Yakın zamanlarda “Pencereden Kuş Uçtu” adlı ikinci öykü kitabınız yayımlandı. Okuru bol olur umarız. Har, Zar, Nar adını verdiğiniz üç bölümden oluşuyor kitabınız. İlgi çekici, düşündürücü adlar. Neden kitabınızın bölümlerine böyle adlar seçtiniz? Herhangi bir sebep var mı?

Çok teşekkür ederim güzel dilekleriniz ve dibace.net sayfalarını bir kere daha bana açtığınız için. Evet, ikinci kitap ve yeni bir heyecan “Pencereden Kuş Uçtu”. Bölümlerin başlıkları da başka bir heyecanın belki de kitabın, hikâyelerin şifreleri. Bir nevi kodlama benim açımdan. Malumun değil meçhulün ilamı. Yakılmış yıkılmış olanın yanında yeniden doğanın, ağlayan inleyenin yanında tebessüm edenin kodları… Böyle bakınca bundan âlâ sebep mi olur diye düşünmeden edemiyorum. Umarım anlatabilmişimdir kodların gayesini.

Öykülerinizde genelde hepimizin bildiği türkülerden mısralar yer alıyor. Müzik ya da türküler sizin kurgu dünyanızın neresinde? Neden türküler bu kadar yoğun olarak metinlerinize giriyor?

Hikâyeler de türküler gibi hepimizin ortak paydasıdır. En temelde, kökte, çıkış noktalarımızda birliği temsil eder. Ozanların ruhumuza nakşettiğini anlatıcıların ağzından duymaktan haz alıyorum. Sadece yazarken değil okurken de böyledir bu. DNA’sında bize dair izler taşıyan öykülere meftunum. Yabancılık çekmeyeceğim sokaklarda nasıl huzurla gezebiliyorsam, satırlarda, cümlelerde, kelime ve hatta harflerde de tanıdık olanı arıyorum galiba. Sadece benim değil hepimizin tanıdığı hikâyelere davet ediyorum okuma niyeti olanları. Bunun da en sevimli yolu beraber söylediğimiz türküler, hoyratlar, baraklar, ağıtlar…

En çok nerede beraberiz şu modern dünyada herkese sormak isterim. Ya doğumdur, ya düğün yahut cenaze… Hepsi için ozanlarımız bir çift laf etmiştir. Anlatıcılar, öykücüler, hikâyeciler neden geri dursun ki? İstikbalin kodlarını mazinin nağmelerinde arayan ilk ben değilim son da olmayacağım. Var olmaya çalıştığım alanda dikkatleri buna çekebilirsem ne mutlu bana. Türküler susmaz, çünkü onlar hepimizin.

“En başından söylemiş olalım bu “modern” bir öyküdür! Gitar ve keman eşliğinde icra edilen Türk sanat musikisi fasılları gibi ama…” diye başlıyor “Güle Güle Har Geliyor” adlı öykünüz. Bu satırları okuyunca gelenekle moderni, klasikle yeniyi terkip eden ya da etmek isteyen bir üslup peşinde olduğunuz düşüncesi geliyor aklımıza. Öyle mi acaba? Neler söylersiniz?

Bir terkip peşinde olduğum doğrudur. Neyin yeni neyin eski, neyin modern neyin klasik olduğu konusundaki tereddüt ve şerhlerimle elbette. Yaptığım işte, yazdığım metinlerde maksadımın gürül gürül çağlayan bir dilin yatağını yadırgamadan akışına devam etmesine katkı vermek olduğunu düşünürüm her zaman. Ben, Türklüğün, Türk dilinin meftunuyum. Gönlümle de dilimle de Türkçe konuşurum. Her çağın kendine göre hücumları, geri çekilmeleri olur diller için. Toplumlar arası itiş kakışta, kültürü baskın kılmanın en önemli aracı dildir.

Dilini yaşatan toplumların geleceğini konuşabiliriz. Dil bizim değilse, aldığını sindiremiyor, verdiğini yitiriyorsa, bu alışverişte her daim zararlı çıkarız. Kayıp üstüne kayıp yaşarız. Sadece dilimizin erozyonu değil düşüncemizin de kaybettiğini görürüz. Öyle ki bir gün tezgâha topyekûn sömürülmek üzere milletimiz çıkar. Tekrar sorunuza dönecek olursak; bize bir yol, bir terkip, dilimizin ana kaidelerini yıpratmadan geleceğe taşıyacak bir üslup gerekmez mi? Aslında bu her daim göz önünde bulundurmaya çalıştığım sorudur. Yazdığım sürece cevabını aramaya devam edeceğim.

Öykülerinizde ironi, espri kendini hemen hissettiriyor. Neden ironik ve esprili bir dil kullanıyorsunuz?

