öykülerinizin yazarken asıl dert ettiğiniz temel meseleler yaşadığımız coğrafyanın / dönemin sorunları diyebilir miyiz? Kaleminizi toplumsal gerçekliğimizin yansıması olan bu öykülere yönlendiren duygu nedir?

Cabir Özyıldız: Evet, dünyanın bütün muktedirleri, diğer sanat dalları gibi edebiyatı da biçimlendirme, ehlileştirme, düzen içinde hizaya sokma arzusuyla yanıp tutuşur. Bu muktedirin sahip olduğu araçlarla yapmaya çalıştığı. Peki ya biz sanatçılar buna karşı ne yapacağız. Elbette kendi dünya görüşümüz ve bununla birlikte edebiyat anlayışımızla elimizden geldiği, kelimelerimiz yettiğince karşı çıkacağız. Bana göre sanatın ve sanatçının rolü, işlediği yapıtta masumiyeti gözetmek değil, rahatsız etmek, sarsmak, görünmeyeni görünür kılmak, kalemiyle, düş gücüyle, haklının, ötekinin, ezilenin tarafını tutmak ve ona edebiyat aracılığıyla insanın, toplumun yaşadığı trajedinin sebep ve sonuçlarını göstermek, anlatmaktır.

Sizin de yukarıda yazdığınız üzere, günümüzde edebiyat, şehirli bireyin bunalımlarını, köy güzellemelerini, taşra sıkılganlığını durmadan aynı izlekler üzerinden veriyor. Ve bizlere, salt bireye indirgenmiş, toplumsal arka planı olmayan, ajitatif, kör gözüm parmağına metinler sunuyor. Fakat yine de (şimdilik bir avuç da olsa) genelde dünyanın özelde ise coğrafyamızın sorunlarına, siyasal, ekonomik ve kültürel iklimin bireyleri sürüklediği ruh haline, birey-toplum, toplum-devlet çelişkisine, sokağa, fabrikalara, işçilere, işsizlere, dilsizlere, mültecilere, ötekilerin sorunlarına yüzünü dönmeyen edebiyatçılarımızın varlığı bizi gelecek açısından umutlu kılıyor.

Beni bu tarz öyküler yazmaya iten duyguya gelince. Ben insan hikâyeleri yazarken enteresan bir konu, tip, karakter buldum, oturup şunu yazayım diye düşünmüyorum. Tamamen bilinçli, hedef gözeten, sınıf temelli bakış açıma, dünyayı ve olayları kavrayışıma göre belirliyorum yazacaklarımı.

Bana göre yazarın işi insan, insanı anlama ve anlatma çabasıyla yazıyoruz. İnsan ise karmaşık bir varlık. Sanatçı insanı dünyadaki ve toplumdaki koşulları içinde ele alır ama onun –kişinin, kişilerin- yaşadığı zaman içindeki bir durumunu, bir olayını bir görünümünü, bir anlık yaşayışını görür, bilir, bulur ve yazar. Bunu yaparken de o insanın sınıfsal, toplumsal, sosyo-kültürel yaşayışını kendi dünya görüşü ve edebiyat anlayışına göre bilinç süzgecinden geçirip dili de kullanarak okuruyla bölüşür.

Hatice Günday Şahman: Öykülerinize ilişkin Ahmet Karadağ’ın “Bir taraftan sokağın jilet gibi keskin dilini kullanırken diğer taraftan da edebiyatın o nahif dilini beceriyle kullanmayı da ihmal etmiyor,” şeklinde benim de katıldığım bir tespiti var. Öykü dokusuna uygun olarak argoyu, sokak dilini, “paf küf, sarı kız” gibi jargonları, “cardon, küncü tanesi” gibi yerel söylemleri de kurguya ustalıkla katıyorsunuz. Aynı zamanda Dudağının kenarından seslenen yara”, “Bedeni o kadar incelmişti ki buruştursan bir bakkal poşetine sığardı”, “Meğersem kirpiklerim bulut biriktirmiş”, “İnsan göğsünde büyüttüğü kuş kadar varmış”, “Taşrayı sızı gibi gözbebeklerinde taşımak”, “Rüyası yarım adam”, “Kısacık hayat takvimini falçatayla çentik çentik koluna işlemiş”, “Bahar dalını sever gibi konuşurdu” cümlelerinde olduğu gibi metaforik bir üslup, güçlü bir şiirsellik dikkat çekiyor. Kendinize özgü dille öykü evreninizi yaratırken, imge, düşünce ve duygu örüntülerini kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?

