Merhaba Sibel Hanım, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Kitabınız çok okunur umarım. Kitabın ilk sayfasında, “Zayi”yi 2004’te çıkmaz bir sokakta, büyük ve metruk bir binanın karşısındaki evde yazmaya başladım.” diyorsunuz. Yedi kişinin hikâyesinin anlatıldığı bu romanda, 8. kişinin de malum metruk binanın karşısındaki evde oturan siz olduğunuz geliyor akla, yanılıyor muyum?

Evet, bir zamanlar çıkmaz bir sokakta yıllardır boş olan metruk bir binanın karşısında bir evde oturdum. Hatta karşısında büyük metruk bir bina olduğu için emlakçının pazarlamakta zorlandığı ve uzun zamandır boş olan bir evdi. Ben evin karşısındaki metruk binayı sokağa girince değil evin salonuna girdiğimde fark etmiştim. Romandaki gibi tırnak içinde “elit bir semt”ti ve herkes o metruk binadan şikayetçiydi. O zamanki SSK’ya ait, iki bloktan oluşan, çok katlı, boğazı gören bir binaydı. Bulunduğu arazide çok eskiden kalma mezarlıklar olduğunu öğrendim sonra.

Ben evi değil de sanki metruk binayı tutmuştum, sonrasında tutulacağım hikâyesiyle kendi hikâyelerim birleşecekti ama bunu bilmiyordum. Zaten aslında her şeyden azâde bir şekilde kendime kapanmak ve ilk romanım Beni Beklerken’i bitirmek istiyordum ve kapandığım yer metruk binanın karşısındaki o ev ve çıkmaz sokak oldu. Tesadüf müydü, işaret mi bilmiyorum ama ilk romanım Beni Beklerken’e son noktayı koyduğum, Zayi’ye ise başladığım yer oldu. Ben taşındıktan sanıyorum bir sene sonra o binayı yıktılar şimdi ultra lüks bir mekân, bir rezidans oldu. Ben ve Zayi’nin kahramanları hariç tüm şehir onun yeni halinden çok memnun.

Bu romanı yazmak için ne türden olaylar, görüntüler veya kavramlardan esinlendiniz? Böylesi zor bir metni kaleme almak için gerekli olan motivasyonlarınız nelerdi?

İlkin çıkmaz sokak ve metruk bina tabii ki. Bana söylediği, bana anlattığı, bana hatırlattığı bir şeyler vardı. O dönemde kendi çapımda çalıştığım, merak ettiğim, dinlediğim olaylar, ülkenin yakın tarihinden okuduğum anılar vardı. Aslında Zayi’deki her bir kahramanın öyküsünü taslak olarak yazmıştım. Her biri farklı yıllarda yazılmış öykülerdi, kimi o çıkmaz sokakta yaşarken yeniden hayatıma girdi. Mesela Lerna Hanım karakteri gerçek hayatta bir semt pazarında “kokun neresi” sorusuyla hayatıma girdi. “Koku” diyor sanıyorum anlamıyorum ama meğer “kökün neresi” diye soruyormuş. Samatya’da yakılan kiliseden fırlayan güvercinler ve Hristo Samatya’da bir kahvede dinlediğim bir anıdandı yani yaşadığım hayatta karşıma çıkanlar, hayatıma karışanlar daha önce yazdığım öykülere kaynadı ve hepsini o çıkmaz sokağa benimle birlikte taşındı ve karşımızda bir metruk bina o da Türkiye’nin ta kendisiydi. Bir de benim tüm kitaplarıma baktığınızda tek bir büyük mesele görünür: kimlik. Kim olduğumuz, bizden istenen kimlik, bize yüklenen ya da kaçmak zorunda kaldığımız kimliklerimiz yüzünden başımıza gelenler. Memleket neresi sorusuna verdiğiniz yanıtta bile kimliğinizi uzatıyorsunuz aslında. Şuralıyım dediğinizde sizinle ilgili sizi hiç tanımayan biri birçok yargıya varabiliyor. Cinsiyetin, kökenin, inancın, hangi partiye oy verdiğin, hangi şarkıda dans ettiğin, anneliğin, solculuğun, sağcılığın, mesleğin her şey üzerinden bize bir kimlik veriliyor. Evet meselem kimlik ama en başından beri bunu bilinçli bir şekilde de yapmadım, yazı beni hep oraya götürdü ve orada bıraktı.