Daha ciddi bir yol bulamadığım için olsa gerek! Bize hayatımız boyunca ciddiyetimizi muhafaza etmemiz gerektiği söylendi. Ettik, ediyoruz. Gülerken dahi… Gerçek hayatın ciddiyetini kurgularla hafifletme gayreti diyenler de oluyor ama ben katılmıyorum. Gerçek hayat tam da bu kadar ironi ve mizahı bünyesinde barındırır. O sihirli bir terkiptir. “Ölü evinde ağlamasını düğün evinde gülmesini” hayat öğretir adama. Bütün yüzlerin güldüğü bir cemiyette somurtursan “hayırdır hemşerim, Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye sorarlar. Yas evinde gülmenin karşılığı da kim olursanız olun el sayılmaktır: “el elin nesine, gider güler yasına!”. Şimdi dilimizin imkânları böyleyken ben nasıl gönülsüzlük yapabilirdim? Allah imandan ve mizahtan ayırmasın.

Kitabınızdaki hemen her öykü sanki yazılmamış da anlatılmış gibi. Bir anlatıcı dinleyenlerine hikâyeler anlatıyor. Neden böylesi bir üslup seçtiniz?

Çünkü hikâye anlatılır. Sohbet etmek, anlatmak, aktarmak bize Dede Korkut mirası. Anlatı, öykü, hikâye arasında derin farklar varmış gibi bir tavrım yok, hiç olmadı. Birini diğerinin ikamesi olarak görmedim, görmem.

Biz oturur hikâye anlatırız. Daha da kafamız bozulur, oturup anlatacak kimseyi bulamazsak yazarız. Bunun adına ne deneceği beni bağlamaz.

Ben anlatmanın, anlatabilmenin samimiyetini, sıcaklığını seviyorum. Meram anlayacak okuru bulduğum sürece anlatmaya devam edeceğim.

“Zaman Kayması Yahut Sözde Bahri” adlı öyküde Peyami Safa, “Pandemi Orucu”nda Octavia Paz, “Kulak Arkası”nda Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları kitabının adı geçiyor. Öykülerinizde yazar ve kitap adlarına neden yer veriyorsunuz? Ayrıca öykülerinizde metinlerarasılık da kullandığınız tekniklerden. Neler söylersiniz bu hususlarla ilgili?

Bu kimi zaman bir kitaptan, bir yazardan veya o yazarın bir kahramanından tetiklenen bir metin olabilir. Yahut metnin akışı içerisinde kendiliğinden yeri gelir geçer başköşeye oturur. Kimseye neden geldin denmez töremizce. Tanrı misafiridir. En güzel şekilde ağırlanır, yolcu edilir. Zikrettiğiniz isimler de böyledir. Ansızın çıkıp gelmişler hikâyelere. Hepsi baş tacıdır. İşin teknik kısmına gelince; özel bir gayretim yok falanca tekniği uygulayayım diye. Kâinatta söylenen hiçbir söz diğerlerinden bağımsız ve bağlantısız değildir elbette.

Söz söyleme ihtiyacı hissediyorsak bu muhakkak başkalarının suskunluğu, yersiz konuşmaları, isabetsiz görüşleri nedeniyle olmaz. Kimi zamanda sözü başka bir söz mayalar. Bir cümleyi başka bir cümle tamamlar bize göre. Söylenmiş fikirlerde eksik kaldığını düşündüğümüz bir kelime bile olsa onu da ben demeliyim telaşına düşeriz. Hangisinin ne zaman olduğunu bilmesem de hepsinin bir şekilde başıma geldiğinden eminim. Bunun adı metinlerarasılık ise yaptım pişman değilim.

Telegram, whatsapp, instagram gibi modern iletişim kanalları öykülerinizde yer buluyor. Bunları düşününce aslında klasiği seven ama yaşadığı zamandan da uzağa düşmek istemeyen bir öykücü profili aklımıza geliyor. Ne dersiniz? Bu profil size uyar mı?

Uymak ne kelime, o benim. Yaşadığımız dönemde yaşımız itibariyle mektuba da telgrafa da faksa da çağrı cihazlarına da şahit olduk. Önce teknoloji sonra da iletişim biçimleri o kadar süratle ilerledi ve dönüştü ki adını bizim koymadığımız ancak dünya üzerinde belki de toplum olarak en fazla bizim kullandığımız iletişim biçimlerine sahip olduk. Tabii bu sahiplik adını koyacak kadar ilerlemedi. Biz sonuç odaklı milletiz. Hizmetimize gireceğine inandığımız her Bizans kurumunu alır Devleti Ali’ye mal ederiz! Bizde Modern iletişim kanallarının başına gelen de biraz bunu andırıyor sanki.

