Bir silâhın alevi yırttı bu karanlığı,
Görüldü bir vücudun yerinde sallandığı…
Uzakta kaybolurken hızlı koşan adımlar,
Kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar…

Sabahattin ALİ

Akşamın karanlığı tek katlı, kırmızı saçlı hanelerin omuzlarına henüz çökmüştü. Daracık sokaklarda oyun oynayan çocuklar evlerine yol aldılar birer birer. Portakal çiçeği, püsküllü, turuncu nostaljik perdeler çekildi çekilecek kıvamdayken evlerin müstehcen mutluluklarına, siren sesi yükseldi birden. Ankara ıssız, Ankara pejmürde ve olabildiğince yorgun Ankara. Biraz da ayaz sürülmüş Ankara’nın siyah tenine.

Elimizdeki boya fırçalarını atıp kaçıyoruz. Arkamızda polis, sırtımızda keskin uçlu mermi ağırlığı ve ensemizde birazcık ölüm ezgisi… Çatık kaşlı, sert mizaçlı Arnavut taşlarına basarken ayaklarımız, üstümüzde yıldızları sönük bir yorgana bezenmiş sema. Zifiri de olabilir karanlığın rengi. Dar sokaklarda, nefes nefese bir koşturma sürüyor aramızda.

Ölüm maratonu mübarek! Bitiş çizgisi barut kokusu kıvamında bir yazgı da olabilir bizimkisi. Oyunla yaşam yer değiştirmiş bir anlığına, muhtemelen geride kalan oyun dışı kalacak! Biraz da yaşam dışı. Mütemadiyen.

Serhat’la koşuyoruz. Ne Ankara’nın sokakları bitiyor ne de polis cemsesinin azığı. Serhat, can dostum. Serhat, yağız Anadolu genci. Ve Serhat, taşradan Ankara’ya okumaya gelmiş çiftçi bir ailenin tek çocuğu, tek varlığı, tek ışığı. O da yorulmuş. Öyle ki dermansız kalmış dizlerimiz. Koşmaya ne hacet, ayakta durmaya yok mecalimiz.

Bir meyhanenin pisliğine yataklık eden büyük bir çöp konteynırının arkasına usulca sindik. Pustuk, büzüldük, bekledik. Bedenimizde gezinen sıcak terler azar azar soğumaya evirildi. Ve üşüdük. Yumruk yaptım ellerimi. Halen kalmışsa içimde sıcak umutlar, üfledim parmak uçlarıma. Serhat’a baktım o da beni taklit ediyordu. Acayip bir ayaz sarmıştı her yanımızı. En çok da ayakuçlarımızı, parmak uçlarımızı, burnumuzu, kulaklarımızı…

Ufak bir zaman aralığından saate baktım. İşler ters gitti mi çarklarına tükürdüğüm zaman da hantallaşıyor. E biraz da barbarlaşıyor. Acayip yırtıcı bir rüzgâr dokunuyor yüzümüze gecenin bu saatinde. Kulağımızda yok olmanın eşsiz melodisi… Hani ölmenin de, yok olmanın da bir vakti, bir yeri olur ya lügatimizde. İşte o vakit şimdi değil, o yer burası hiç olmamalı.

Ölümü çok az insan düşünür muhtemelen. Düşünürken de ölümü, sıcak bir yatak ister insan. Ellerini avuçlayan yumuşak bir el, kulak sahnesinde “korkma!” ile başlayan tecrübeli teselliler ister. Ne bileyim işte mutlu sonlu öykülerde ölmeyi çekici kılan sahnelerden bir sahne de kendisi için diler insan. Böyle çöp bidonlarının kuytusunda, ölüm uykusunun ağırlığına tezat kesif kokular nüfuz ederken göz bebeklerimize, birkaç kedinin şahitliğinde; imansız, Mushaf’ sız yok olmak de neyin nesi? Üstelik Müslüman bir ülkede…

Üşümüş, minik sözlerle gecenin korku mintanını ufaktan yırtarcasına “Serhat,” dedim. Döndü bana. Konuşmanın gereksiz, tekinsiz olduğuna kanaat getirmiş yalpalayan bakışlarla taradı yüzümü. “Buradan çıkalım.” dedim. “Öleceksek de temiz bir yerde ölelim.” diye ekledim. Serhat’ın donuk bakışlarına inat soğuk ellerini kavradım. Aynı bakışlarda tutuklu kalmıştı. Ve üşümüştü. Anlam veremedi yaptıklarıma. Erketeye yatmanın bir haddi var! Polis kurşunu değil, Ankara’nın ayazı delecek postumuzu. Etrafı son kez kolaçan ettik. Son çare ben önde o arkada içimizde donuk bir fırtına, dışımızın kıyısına yayılan sakin tavırlarla meyhanenin kapısından daldık içeri.