Kabul etmek gerekir ki gerçek hayatta, böylesi küçücük bir mekânda bu “kadar sorunlu insan” bir arada kolay kolay bulunmaz. Sizin, bu yaralı ruhları bir araya getirmekteki amacınız neydi? Bir çıkmaz sokağın sakinleri olan bu insanların maceralarını, ülkenin, romanda bahsedilen yıllarda yaşadığı kaosa benzetebilir miyiz, dolayısıyla bu durumu, romanın bildirisi saysak ne dersiniz?

E tabii hepsinin bir sokakta üstelik bir çıkmaz sokakta yaşaması anca romanlarda olur ama unutmayalım ki sorunuzdaki “sorunlu insanlar” bu ülkede yaşıyorlar. Biz bu ülkede yaşıyoruz. Ülkenin de o çıkmaz sokak yahut metruk binadan farkı olduğunu düşünmüyorum.

Dünya destanları, mitolojileri ya da masallarında da pek sık karşılaştığımız 7 rakamının sizin kitabınızdaki karşılığı nedir? Bir başka ilginç anekdot olarak dikkatimi çeken, Sofie’nin ölümünün perşembe günü gerçekleşmesinin bir sırrı var mı?

Nedenini bilmesem üzerine düşünmesem de yedi rakamını severim, derli toplu bir dağınıklığı var gibi gelir bana ama açıklayabileceğim bir durum değil. Perşembe gününü de severim. Doğduğum gün, Tatlı Perşembe romanını da severim, bir de Sofie’nin çok sevdiği Hümeyra’nın Tutkulardan İntihar şarkısını ben de severim o çarşambayı işaret eder ama ben “Yarınlardan Perşembe”yi severim.

Belli ki romanda nesne-insan ilişkisine oldukça önem veriyorsunuz. Romanın başkahramanı Selvi’nin sokağa pek çıkmayışını, sokağın “çıkmaz sokak” oluşuyla açıklıyorsunuz. Ayrıca, “çıkmaz” sözcüğünü sokağın başka sakinleri için kullanırken, onların da sokağa pek çıkmadıklarını söylüyor; hem de -Selvi için- o insanların âdeta birer “çıkmaz sokak” olduklarını imleyerek tevriye (ikili anlam) sanatı yapıyorsunuz. Bir başka nokta da başkahramanınıza “Selvi” adını koyarak onu âdeta ağaç olan selvi gibi, yerini değiştiremeyip hep aynı yerde kalmasıyla ilişkilendiriyorsunuz. Bu cümleden olarak “çıkmaz sokak” metaforunun ve “Selvi”nin edilgenliğinin ülkemizde yaşanan rutin çaresizliklerle ilgili olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyla, başkahramana “Selvi” adını koymanızın ve “Selvi”nin konuşmamasının, ağacın olağan durağanlığıyla bir ilişkisi var mıdır?

Derinlemesine bir okuma yapmışsınız, çok teşekkür ederim. Bu sorunuzu nasıl yanıtlarım bilmiyorum, sorunuzda yanıtlar var çünkü ama Selvi’nin konuşmaması ağacın durağanlığıyla değil de toplumun susturulmuşluğuyla ilgisi var benim açımdan. Öyle bir durumda ki toplumdan da daha suskun ya da belki tam tersi. Selvi evet konuşmuyor ama herkesten çok daha fazla şey anlatıyor ve onların anlatmasına, çözülmesine neden oluyor.

Selvi’nin başında dolaşan “büyük ve küçük kuzgunlar”ın anlamı nedir?