Cabir Özyıldız: Öykü evrenimi oluştururken en dikkat ettiğim şey, sahicilik. Gördüğüm, bildiğim, duyduğum olayları, durumları, insanları yazarken gerçeğe birebir riayet etmem. Hikâyeleştirme ve kurgu esnasında yazdığım öykünün gerçeğe en yakın haliyle, edebiyat estetiğime denk bir hassasiyetle kimi yerlerini bile isteye makaslarım. Anlatmak veya göstermek istediğim şeyi simgelerle, metaforlarla, eğretilemelerle işaret etmeye çabalarım.

Jargon mevzusuna gelirsek, öykülerimde gerekmedikçe yerel dile ve sokak jargonuna çok fazla yer vermemeye çalışırım. Yalnızca tanımı güçlendirecek yerde ve ölçüde olmasına dikkat ederim.

Hatice Günday Şahman: Zor hayatları anlattığınız, çok katmanlı bir yapıya sahip “Tutunamayan çocuklara” ithaf ettiğiniz “Sırttaki Maymun, Abdülkerim ve Diğerleri” öykünüzde uyuşturucu bağımlısı Abdülkerim’in hikâyesini, babasının oğlunu kurtarma mücadelesini aktarırken adı konmayan savaşın izlerini/yıkıcılığını ve “Beyaz Toroslar”ı da kurguya dâhil ediyorsunuz. Ustalıklı geçişler, ileri ve geri zaman sıçramaları ile farklı bir kurgu yapısı da olan öyküde, toplumdaki uyuşturucu madde bağımlığı ve yarattığı/yaşattığı dramları farklı yönleriyle, geniş bir yelpazede işlemişsiniz. Gerek anlatı tekniği, gerek dil işçiliği, gerekse de içerik anlamında ustalıkla kotarılmış bu öyküyü yazmaya götüren süreçten bahseder misiniz? Öykü nasıl doğdu ve gelişti?

Cabir Özyıldız: Öykü tamamen tüm metropollerin varoşlarında ve kendi yaşadığım gecekondu mahallesinde tanık olduğum gerçeklere dayanır. Öyküde geçen hemen hemen tüm karakterler (isimleri değiştirilmiş olsa da) gerçektir. Uyuşturucu kullanımının ve satışının bilinçli bir şekilde yaygınlaştırılması ülkemiz özelinde yeni bir şey değil. Fakat bugün geçmişe kıyasla yoğunluk olarak zirve yapmış durumda. Uyuşturucu batağına yalnızca bizim uzağımızda olanlar batmıyor. Arkadaşlarımız, dostlarımız hatta akrabalarımız da nasibini alıyor bu bilinçli tuzaktan. Olaylara, olgulara siyasal ve sınıfsal bir perspektiften bakmamdan kaynaklı toplumun bu en dibinde yaşanan trajediyi yazmak benim için bir sanatçı sorumluluğuydu. Ve bu sorumluluk duygusunun neticesinde ortaya çıktı bu öykü.

Hatice Günday Şahman: Sırttaki Maymun öyküsünde “Yıkanamamaktan keçeye dönmüş saçları, her daim omuzlarına örttüğü kirli battaniyesi ve avenesi birkaç çocukla parklarda yatıp kalkan Naze, kendisini kıstıran üniformalıları yıldırmak için haplı bünyesiyle falçatasını dudaklarının üstünden boynuna dek indirecekti,” şeklinde bir cümleyle değindiğiniz Naze, bir sonraki öykünün ana karakteri olarak çıkıyor karşımıza. Bağlantılı iki öykü yazmayı başlangıçta tasarlamış mıydınız? Yoksa Naze kendini mi yazdırdı? Neydi Naze’yi sizin için özel kılan?