Sağlı sollu locaların olduğu uzun ince bir koridorda ilerledik. Bir arşın yükseğe inşa edilmiş kibirli, yuvarlak bir orta sahnenin dibindeki boş bir masaya kurulduk. Dışarıda uyuyan gece içeriye uğramamış. Hele korku hiç… Keza ölüm loş, mat kırmızısı bu mekâna katiyen girmemiş. Localarda buz gibi biralar açılıyor. Göbekli âlemcilerin masasına ışıklı meyveler konuluyor bilmem kaç porsiyon. Salata söğüşler, ezmeler, ballı muzlar, bademler, fıstıklar, afili çerezler ve bin bir çeşit mezeler… Biraz da tartışmalı kabarık adisyonlar ve hesabı mahşere ötelenmiş yalan sözler… Bir de kısa etekli, makyajlı hatunlar var ki yeme de yanında yat, o biçim hani!

Gece ilerleyince etrafımızdaki sandalyeler çoğaldı. Masamızdaki ağırlık da arttı. Mademki ölüme bu kadar yakınız, cebimizdeki ev kirasını da yeriz, dedik. Yedik, içtik. İçtikçe muhabbetimize sarhoş kelimeler dadandı. Sahnede baş aşağı asılı, yuvarlak ışık huzmesi döndükçe bizim de başımız döndü. Masamıza kısa etekli, gözleri ela, bakışları fena hatunlar abandı. Onlar müziğin ritmine göre kulaklarımıza afyonlu sözler üfürürken, biz sokaklarda pusuya yatmış dertlerimize nikotin sürdük. Acemi dudaklarımızla hiç olmadığı kadar ıslandı.

Serhat çekingen sözlerle, “Acaba polisler halen arıyorlar mı bizi?” diye sohbeti sokaklara sürerken, “Arasınlar, belki bulurlar.” diye tiye aldım. Baygın baygın gülüşürken tekrar meyhanenin acı zeytinyağı kokusuna düştük.

Gece ilerleyip iyicene sabaha meyletti. Feleğin çemberine tur bindiren güneşin cılız bakışları meyhanenin kapısından içeri dalarken, mekândan çıkış kapısına doğru yalpalayan esrik karaltılar belirdi. Afili başlayan gece, tarumar bir sahneye bezendi. Porselen kayık tabaklardaki ışıklı meyvelerin ferleri sönmüş, kül tabakları dertten taşmıştı. Bira şişeleri bir seksen devrilmiş, sigara paketleri yılışık peçetelerle yerlere uzanmıştı. Masaların bazılarında sönük çakmaklar, unutulmuş anahtarlar, yorulmuş kehribar tespihler ve taksiti bitmemiş, şarap kokan kürk mantolar… Masaların bazılarında ezik başlı izmaritlere asılı kalan tatlı sözler, bardak diplerinde yarım hayaller, bira şişeleriyle müşterek ak örtülere dökülen umutlar…

Loş ışıkların yerini beyaz spotlar alırken tepemize papyonlu, beyaz gömlekli bir garson dikildi. Büyük olduğuma, belki de paralı olduğuma kanaat getirmiş olacak ki hesap sümenini benden tarafa uzattı. Aldım. Bulanık gözlerle tekrar baktım adisyona. Değişmedi rakamlar. Şaşkınlığımın yadırganmaması gerekir. Belki de ilk kez bir oturuşta bu kadar çok para yemiştim. Kesin!

Ceplerimi yoklayıp tüm parayı çıkardım. Tam takır kuru bakır! Hesabın yarısını bile karşılamıyordu. Bahşiş beklerken hesabı bile alamayan garson kızgın bir şekilde kasaya gitti. Hararetli dakikalar yaşanırken kasa başında, diğer garsonlar da toplandı. Hayra alamet olmayan gelişmeler yaşanırken Serhat’la göz göze geldik. Bakışlarımız ufak bir sohbete daldı.