Ben okurla romanın arasına girmeyi, bazı şeylerin parmağımla göstermeyi sevmiyorum. Bir okur olarak da yazardan bunları asla beklemiyorum. Kısaca şöyle anlatayım: Kuzgun iki dünyanın arasındaki bir sembol benim için. Ölenler için hayatı, yaşayanlar için ölümü sembolize ediyor. Bu dünyadan göçmüş ama ruhu huzura kavuşmamışları da temsil ediyor olabilir, mesela Suna ile Cevher’i belki. Mitolojide, masallarda çok geçer biliyorsunuz. Selvi’nin iki dünya arasında yaşamasını sembolize ediyor benim için romanda. Biri büyük biri küçük aynı romandaki küçük ve artık büyümüş Selvi gibi ya da hepsine Zayi’nin okuru karar versin.

Romanda kahraman adlarının seçimi bilinçli bir tercih mi? Bu anlamda, bu adlarla verilmek istenen başka mesajlar var mı? Örneğin: “Selvi”nin ağaçla ilişkisi, “Adalet”in aynı zamanda bir kavramı karşılaması, “kuzgun kuşu”nun geleneklerimizde ve inançlarımızda özel bir yerinin oluşu gibi… Kaldı ki gerek günümüz dilinde gerekse divan edebiyatında “selvi” sözcüğü “servi” biçiminde de yazılmaktadır. Siz kitabınızda “Selvi: kadın adı, servi: ağaç türü” şeklinde bir ayrıma da gitmişsiniz. Sizin bu sözcüklere farklı anlamlar yüklemenizdeki amaç nedir? Buna benzer bir kullanım da “Suphi” ve “Sofie” sözcükleriyle sağlanıyor. Aynı insanın kadınken bir başka ad, erkekken başka bir ad almasıyla, “insanları ayrıştıran cinsiyetlerin anlamsızlığını” mı vurgulamak istediniz? Yani cinsiyetle ilgili kavramlar, nesneler, eşyalar, davranış biçimleri bize sonradan dayatılan şeyler midir? Biz bu metafordan “Aslolan insan ruhudur, beden değil…” çıkarımını yapabilir miyiz?

Rızvan aslında mübadele zamanında Girit’ten İzmir’e göç eden büyük dedemin adıdır. Marika da aynı şekilde bir gemi ile Girit’ten gelen aile hikâyemizde halen adı geçen hatta gemide elbisesinin içine sakladığı gümüş kaşıkları artık bende olan biri. Bunlar gerçek isimleri ve hikâyeleri aile tarihimle bana taşındı, özellikle Marika’yı uzun uzun yazacağım bir gün. Suphi ve Sofie cinsiyete, Selvi ve Servi türe işaret ediyor. Evet, hepsinin hem sizin açıkladığınız gibi anlamları var hem de daha fazlası, tabii burada benim için en önemlisi Adalet. Adalet Hanım, Adalet Teyze, Adalet Anne ama aslında asıl üzerine düşünülmesini istediğim Adalet idi. Varlığına, bir gün geleceğine bizi kucaklayacağına inanmaya muhtaç olduğumuz adalet…

Diliniz oldukça zengin ve güncel olmasına rağmen yer yer Arapça sözcüklere de yer veriyorsunuz metinlerinizde. (Metruk ev, zayi, selvi, tahayyul, fani, gayya…) Bu sözcüklerin daha önce yazılmış veya anlatılan kimi hikâye, masal, mitoloji ya da kültürel çağrışımlarla ilgisi var mı? Bu sözcükler ve çağrışımları marifetiyle metne daha derin anlamlar kazandırdığınızı mı düşünüyorsunuz?

Romana derin bir anlam ya da eski sözcüklerle süsleme kaygım olmadı. O sözcükleri bana ve romana getiren şeyler karakterler, mekânlar ve onların geçmişleri oldu.

Romandaki olaylar âdeta küçük derelerin farklı vadilerden akarak buluştukları ve büyük bir nehre dönüşüp gür bir şelale oluşturmasına benziyor. Metnin heyecanı, birbirinden ilgisiz gibi görünen öznelerin ve onların hikâyelerinin ileride birbirleriyle nasıl bir bağlantı kurulacağı üzerine bina ediliyor. Bu kurguyu gerçek hayatla ilişkilendirirsek romanda verilmek istenen mesajı bize kısaca açıklar mısınız?