Cabir Özyıldız: Hayır, tasarlamamıştım. Ancak bu konuyla ilgili şunu söyleyebilirim; karakterlerimin hemen hepsi aynı çevre ve koşullar içinde yaşayan insanlar. Haliyle hikâyelerinin kesişmesi de gayet doğal.

Hatice Günday Şahman: Söyleşilerin klasik sorusuyla bitirelim. Peki bundan sonrası için Cabir Özyıldız’ın masasında neler var? Adana üzerinden öyküler yazmaya devam edecek misiniz?

Cabir Özyıldız: Aslında yazdıklarım yalnızca Adana’yı ve varoşlarını temsil etmiyor. Türkiye’de ki tüm metropollerin varoşlarında yaşananların tezahürüdür benim yazdıklarım. Evet, yine en alttakileri, ezilenleri, ötekileri yazmaya devam edeceğim. Bir de yazmayı planladığım işçi öyküleri projem var. Fakat bu işçi öykülerini yazarken didaktizmden uzak durmayı hedefliyorum. Slogan atmadan, kör göze parmak sokmadan, bağırmadan işçilerin günlük yaşamlarını, karşılaştıkları sorunları, umutlarını, direnişlerini, çaresizliklerini kendi edebi anlayışıma göre yazmaya gayret göstermeye çalışacağım.

QOSHE - Cabir Özyıldız ile Hatice Günday Şahman Söyleşti - Hatice Günday Şahman
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Cabir Özyıldız ile Hatice Günday Şahman Söyleşti

2 0
26.03.2024

Cabir Özyıldız ile Vacilando Kitap etiketiyle okurla buluşan ilk öykü kitabı Eski Zaman Türküsü üzerine söyleştik.

Hatice Günday Şahman: Sevgili Cabir Özyıldız, Eski Zaman Türküsü Temmuz 2023’te okuyucu ile buluştu ve kısa bir süre sonra 2. baskısı yapıldı, farklı mecralarda pek çok olumlu inceleme/değerlendirme yazıları yer aldı ve 2023 Edebiyat Soruşturmalarında beğenilen öykü kitabı olarak adından sıkça söz ettirdi, öncelikle kutluyorum. Kuşkusuz ilk kitap için son derece sevindirici bu sonucu bekliyor muydunuz? Aynı şekilde, kitaptaki bir öyküde geçen “Lan gardaş, Allah’ına kurban senin be! Ne de güzel anlatmışsın mahalleyi,” diyen Adanalı okurlarınız oldu mu? Ve sonrası için okura karşı sorumluluğunuz biraz daha arttı mı bu geri bildirimlerle?

Cabir Özyıldız: Evvela güzel temennileriniz için teşekkür ederim. Açıkçası edebiyatın mutfağında geçirdiğim süre içerisinde hayli öyküm yayınladı. Çoğu zaman olumlu geri dönüşlere nail oldum ve bu durum okur nezdinde belli bir tanınırlık oluşturdu. İlk kitabımın yayınlanmasının çok yankı getirmeyeceğini elbette biliyordum ancak yine de gösterilen ilgi, okur geri dönüşleri beklediğimden de fazla oldu. Bu durum beni ziyadesiyle mutlu etti.

Evet, yaşadığım mahallede az da olsa öykülerimi okuyanlardan böyle geri dönüşler aldım. Yalnız mahalledekilere karşı değil, hem kendi edebiyat anlayışıma hem de geri dönüşlerin satır aralarını okuduğumda ikinci kitapta işimin daha zor olacağının da ayırdına vardım.