Adını koymak yerine tadını çıkarmayı tercih ediyor milletimiz. Bilmem bu sadece bu çağa mahsus mu? Şimdi bir öykücü/hikâyeci bunu nasıl ıskalayabilir? İletişimi mektupla değil whatsappla kuruyorsak elbette whatsapp diyeceğiz. Mektuplara hayran olmamız gerçekliği değiştirmez. Bakalım hayat bizim kuşağa daha ne sürprizler hazırlayacak. Dönüşümün dönüşümü başımızı bu kadar döndürürken hele…

Öykülerinizde anlatıcılar değişiyor. Genelde ben anlatıcı olmasına rağmen “Nar” bölümündeki öykülerde üçüncü tekil anlatıcı da yer alıyor. Öykülerinizdeki anlatıcıları nasıl belirlersiniz? Neye göre değiştirirsiniz anlatıcıları?

Onlar hangi öykülere dâhil olacaklarını belirler aslında. Ben böyle oturup anlatıcılarına, karakterlerine don biçebilen yazarlara oldum olası hayranım. Benimkiler utanmasalar noktalama işaretlerine bile karışacak kadar tesirli anlatıcı/karakterler oluyor üzerimde nedense. Ya da ben onlara karşı çok toleranslıyım! O kısım biraz karışık. Henüz yazmadığım bir öyküde şurada söyleyeceklerimden dolayı benden intikam almak isteyebileceklerini düşünüp çekiniyorum doğrusu. Şaka bir yana anlatıcılarım beni değiştirmesinler kâfi. Ben damdan düşer gibi gelmelerinden, gelip oturdukları başköşelerden ve anlattıklarından razıyım. Umarım duygularımız karşılıklıdır.

Aynı zamanda Söğüt Dergisinin de genel yayın yönetmenisiniz. Son dönem edebiyat dünyamızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hem genel yayın yönetmeni hem de öykücü kimliğinizle günümüz öyküsü, öykücülüğü ve dijital yayıncılık hakkında neler söylersiniz? Matbu edebiyat dijital platformlar karşısında can mı çekişiyor? Yoksa bu söylem bir şehir efsanesi mi?

Aslında edebiyat dünyası dediğimiz dünya hep bildiğimiz gibi. Anlaşılamayanlar, anlatamayanlar, anlattıkları hak ettiği karşılığı bulmayanlar, gördüğü teveccüh ortaya koyduklarından misliyle fazla olanlar, okurla iletişimi okuttuklarıyla orantısız olanlar, kabuğuna çekilenler, kozasında bekleyenler, kuyusunu kazanlar, kazdığı kuyuya düşenler, niceliği niteliğe kurban edenler, meteliğe kurşun atanlar hep aynı kakofoni içerisinde debelenip duruyor. Günümüz öyküsü de bu karmaşadan en fazla nasibini alan tür desek sanırım haksızlık olmaz. Üretimin zirveyi gördüğü bir dönemden bahsediyoruz. Envaı çeşit kaygılarla anlatının, kurgunun, öykünün peşinde yüzlerce binlerce kalem kendince en iyinin peşinde koşuyor. Kimi dergiler kimi kitaplarla karışıyor kalabalığa. Arife günü Mısır Çarşısı kalabalığını andıran bir topluluk bu… Kimi kimden nasıl ayırt edeceksiniz? Hangisine kulak kesilecek, hangisini takibe alacaksınız? Kulağınıza hoş gelen türkü hangisi, hangi tat damağınıza uygun nasıl fark edeceksiniz?

Okurun işi yazardan zor galiba bu sefer! Tabii bir de işin içinde dijital var artık. Onlarca mecra, yüzlerce blog öykü yağdırıyor okurun üzerine. Okur, yazar değil yazar okur seçiyor desek yeri var neredeyse. Bu sadece öykü de değil diğer türlerde de böyle. Hal böyleyken matbu edebiyat can çekişiyor diyebilir miyiz? Şüpheli… Dijital maliyetlerinin matbu maliyetleri geçtiği bir döneme denk gelirsek bütün hesapların tersine dönmesi an meselesi. Ya da teliflerin daha da dibe vurduğu kâğıt-baskı maliyetlerinin bugünlerin de üzerine çıktığı bir gelecek ihtimali şehir efsanesinden öte tam bir kıyamet senaryosu olur mu? Tüm bunlar yazma aşkı taşıyan bir yazarı etkiler mi peki? Esas soru bu bence. Eğer bir zamanların edipleri gibi yazmak yazar için bir geçim kapısı değilse ve yazma faaliyetini gruplar, çeteler, tröstlerden azade hür ve müstakil sürdürebiliyorsa “Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin: Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten.” diyecek birileri kalacaktır yine. Ümitsiz miyim? Asla! Ümitvar mıyım? Pek değil! Ya ne? Yaşadığımız hayattır kardeşim. Hep beraber yaşayıp göreceğiz. Kehanetlerle kaybedecek vakit yok. Eli kalem tutanları kazandıklarını görme ihtimali en düşük savaşa bekliyoruz.