Bu romanı 2023 yılında yazsaydım mesajı olmazdı ama bu benim 2004’te yazmaya başladığım bir romandı. İkinci romanımdı, okur-yazar-gazeteci olarak yolun başında sayılırdım ve evet o zaman bir mesaj vermek istedim, onu da bu az önce isimlerine anlamlar yüklediğimiz roman kahramanlarıyla değil kuzgunlarla verdim, ne diyorlardı arada olan bitene baktıklarında: Kooork! Mesajım buydu.

Romanda onlarca öznenin değişik toplum katmanlarından bir araya gelip aynı dili konuşması ve benzer eğitim süreçlerinden geçmişler gibi, birbirlerini gayet kolay anlamaları fazla ütopik değil mi?

Ben aslında birbirlerini anladıklarını, çok iyi anlaştıklarını düşünmüyorum aksine birbirlerine mecbur kaldıklarını, hepsinin adı farklı ama acısı aynı yaraları birbirine gösterdiklerini ve bazen birbirilerinin acılarını kanırtarak kendilerini temize çıkarmaya çalıştıklarını, kendi yaralarını başkasının yarasına çimdik atarak iyileştirmeye çalıştıklarını düşünüyorum.

Metinden anladığımıza göre hikâye, bir askeri darbenin insanların üzerinden bir buldozer gibi geçmesiyle örselenen ruhların defolarını ortaya koymak şeklinde tezahür ediyor. Buna rağmen söz konusu darbenin 12 Eylül mü, yoksa 12 Mart mı olup olmadığı anlaşılmıyor. Bu flu durum bilinçli bir tercih midir? Bu belirsizlikle, az gelişmiş ülkelerdeki sözde demokrasilere fazla güvenilmemesi gerektiği, her an yeni bir darbenin vuku bulacağını mı işaret ediliyor?

Ben zamansız bir roman yazdım, Zayi’nin bir zamanı yok. 12 Eylül olarak da okunabilir, 12 Mart da hatta 15 Temmuz bile olur. Oradaki iç savaş mesela sadece ülkede değil, karakterlerin bireysel hayatlarında da ve hatta siyasi ve etkin kimliklerin içinde de var. 14 yıl önce yazmaya başladım ve yayımlanalı 11 yıl oldu. Bugüne bakalım değişen bir şey yok, bu açıdan zamansız olması önemli. Lerna Hanım hâlâ o pencerenin önünde, Rüstem hâlâ o pankartın karşısında ve Adalet’in ne ölüsünü ne dirisini bulamadık.

Romanın üslubunda kaos bir anlatım kullanılmış. Bu karmaşadan kasıt, okura darbe günlerinin korkulu atmosferini hissettirmek midir? Zira kahramanların metinde tek tek sahne alış sırası bile âdeta sıkıyönetim günlerinde insanların birer birer yakalanıp zindanlarda buluşturulmalarını andırıyor. Edebiyat tarihine, “Tutunamayanlar” ve “Kara Kitap” gibi zor okunan bir kitap olarak geçecek olan romanınız “Zayi”, son sayfasına kadar hikâyelerdeki tüm sırları gizliyor. Bu ketumluktan hareketle çok başarılı polisiye romanlar da yazabileceğinizi göz önüne alırsak ileride böyle bir çalışma yapmayı düşünür müsünüz?

Kurmacada ketumluğu seviyorum, zaman zaman ipin ucunu gösterip sonra o iplerin ucunu düğümlemeyi ve gerekiyorsa bir yerden sonra açmayı seviyorum ama bir yandan da çoğu zaman bilerek yaptığım bir yöntem değil, öyle yazıyorum. Metnin, olayın bende bıraktığı, yaşattığı duygu yaptırıyor. Zayi’yi bitirdiğim yıl yine Zayi’nin sokağından, metruk binasından çıkamayıp orada geçen, polisiyeye göz kırpan bir öykü yazmıştım kolektif bir kitap için. Bir gün oraya gelir miyim bilmiyorum. Ben bir de bu bilmeme halini seviyorum yani bir şeyi yazacağım zaman neye varacağını, nerelere uğrayacağını bilmiyorum. Ben yola çıkmayı, o yolda durup başıma –neler geleceğini- görmeyi, onu yaşamayı seviyorum. Bir matematiğim, türüm yok.