Çıkmaz sokaklarda sıkışınca bedenlerimiz, boyalı ve serseri düşlerimizle her zaman yaptığımız ve belki de en iyi yaptığımız eylemi gerçekleştirdik. Ben önde Serhat arkada son gücümüzle uzun ince koridoru bir nefeste arşınladık. Çıkış kapısından alacakaranlık sokaklara atıldık. Var gücümüzle kaçıyoruz. Arkamızdaki birkaç garson, dert miydi? Elbette hayır, talimliyiz tabii. Öyle böyle değil, acayip koşuyoruz. Üstelik kaçtığımız sadece polisler, alacaklılar, ev sahibi değildi; bir de kemendi boynumuza doğarken asılmış yırtık pırtık bir kader vardı.

Merak etmişsinizdir, o gün ölmedik ama başka zaman da yaşamadık. Her daim ince bir çizgide nefes nefese bir mücadeleydi bizimkisi.

Recep TURAN

QOSHE - Nefes Nefese - Recep Turan
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Nefes Nefese

8 0
16.04.2024

Bir silâhın alevi yırttı bu karanlığı,
Görüldü bir vücudun yerinde sallandığı…
Uzakta kaybolurken hızlı koşan adımlar,
Kucakladı kanlı bir vücudu kaldırımlar…

Sabahattin ALİ

Akşamın karanlığı tek katlı, kırmızı saçlı hanelerin omuzlarına henüz çökmüştü. Daracık sokaklarda oyun oynayan çocuklar evlerine yol aldılar birer birer. Portakal çiçeği, püsküllü, turuncu nostaljik perdeler çekildi çekilecek kıvamdayken evlerin müstehcen mutluluklarına, siren sesi yükseldi birden. Ankara ıssız, Ankara pejmürde ve olabildiğince yorgun Ankara. Biraz da ayaz sürülmüş Ankara’nın siyah tenine.

Elimizdeki boya fırçalarını atıp kaçıyoruz. Arkamızda polis, sırtımızda keskin uçlu mermi ağırlığı ve ensemizde birazcık ölüm ezgisi… Çatık kaşlı, sert mizaçlı Arnavut taşlarına basarken ayaklarımız, üstümüzde yıldızları sönük bir yorgana bezenmiş sema. Zifiri de olabilir karanlığın rengi. Dar sokaklarda, nefes nefese bir koşturma sürüyor aramızda.

Ölüm maratonu mübarek! Bitiş çizgisi barut kokusu kıvamında bir yazgı da olabilir bizimkisi. Oyunla yaşam yer değiştirmiş bir anlığına, muhtemelen geride kalan oyun dışı kalacak! Biraz da yaşam dışı. Mütemadiyen.

Serhat’la koşuyoruz. Ne Ankara’nın sokakları bitiyor ne de polis cemsesinin azığı. Serhat, can dostum. Serhat, yağız Anadolu genci. Ve Serhat, taşradan Ankara’ya okumaya gelmiş çiftçi bir ailenin tek çocuğu, tek varlığı, tek ışığı. O da yorulmuş. Öyle ki dermansız kalmış dizlerimiz. Koşmaya ne hacet, ayakta durmaya yok mecalimiz.

Bir meyhanenin pisliğine yataklık eden büyük bir çöp konteynırının arkasına usulca sindik. Pustuk, büzüldük, bekledik. Bedenimizde gezinen sıcak terler azar azar soğumaya evirildi. Ve üşüdük. Yumruk yaptım ellerimi. Halen kalmışsa içimde sıcak umutlar, üfledim parmak uçlarıma. Serhat’a baktım o da beni taklit ediyordu. Acayip bir ayaz sarmıştı her yanımızı. En çok da ayakuçlarımızı, parmak uçlarımızı, burnumuzu, kulaklarımızı…

Ufak bir zaman aralığından saate baktım. İşler ters gitti mi çarklarına tükürdüğüm zaman da hantallaşıyor. E biraz da barbarlaşıyor. Acayip yırtıcı bir rüzgâr dokunuyor yüzümüze gecenin bu saatinde. Kulağımızda yok olmanın eşsiz melodisi… Hani ölmenin de, yok olmanın da bir vakti, bir yeri olur ya lügatimizde. İşte o vakit şimdi değil, o yer burası hiç olmamalı.

Ölümü çok az........

© dibace.net


Get it on Google Play