Hatice Günday Şahman: Kitabın girişinde Ingmar Bergman’ın “Biz duygusal açıdan çok cahiliz. Bize anatomi, Pretoria’daki tarım, hipotenüsün karesinin dik kenarların karelerinin toplamına eşit olduğu gibi her haltı öğrettiler. Ama insan ruhuna ilişkin tek bir şey öğrenmedik. Kendimiz ve başkaları hakkında kara cahiliz aslında,” tespitlerini epigraf olarak seçmişsiniz. Edebiyat bu cehaletimizi gidermenin / aşmanın bir yolu mudur? Ve bu durumu gerek yazar gerek okur olarak edebiyatla kurduğunuz ilişkinin neresinde konumlandırıyorsunuz?

Cabir Özyıldız: Müsaadenizle soruyu sondan başlayarak yanıtlamak istiyorum.

Benim edebiyat anlayışıma göre mademki insanı anlatmak gibi bir derdim var, o zaman ben de işe insanı anlamaya çalışarak başlamalıyım. Yalnız anlamaya çalışmanın da tek başına yeterli olmadığını, insanı anlamaya çalışmanın sizin de belli bir dünya görüşünüzün, insanı ve onun toplumla, devletle ve dünyayla ilişkisini de okuyabilmenizle ilgili olduğunu düşünürüm. Bireyi salt birey olarak ele alırsam, ekonomik, siyasal, kültürel, etnik kökenlerini görmezden gelirsem işte orada yanılacağımı çok iyi bilirim. Yarattığım karakterleri (hangi köken ve sınıftan olursa olsun) kendi koşulları içerisinde çözümlemek ve edebi estetik anlayışıma göre yansıtmak gibi bir gaye güdüyorum.

İlk sorunuza gelirsek; edebiyatın bir görevi var mıdır, öğretir mi, kişiyi, düşüncelerini değiştirir mi? Bu biraz da sizin meseleye nereden baktığınızla ilgilidir. Edebiyatı yalnızca kelimeler, imgeler, metaforlar, eğretilemeler vs. bütünü olarak görüyorsanız, edebiyat size yaratım ve başarı hazzından başka bir şey katmaz. Diğer yandan sanatın özel olarak da edebiyatın insanı değiştirici, dönüştürücü gücüne inanmak ve o doğrultuda kafa patlatmak gibi bir derdiniz varsa iş orada değişir. Yazın türünün bir bütün olarak kötülüğü, olumsuzluğu, dünyada ve ülkemizde var olan haksızlıkları, katliamları, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki tahakkümünü değiştirebilecek gücü elbette yoktur. Yazar, yukarıda saydığım olumsuzlukları, görmezden gelinenleri, kent uçurumunun kıyısında duranları, ötekileri; ajite etmeden, slogan atmadan, bağırmadan aktarıyor ve yaratılan karakterle okur arasında bir empati bağı kurarak, insan evladının yaşadığı trajediler bütününün nedeninin o insanların tercihlerinden öte bir yerlerde olduğunu gösteriyor ya da sezdirebiliyorsa işte o zaman insanı anlama çabası içine giriyordur. Benim konumumda işte orasıdır.

Hatice Günday Şahman: “İlk kitap yazarın hayatından izler taşır,” şeklinde yaygın bir düşünce vardır. Katılıyor musunuz bu tespite? “Pisi Pisi” öykünüzün kahramanlarından “Ben de Muzaffer ustam gibi mahalleyi ve yaşadıklarımızı yazacam,” diyen Bedir Ali ile benzerlikleriniz var mı? Kanımca öykülerinizin başat özelliğini güçlü bir sahicilik duygusu oluşturuyor; anlatılan hikâyeler sanki yazarın yanı başında yaşanmış da bize aktarıyor gibi bir gerçeklik ve inandırıcılık taşıyor. Ne dersiniz? Adana’nın arka sokaklarını öykülere taşırken anılarınızdan, tanıklıklarınızdan yararlandınız mı?

Cabir Özyıldız: İlk sorunun yanıtı hem evettir hem de hayır. Karakterlerimi oluştururken mümkün mertebe kendimi........

© Edebiyat Burada


Get it on Google Play