Romanda, bir romancıdan beklenmeyecek derecede özgün benzetmeler, metaforlar, söz sanatları var: Ör. “Sessizdi duvarlar, lambalar, perdeler ve kitaplar. Sessizdi çıkmaz sokak, evler, pencereler.” (kişileştirme) “Selvi’nin dillendirilmiş sessizliğine en çok sabaha ilmek atan geceler yakışıyordu.” (somutlama) Bu dil zenginliğini edinmek için uzun yıllar şiirle hemhal olmak gerekir. Şiir altyapınız var mı, bu konuda neler söylersiniz?

Şiir altyapım yok ama o altyapı şiiri sadece okumakla, bir şiire ya da şaire her tarafından bakmakla oluyorsa vardır. Şiiri hayatıma, düşüncelerime olur olmaz zamanlarda bulaşıyorsa seviyorum. Bana bulaşsın, müdahale etsin, bir şeyi hatırlatsın ama en çok bana bulaşsın istiyorum. Benim için şiir bana bulaşan bir şey. Sürekli etrafında dönüp durduğum ya da bir sabah uyandığımda dizeleri zihnimde dönen yani bana bulaşan şairler var. Mesela Edip Cansever benim için çok önemli. Zayi’den önce, Zayi’yi yazarken Cansever’in Tragedyalar’ı ile yaşadım; okudum, mırıldandım, izledim. Zaten ondan birkaç alıntı da var. Cansever dışında Behçet Necatigil benim için çok önemli. O tabii çok başka bir yerde duruyor, okurluğumun ilk yıllarında tanıştığım bir şairdi, dizeleri hayatıma karışan bir şairdir. İlhan Berk de öyledir. Beyoğlu’nda yürürken o an bir yere yetişmek için acele yürüsem bile onun Pera’sı, Galata’sı, dizeleri içimden akar gider. Günlük yaşamın içindeki hayhuyda bile beni ele geçiren şiirleri seviyorum ama bu altyapıyla mı açıklanır okurluğumun bilinçaltı ile mi bilemiyorum.

Küçücük bir mekânda sahne alan onca karakterin başından geçen maceraları anlatırken, sahnelerin okurun gözünde hakkıyla canlandırılabilmesi için oldukça başarılı hareketli betimlemeler ve sinematografik bir teknik kullanıyorsunuz, (Fanilerin işlek caddesinden klakson, kahkaha, ambulans ve otomobillerin içinden dışarı taşan müzik sesi geliyor. Sahil semtlerinin birinde, ünlü bir tavernanın, ünlü bir adam yanındaki ünlü kadını tokatlıyordu.) böylece okur kendini olayların içinde hissediyor. Romanın ileride senaryolaşıp filme alınması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Tüm yazarlar yazdıklarını sahnede ya da beyazperdede görmeyi ister elbette ben de isterim. Zayi’nin yeri bende çok ayrı, yazarken çıkmaz sokağa ve metruk binaya bakan penceremin önünde her şeyi izledim yani aslında kafamda bir film makarası dönüp durdu, bu anlamda tespitiniz doğru. Hatta Selvi ve Adalet Hanım’da iki oyuncumuzun yüzünü görüyorum hep ama zaman ne gösterir bilemeyiz.

Romanda değişik anlatıcılar kullanıyorsunuz. Birden fazla anlatıcı kullanmak romana ne gibi katkılar sağlıyor? Biz teşekkür ederiz.

Birden fazla anlatıcıyı seviyorum, bütün kitaplarımda hep birden fazla anlatıcı oldu, metne katkısına okur ve eleştirmenler karar versin ama bana katkısını hep bir karakteri üzerime giyinmem, onlar gibi olmam, onların olduğu yerden hikâyeye bakmam ve hatta onların gözünden yazan bana bakmak şeklinde açıklayabilirim. Bu şekilde yazdığım metne daha fazla hakim olduğumu düşünüyorum tabii karakterlere de öyle. Bu belki biraz da gazetecilikten, aktarıcılıktan geliyor olabilir.

