“Siyah Alfabe” adını verdiğiniz öykü kitabınız Ekim ayında yayımlandı. Okuru bol olur umarız. “Siyah Alfabe” ilginç bir ad. Neden kitabınıza böyle bir ad verdiniz? Bir ironi mi var acaba burada?

Alfabe bir şeyin temelini oluşturuyor sanki, bir işin abecesi. Niçin siyah olduğu da bu ülkenin, iklimin karanlığından kaynaklı.

Öykülerin böyle bir ortak ruhu olduğunu, kitapta baştan sona buna benzer bir anlatı, hikâye derdi olduğunu düşünerek bu ismi verdim.

Kitabınız iki bölümden oluşuyor. Bölüm adları normalin tersi olmuş: “Sonrası”, “Öncesi”. Başlıkların böyle olmasının herhangi bir sebebi var mı?

Bu iki bölüm başlığı aslında çok basit bir sebepten ötürü böyle oldu; öykülerin yazım sırasını anlatıyor. İkinci bölümdeki öyküleri ilk kitabım çıkmadan uzun zaman önce yazmıştım. “Sonrası” adı verilen ilk bölümse daha oylumlu, biraz daha sakin anlatımlı, uzun öyküler yazmaya çalıştığım, ilk kitaptan sonra yazdığım öykülerden oluşuyor ve onları ilk başa koymak istedim.

Kitabı baştan sona okuyan bir arkadaşım, ilk baştaki bölüm ile ikinci bölüm arasında bir neden sonuç ilişkisi kurulabileceğini, “öncesinde” böyle toplumsal yıkımlar, derin yarıklar yer aldığı için “sonrasında” göç hikâyelerini okuyabildiğimizi dile getirdiğinde bunun benim kurmak istediğim anlatıya uygun düştüğünü söyledim ve bölümlerin böyle yorumlanabiliyor olması beni mutlu etmişti.

Öykülerinizi nasıl yazıyorsunuz? Öyküye başlamadan bir tema seçip onun etrafında mı yazmaya başlıyorsunuz yoksa kaleminiz metni nereye götürürse oraları mı yazıyorsunuz?

Zihnimde uzunca bir süre yer eden bir durum, olay, bir karşılaşma anı oluyor. Genellikle o çekirdeğin etrafını örerek hikâyeyi kurmaya çalışıyorum. Bazen tanık olduğum, bir şekilde bana dokunan, bir açmazı barındıran, derinleşebileceğini düşündüğüm bazı kesitlerden yola çıkıyorum. Şimdiye dek baştan bir tema seçip hadi şu konuda yazayım diyerek yazmadım hiç, insanın öyle yazacağı durumlar da olur tabii, bir öykü seçkisinde yer almanız gerekir ve bir tema üzerinden kurarsınız öykünüzü.

Öte yandan, kalemim metni nereye götürürse öyle yol alırım da diyemiyorum, benim öykü yazma sürecimde çok sık gerçekleşmiyor bu. Uzunca bir sürede, ağır ağır yazabiliyorum. Harcanan zamanla öykünün olmuşluğu her zaman doğru orantılı da değil. Bazen bir çırpıda çıkan bir metin daha sıkı, daha etkili, daha ahenkli oluyor. Sanırım tüm bu masa başı seçimleri, yöntemleri yazarların öykü tarzlarının birbirinden ayrıldığı noktaları belirliyor.

Siyah Alfabe‘de kendimi biraz daha akışta ve serbest bırakarak yazdığım küçük metinler, öykü bölümleri oldu. Özellikle bu tarz yazmam gerektiğini, böyle daha iyi olduğunu söyleyen okurlar, arkadaşlarım da oldu. Basmakalıp bir söz ama, yazma anlamında hâlâ kendini geliştirme, kendini bulma süreci benim için.

