menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir kişi ya da zümrenin değil, ulusun egemenliği: Yüzüncü yılında 1924 Anayasası

33 42
13.06.2024

Kendisini ve meslektaşlarını KHK listelerine yazanların yargılandığı günü göremeden aramızdan ayrılan Zeynep Erk Emeksiz hocanın anısına…

Bugün 20 Nisan 2024, Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kabul edilişinin 100. yıldönümü.*

1924 Anayasası, Sened-i İttifak ile başlatılan Osmanlı-Türk anayasacılığının kurucu anlarından biri. İmparatorluk bakiyesi yeni devletin ilk anayasası, 20 Nisan 1924 (1340) tarih ve 491 sayı ile ilan edildi. 27 Mayıs 1960 darbesiyle tarihe karıştı.

1924 Anayasası ile her ‘kuruluş’ deneyiminde olduğu gibi, bir şeylerin yıkılması, terk edilmesi, dönüştürülmesi, yaratılması söz konusu. Metnin müellifleri de, sürdürdükleri tartışmalar da, Osmanlı’dan miras. Anayasa’da, günümüze dek süren tartışmaların, çatışmaların, farklı görüşlerin; Ahmet Rıza’nın, Tunalı Hilmi’nin, Ziya Gökalp’in, Yusuf Akçura’nın, Ahmet Ağaoğlu’nun, Celal Nuri’nin ve başkaca ‘münevverin’; Millî Mücadele yıllarında işgalcilere ve içeride verilen savaşın, dönemin yaygın düşünce akımları ve uluslararası işbirliklerinin, yurt içinde az çok bir denge gözetme kaygısının izlerini bulmak mümkün.

Okuyacağınız ‘yıldönümü’ yazısında, 1924 Anayasasının bugün için anlam ifade eden bazı niteliklerinden/ilkelerinden söz etmek istiyorum.

Tek partili ve çok partili dönemin anayasası

Anayasa’nın önemli bir özelliği tek partili ve çok partili yıllarda uygulanmış olması. Tek parti yıllarında sorun yaratmayan bazı hüküm ve ilkeleri, 1950 sonrasında siyasal çatışmanın görünürdeki nedenleri haline gelmiştir. CHP ile DP arasındaki kavgada Anayasa’nın payı ne kadardı, tartışılır. Nitekim Mümtaz Soysal’ın, 1 Ağustos 1960’ta, 27 Mayıs darbesinin hemen ardından Yeni Forum dergisindeki yazısının başlığı ‘Suçsuz Anayasa’dır. Anayasa’da bazı fren ve denge araçlarının bulunmadığı doğru olsa da, DP’nin ‘çoğunlukçu’ egemenlik tanımını benimsemesi ve CHP ile geriliminde anayasa hükümlerini muhalefeti sindiren birer silaha dönüştürme yolunu seçmesi, yalnızca Anayasa’nın metninden kaynaklanmıyordu. Mümtaz Soysal’ın, tarihimizde hep olageldiği gibi olup bitenin sorumluluğunun anayasa metnine yıkılmasını reddedişinin gerekçesi buydu: 1924 Anayasasının büyük talihsizliği, Westminster usulü bir demokrasinin işleyişiyle ve modern devlet idaresi anlayışıyla en iyi uzlaşabilecek bir vesika olmasına rağmen, kendi dışındaki sebeplerle ortaya çıkan durumlardan sorumlu sayılmasındadır. Gerçekten, 27 Mayıs hareketinden önceki durum 1924 Anayasasının hükümlerinde doğmuş değildir; o durumun gerçek sorumlularından olan seçim sistemi Anayasayla getirilmiş değildir; karanlık unsurlara yaranıp koca meydanlarda kurban kesme yarışına girenleri, devletin en sorumlu makamlarından akla, bilgiye, çalışkanlığa yüz çevirenleri ve nihayet bütün bunlar olurken susanları, küçülenleri 1924 Anayasası yaratmamıştır. Bütün bu temel sebepler ortadan kalkmadıkça, 1924 Anayasası bile 27 Mayıs öncesindeki durumun ortaya çıkmasına engel olamazdı.” Nitekim, 1924 Anayasasını ortadan kaldıran 27 Mayıs darbesi ardından kabul edilen 1961 Anayasası da aynı kaderi yaşadı ve kendisiyle doğrudan ilgisi olmayan siyasi çatışmaların başlıca sorumlusu ilan edilerek, 12 Eylül 1980 askerî darbesiyle tarihe karıştı.

DP’nin, günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan, hatta Türkiye sağına mirası ‘milli iradeci’ dünya görüşüyle yorumladığı ‘egemenlik’ anlayışı, 1924 Anayasası’nın benimsediği ‘genel esaslar’ ile ilişkiliydi. ‘Egemenliğin’ kullanılışıyla ilgili dördüncü madde hükmü şöyleydi: ‘Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır‘. Bu tanımda Millî Mücadele yıllarının ve 1921 Anayasası’nın izi var kuşkusuz. Millî Mücadele sürecinde, Ocak 1921’de kabul edilen tarihimizin en özgün ve kısa anayasa metni olan 1921 Anayasası, yasama ve yürütme güçlerini aynı ele veren ‘meclis hükümeti’ sistemini benimsemişti. Karma nitelikte olsa da asıl olarak ‘parlamenter hükümet’ biçimini kabul eden 1924 Anayasasını hazırlayan meclisin, 1921’in kurduğu ve Mustafa Kemal’in taraftarlığını yaptığı ‘meclis hükümeti’ sisteminin etkisi altında kalışı, anlaşılabilir. Buna mukabil, tek parti devrinde -doğaldır ki- sorun olmayan söz konusu egemenlik tanımı, çok partili yaşamda iktidar ve muhalefet partileri arasındaki gerilimin ‘anayasal gerekçesine’ dönüşmüştür. Özellikle DP’nin baş aşağı gitmeye başladığı 1957 seçimlerinin ardından, Anayasa’nın bazı frenlerden yoksun olduğu savı sıklıkla dile getirilmiş, muhalefetin bu itirazları, 1961 Anayasası’nın belkemiğini oluşturmuştur.

Anayasadaki egemenlik tanımı

‘Genel Esaslar’ ile devam edelim… Beşinci maddeye göre, ‘Yasama yetkisi ve yürütme erki Büyük Millet Meclisinde belirir ve onda toplanır.’ Böylece yasama bir ‘yetki’, yürütme ise ‘güç’ olarak tanımlanmış ve her ikisi de TBMM’ye bırakılmıştı. Sonraki bölümlerde yasama ve yürütme güçleri ‘görev’ yargı ise ‘kuvvet’ olarak tanımlanmıştır. Altıncı madde, ‘Meclis yasama yetkisini kendi kullanır’ der. Yedinci maddeye göreyse ‘Meclis, yürütme yetkisini kendi seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun tâyin edeceği Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Meclis, hükümeti her vakit denetleyebilir ve düşürebilir. Görüldüğü üzere ‘meclis hükümeti’ sistemiyle ‘parlamenter’ sistemi bir araya getirmiş görünen karma bir yapı. Bu durum, DP’nin ‘çoğunlukçu’ yönetim taraftarlığının anayasal mazereti haline gelmiştir. Celal Bayar tarafından 27 Mayıs sonrasında formüle edilen ve ‘millî iradecilik’........

© Diken


Get it on Google Play