Ben bu röportajın sonunda izninizle birkaç cümle kurmak isterim. Hem bir yazar hem de bir gazeteci olarak size teşekkür ediyorum. Bu kısır kültür sanat ortamında çok derinlikli ve her şeye hâkim bir okuma yapmış olmanız karşısında sorularınızı yanıtlamakta zorlandım üstelik daha da önemlisi tespitlerinizle birlikte Zayi üzerine yeniden düşünme fırsatım oldu, var olun ve lütfen devam edin.

Biz teşekkür ederiz.

Samle ÇAĞLA

Sibel ORAL

Katkıda Bulunduğu Çalışmalar

QOSHE - Sibel Oral: “Ben Okurla Romanın Arasına Girmeyi Sevmiyorum.” - Samle Çağla
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Sibel Oral: “Ben Okurla Romanın Arasına Girmeyi Sevmiyorum.”

31 1
07.12.2023

Merhaba Sibel Hanım, öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Kitabınız çok okunur umarım. Kitabın ilk sayfasında, “Zayi”yi 2004’te çıkmaz bir sokakta, büyük ve metruk bir binanın karşısındaki evde yazmaya başladım.” diyorsunuz. Yedi kişinin hikâyesinin anlatıldığı bu romanda, 8. kişinin de malum metruk binanın karşısındaki evde oturan siz olduğunuz geliyor akla, yanılıyor muyum?

Evet, bir zamanlar çıkmaz bir sokakta yıllardır boş olan metruk bir binanın karşısında bir evde oturdum. Hatta karşısında büyük metruk bir bina olduğu için emlakçının pazarlamakta zorlandığı ve uzun zamandır boş olan bir evdi. Ben evin karşısındaki metruk binayı sokağa girince değil evin salonuna girdiğimde fark etmiştim. Romandaki gibi tırnak içinde “elit bir semt”ti ve herkes o metruk binadan şikayetçiydi. O zamanki SSK’ya ait, iki bloktan oluşan, çok katlı, boğazı gören bir binaydı. Bulunduğu arazide çok eskiden kalma mezarlıklar olduğunu öğrendim sonra.

Ben evi değil de sanki metruk binayı tutmuştum, sonrasında tutulacağım hikâyesiyle kendi hikâyelerim birleşecekti ama bunu bilmiyordum. Zaten aslında her şeyden azâde bir şekilde kendime kapanmak ve ilk romanım Beni Beklerken’i bitirmek istiyordum ve kapandığım yer metruk binanın karşısındaki o ev ve çıkmaz sokak oldu. Tesadüf müydü, işaret mi bilmiyorum ama ilk romanım Beni Beklerken’e son noktayı koyduğum, Zayi’ye ise başladığım yer oldu. Ben taşındıktan sanıyorum bir sene sonra o binayı yıktılar şimdi ultra lüks bir mekân, bir rezidans oldu. Ben ve Zayi’nin kahramanları hariç tüm şehir onun yeni halinden çok memnun.

Bu romanı yazmak için ne türden olaylar, görüntüler veya kavramlardan esinlendiniz? Böylesi zor bir metni kaleme almak için gerekli olan motivasyonlarınız nelerdi?