Kitabınızın ilk öyküsü “Obruk”ta bilim/kurgu filmlerini aratmayan gerilim sahneleri var. Ayrıca bu öyküdeki ana karakter Elif yaşadığı yerden çıkıp gitmek istiyor. “Ben buradan gideceğim. Ant olsun, başka bir şehre göçeceğim.” diyor. Elif aslında taşrada zorlu bir hayat yaşayan insanların psikolojisini dile getiriyor. Sıkıntılar, sorunlar, yokluklar, yoksunluklar insanlarımızı yakıyor. Neler söylersiniz bu hususlarda?

Doğduğundan beri orada yaşayan, obrukları rüyalarında gören, bunun tam içinden birinin bakışıyla anlatmak istedim öyküyü. Sanki böyle bir sorun hiç yokmuş gibi yaşıyoruz. Ülkenin öyle çok meselesi, burada yaşayanların öyle ağır yükleri var ki günden güne artan obrukların sayısına rağmen ancak bir gün gerçekten insanlar yutulunca sanki ülke çapında bir hadiseye dönüşecek ve önem kazanacakmış gibi. Buradaki çıkış noktam hadi bu meseleye dikkat çekeyim değildi tabii.

Konya ovasında yer alan bir kasabada, günden güne artan, ansızın açılan göçüklerin olduğu bir yerde küçük bir çocuk nasıl bir psikolojiyle yaşar, merakla ve çözümsüzlükle nasıl ele alır bunu, bunları düşünerek yazmak beni heyecanlandırmıştı. 2021’de yazmaya başlamıştım Obruk‘u sonra filmlerle çok daha gündeme geldi, ve ülkenin gidişatını anlatan bir metafora dönüştü sanki. Görsel olarak çok ilgi çekici, korkutucu, acayip bir olay.

Araştırdıkça insanların sesini duyuramama hissini, tarlalarda çalışan işçilerin haklı olarak isteksizliğini, huzursuzluğunu öğrenmem, ansızın evlerin, yaşam alanlarının hemen yanında açılıvermesi benim Elif’in Taner’le obruklara doğru yaptığı yolculuğu gerilimli bir atmosfer içinde anlatmama yol açtı. Öngörülemeyen, önlenemeyen bir çöküş korkusuyla yaşamak, her an tetikte ve adeta kapana kısılmış hissiyle unutulduğunu, yok sayıldığını düşünerek yaşamak küçük bir kız çocuğu için nasıl olur? Bunları yazmak istedim.

“Obruk” dışındaki “Kimse” ve diğer bazı öykülerinizde de sarsıntılar, çökmeler, depremler… var. Bunlarla ne anlatmak istiyorsunuz? Bu sarsıntı, çökme ve depremleri insanların ruhsal dünyalarıyla da bağlantılayabilir miyiz? Daha açık sormak gerekirse sarsıntı, çökme ve depremler ruhumuzdaki çöküntüyü, sarsıntıyı mı anlatıyor?

Tüm bu sarsıntılar, çöküntüler kaçınılmaz olarak başka anlamlar kazanıyor. Benim öykülerimde yer alıp almaması dışında da öyle değil midir zaten, bir kayıp, katliam, cinayet, deprem, sayısız yokluk, yitiriliş kendi ilk anlamları dışında başka yansımaları da taşımaz mı, her zaman o toplumda yaşayanların ruhunda da benzer bir yıkıma yol açmaz mı?

Fazla romantik yanıtlar vermek istemiyorum, ama gerçekten ister olan biteni yakından takip eden biri olun isterseniz tamamen kendinizi yaşananlardan soyutlamaya çalışın, hepimiz buna bulanmıyor muyuz? Bununla nasıl başa çıkacağımızı bilemiyoruz, en azından ben bilemiyorum ve şimdiye dek yazdığım iki kitapta da o başa çıkamama halini ele almaya çalışıyorum.

“Koyu”, “Bir Başlangıç”, “Kesik Çizgiler” adlı öykülerinizde, Yunanistan Konsolosluğunda Yunanca kursu olan öğrenciler, İngiltere’ye giden karı koca ve Kıbrıs’ta doğan ve yıllar sonra doğduğu yeri gezmeye giden biri anlatılıyor. Yabancı, yabancılık, öteki gibi kavramlar aklımıza geliyor. Neler söylersiniz bu konularda?

Bir süredir göçmen olarak yaşıyorum, yabancı olmak, yeni bir dilde, yeni bir kültürde sıfırdan başlamak nedir tüm bunları birinci elden deneyimliyorum. Öteki, yabancı hissetmek için göç etmeye de gerek yoktu aslında, kendi ülkende bir yabancıya dönüşmek, hayattaki önceliklerin açısından dışlanmak, ortak kimliğe, savunulan, temsil edilen değerlere bağlanamamak da giderek yaygınlaşan bir durum, şu anda milyonlarca insan Türkiye’de böyle hissediyor. Sadece Türkiye’de değil farklı milletlerden, ülkelerden sayısız insan artık doğup büyüdüğü yerden çıkmak zorunda ya da en iyi ihtimalle bunu seçme hakkına sahip ve yeni bir yaşam arzusuyla yer değiştiriyor.

Benim kendi ailemde bile bir üst kuşağın yolculuğunu düşününce aslında hep bir yerlerden bir yerlere göç edildiğini fark ediyorum. Şehir, ülke değiştirirken, ilçe değiştirirken bile bambaşka bir havaya, enerjiye, yaşama biçimine dahil oluyor insan. Yurt dışında geçirdiğim zaman arttıkça tüm bu tanımlamaların anlamı da değişmeye ve öykülerimde daha çok yer etmeye başladı.

“İnce Bir Zar” adlı öykünüz hem adıyla hem de anlattıklarıyla ilgi çekici. Öyküde nostaljik Yeşilçam filmleri ve eski fotoğraflar var. Bundan neyi amaçlıyorsunuz? Öyküde neo-klasik bir tarz peşinde olduğunuz söylenebilir mi?

“İnce Bir Zar” adlı öyküde, filmleri ve eski fotoğrafları aslında iki komşu kadının, sonuna gelmiş bir yaşamın bilinmeyen, eski şaşalı, hayat dolu anlarını keşfetmesi için, önlerinde aciz halde kıpırtısız yatan yaşlı kadının aslında gerçekten “yaşamış” olduğunu anlatabilmek için kullanmıştım. Bir tarz ya da akım peşinde değilim, etkileyici olacağını düşündüğüm ve umduğum şekilde yazıyorum.

Öykülerinizi sanki sözcüklerle değil görüntülerle kuruyor gibisiniz. Olaylar birer film sahnesi gibi okuyucunun gözünde canlanıyor. Senaryo yazdınız mı hiç? Böyle bir anlatım tarzı seçmenizin nedenleri hakkında neler söylersiniz?

Tespitinize katılıyorum, öykülerimin çoğu zihnimde sahne sahne kuruluyor. Görsel yanımın benim çok daha gelişkin ve güçlü yönüm olduğunu oldukça geç keşfettim, (sesli kitap dinlemek, podcast takip etmek çok güç benim için, metni takip etmem için gözümle görmem şart gibi) şu anda Grafik Tasarım eğitimi alıyorum ve görsel alanın beni ne kadar heyecanlandırdığını ve bu alana yatkınlığımı daha iyi anlıyorum. Aslında bilerek seçilmiş bir öykü tarzı değil bu, daha çok insanın kendi yatkınlığı ve hayatı görme, duyma biçiminin sonucu.

Hiç senaryo yazmadım ama Galataperform’un düzenlendiği tiyatro yazarlığı atölyelerinde iki yıl eğitim aldım ve görselliğin önceliği bunlarla bağlantılı mı bilemiyorum, emin olamıyorum. Henüz yazmaya başlamadığım ama yazmak istediğim öykülerde az önce bahsettiğim o açmaz anları, karşılaşmalar hep sahneler halinde zihnimde kayıtlı duruyor.

Son olarak neler söylersiniz?

Siyah Alfabe‘ye yer verdiğiniz, zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Öznur YALGIN

QOSHE - Yalgın: “Öykülerimin Çoğu Zihnimde Sahne Sahne Kuruluyor.” - Muaz Ergü
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Yalgın: “Öykülerimin Çoğu Zihnimde Sahne Sahne Kuruluyor.”