İlkin çıkmaz sokak ve metruk bina tabii ki. Bana söylediği, bana anlattığı, bana hatırlattığı bir şeyler vardı. O dönemde kendi çapımda çalıştığım, merak ettiğim, dinlediğim olaylar, ülkenin yakın tarihinden okuduğum anılar vardı. Aslında Zayi’deki her bir kahramanın öyküsünü taslak olarak yazmıştım. Her biri farklı yıllarda yazılmış öykülerdi, kimi o çıkmaz sokakta yaşarken yeniden hayatıma girdi. Mesela Lerna Hanım karakteri gerçek hayatta bir semt pazarında “kokun neresi” sorusuyla hayatıma girdi. “Koku” diyor sanıyorum anlamıyorum ama meğer “kökün neresi” diye soruyormuş. Samatya’da yakılan kiliseden fırlayan güvercinler ve Hristo Samatya’da bir kahvede dinlediğim bir anıdandı yani yaşadığım hayatta karşıma çıkanlar, hayatıma karışanlar daha önce yazdığım öykülere kaynadı ve hepsini o çıkmaz sokağa benimle birlikte taşındı ve karşımızda bir metruk bina o da Türkiye’nin ta kendisiydi. Bir de benim tüm kitaplarıma baktığınızda tek bir büyük mesele görünür: kimlik. Kim olduğumuz, bizden istenen kimlik, bize yüklenen ya da kaçmak zorunda kaldığımız kimliklerimiz yüzünden başımıza gelenler. Memleket neresi sorusuna verdiğiniz yanıtta bile kimliğinizi uzatıyorsunuz aslında. Şuralıyım dediğinizde sizinle ilgili sizi hiç tanımayan biri birçok yargıya varabiliyor. Cinsiyetin, kökenin, inancın, hangi partiye oy verdiğin, hangi şarkıda dans ettiğin, anneliğin, solculuğun, sağcılığın, mesleğin her şey üzerinden bize bir kimlik veriliyor. Evet meselem kimlik ama en başından beri bunu bilinçli bir şekilde de yapmadım, yazı beni hep oraya götürdü ve orada bıraktı.

Kabul etmek gerekir ki gerçek hayatta, böylesi küçücük bir mekânda bu “kadar sorunlu insan” bir arada kolay kolay bulunmaz. Sizin, bu yaralı ruhları bir araya getirmekteki amacınız neydi? Bir çıkmaz sokağın sakinleri olan bu insanların maceralarını, ülkenin, romanda bahsedilen yıllarda yaşadığı kaosa benzetebilir miyiz, dolayısıyla bu durumu, romanın bildirisi saysak ne dersiniz?

E tabii hepsinin bir sokakta üstelik bir çıkmaz sokakta yaşaması anca romanlarda olur ama unutmayalım ki sorunuzdaki “sorunlu insanlar” bu ülkede yaşıyorlar. Biz bu ülkede yaşıyoruz. Ülkenin de o çıkmaz sokak yahut metruk binadan farkı olduğunu düşünmüyorum.

Dünya destanları, mitolojileri ya da masallarında da pek sık karşılaştığımız 7 rakamının sizin kitabınızdaki karşılığı nedir? Bir başka ilginç anekdot olarak dikkatimi çeken, Sofie’nin ölümünün perşembe günü gerçekleşmesinin bir sırrı var mı?

Nedenini bilmesem üzerine düşünmesem de yedi rakamını severim, derli toplu bir dağınıklığı var gibi gelir bana ama açıklayabileceğim bir durum değil. Perşembe gününü de severim. Doğduğum gün, Tatlı Perşembe romanını da severim, bir de Sofie’nin çok sevdiği Hümeyra’nın Tutkulardan İntihar şarkısını ben de severim o çarşambayı işaret eder ama ben “Yarınlardan Perşembe”yi severim.

Belli ki romanda nesne-insan ilişkisine oldukça önem veriyorsunuz. Romanın başkahramanı Selvi’nin sokağa pek çıkmayışını, sokağın “çıkmaz sokak” oluşuyla açıklıyorsunuz. Ayrıca, “çıkmaz” sözcüğünü sokağın başka sakinleri için kullanırken, onların da sokağa pek çıkmadıklarını söylüyor; hem de -Selvi için- o insanların âdeta birer “çıkmaz sokak” olduklarını imleyerek tevriye (ikili anlam) sanatı yapıyorsunuz. Bir başka nokta da başkahramanınıza “Selvi” adını koyarak onu âdeta ağaç olan selvi gibi, yerini değiştiremeyip hep aynı yerde kalmasıyla ilişkilendiriyorsunuz. Bu cümleden olarak “çıkmaz sokak” metaforunun ve “Selvi”nin edilgenliğinin ülkemizde yaşanan rutin çaresizliklerle ilgili olduğu........

© dibace.net


Get it on Google Play