2 0
27.11.2023

“Siyah Alfabe” adını verdiğiniz öykü kitabınız Ekim ayında yayımlandı. Okuru bol olur umarız. “Siyah Alfabe” ilginç bir ad. Neden kitabınıza böyle bir ad verdiniz? Bir ironi mi var acaba burada?

Alfabe bir şeyin temelini oluşturuyor sanki, bir işin abecesi. Niçin siyah olduğu da bu ülkenin, iklimin karanlığından kaynaklı.

Öykülerin böyle bir ortak ruhu olduğunu, kitapta baştan sona buna benzer bir anlatı, hikâye derdi olduğunu düşünerek bu ismi verdim.

Kitabınız iki bölümden oluşuyor. Bölüm adları normalin tersi olmuş: “Sonrası”, “Öncesi”. Başlıkların böyle olmasının herhangi bir sebebi var mı?

Bu iki bölüm başlığı aslında çok basit bir sebepten ötürü böyle oldu; öykülerin yazım sırasını anlatıyor. İkinci bölümdeki öyküleri ilk kitabım çıkmadan uzun zaman önce yazmıştım. “Sonrası” adı verilen ilk bölümse daha oylumlu, biraz daha sakin anlatımlı, uzun öyküler yazmaya çalıştığım, ilk kitaptan sonra yazdığım öykülerden oluşuyor ve onları ilk başa koymak istedim.

Kitabı baştan sona okuyan bir arkadaşım, ilk baştaki bölüm ile ikinci bölüm arasında bir neden sonuç ilişkisi kurulabileceğini, “öncesinde” böyle toplumsal yıkımlar, derin yarıklar yer aldığı için “sonrasında” göç hikâyelerini okuyabildiğimizi dile getirdiğinde bunun benim kurmak istediğim anlatıya uygun düştüğünü söyledim ve bölümlerin böyle yorumlanabiliyor olması beni mutlu etmişti.

Öykülerinizi nasıl yazıyorsunuz? Öyküye başlamadan bir tema seçip onun etrafında mı yazmaya başlıyorsunuz yoksa kaleminiz metni nereye götürürse oraları mı yazıyorsunuz?

Zihnimde uzunca bir süre yer eden bir durum, olay, bir karşılaşma anı oluyor. Genellikle o çekirdeğin etrafını örerek hikâyeyi kurmaya çalışıyorum. Bazen tanık olduğum, bir şekilde bana dokunan, bir açmazı barındıran, derinleşebileceğini düşündüğüm bazı kesitlerden yola çıkıyorum. Şimdiye dek baştan bir tema seçip hadi şu konuda yazayım diyerek yazmadım hiç, insanın öyle yazacağı durumlar da olur tabii, bir öykü seçkisinde yer almanız gerekir ve bir tema üzerinden kurarsınız öykünüzü.

Öte yandan, kalemim metni nereye götürürse öyle yol alırım da diyemiyorum, benim öykü yazma sürecimde çok sık gerçekleşmiyor bu. Uzunca bir sürede, ağır ağır yazabiliyorum. Harcanan zamanla öykünün olmuşluğu her zaman doğru orantılı da değil. Bazen bir çırpıda çıkan bir metin daha sıkı, daha etkili, daha ahenkli oluyor. Sanırım tüm bu masa başı seçimleri, yöntemleri yazarların öykü tarzlarının birbirinden ayrıldığı noktaları belirliyor.

Siyah Alfabe‘de kendimi biraz daha akışta ve serbest bırakarak yazdığım küçük metinler, öykü bölümleri oldu. Özellikle bu tarz yazmam gerektiğini, böyle daha iyi olduğunu söyleyen okurlar, arkadaşlarım da oldu. Basmakalıp bir söz ama, yazma anlamında hâlâ kendini geliştirme, kendini bulma süreci benim için.

Kitabınızın ilk öyküsü “Obruk”ta bilim/kurgu filmlerini aratmayan gerilim sahneleri var. Ayrıca bu öyküdeki ana karakter Elif yaşadığı yerden çıkıp gitmek........

© dibace.net


Get it on Google Play