Son olarak neler söylersiniz?

Size bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyor, çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Yaptığınız kolay bir iş değil. Harcanılan emeğin, gayretin büyüklüğünü biliyor, semeresini alacağınız ve daha nice güzel işlere imza atacağınız sağlık afiyetle, şahane bir gelecek temenni ediyorum.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Sinan TERZİ

QOSHE - Terzi: “Evet, Bir Terkip Peşinde Olduğum Doğrudur…” - Muaz Ergü
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Terzi: “Evet, Bir Terkip Peşinde Olduğum Doğrudur…”

9 1
17.04.2024

Yakın zamanlarda “Pencereden Kuş Uçtu” adlı ikinci öykü kitabınız yayımlandı. Okuru bol olur umarız. Har, Zar, Nar adını verdiğiniz üç bölümden oluşuyor kitabınız. İlgi çekici, düşündürücü adlar. Neden kitabınızın bölümlerine böyle adlar seçtiniz? Herhangi bir sebep var mı?

Çok teşekkür ederim güzel dilekleriniz ve dibace.net sayfalarını bir kere daha bana açtığınız için. Evet, ikinci kitap ve yeni bir heyecan “Pencereden Kuş Uçtu”. Bölümlerin başlıkları da başka bir heyecanın belki de kitabın, hikâyelerin şifreleri. Bir nevi kodlama benim açımdan. Malumun değil meçhulün ilamı. Yakılmış yıkılmış olanın yanında yeniden doğanın, ağlayan inleyenin yanında tebessüm edenin kodları… Böyle bakınca bundan âlâ sebep mi olur diye düşünmeden edemiyorum. Umarım anlatabilmişimdir kodların gayesini.

Öykülerinizde genelde hepimizin bildiği türkülerden mısralar yer alıyor. Müzik ya da türküler sizin kurgu dünyanızın neresinde? Neden türküler bu kadar yoğun olarak metinlerinize giriyor?

Hikâyeler de türküler gibi hepimizin ortak paydasıdır. En temelde, kökte, çıkış noktalarımızda birliği temsil eder. Ozanların ruhumuza nakşettiğini anlatıcıların ağzından duymaktan haz alıyorum. Sadece yazarken değil okurken de böyledir bu. DNA’sında bize dair izler taşıyan öykülere meftunum. Yabancılık çekmeyeceğim sokaklarda nasıl huzurla gezebiliyorsam, satırlarda, cümlelerde, kelime ve hatta harflerde de tanıdık olanı arıyorum galiba. Sadece benim değil hepimizin tanıdığı hikâyelere davet ediyorum okuma niyeti olanları. Bunun da en sevimli yolu beraber söylediğimiz türküler, hoyratlar, baraklar, ağıtlar…

En çok nerede beraberiz şu modern dünyada herkese sormak isterim. Ya doğumdur, ya düğün yahut cenaze… Hepsi için ozanlarımız bir çift laf etmiştir. Anlatıcılar, öykücüler, hikâyeciler neden geri dursun ki? İstikbalin kodlarını mazinin nağmelerinde arayan ilk ben değilim son da olmayacağım. Var olmaya çalıştığım alanda dikkatleri buna çekebilirsem ne mutlu bana. Türküler susmaz, çünkü onlar hepimizin.

“En başından söylemiş olalım bu “modern” bir öyküdür! Gitar ve keman eşliğinde icra edilen Türk sanat musikisi fasılları gibi ama…” diye başlıyor “Güle Güle Har Geliyor” adlı öykünüz. Bu satırları okuyunca gelenekle moderni, klasikle yeniyi terkip eden ya da etmek isteyen bir üslup peşinde olduğunuz düşüncesi geliyor aklımıza. Öyle mi acaba? Neler söylersiniz?

Bir terkip peşinde olduğum doğrudur. Neyin yeni neyin eski, neyin modern neyin klasik olduğu konusundaki tereddüt ve şerhlerimle elbette. Yaptığım işte, yazdığım metinlerde maksadımın gürül gürül çağlayan bir dilin yatağını yadırgamadan akışına devam etmesine katkı vermek olduğunu düşünürüm her zaman. Ben, Türklüğün, Türk dilinin meftunuyum. Gönlümle de dilimle de Türkçe konuşurum. Her çağın kendine göre hücumları, geri çekilmeleri olur diller için. Toplumlar arası itiş kakışta, kültürü baskın kılmanın en önemli aracı dildir.

Dilini yaşatan toplumların geleceğini konuşabiliriz. Dil bizim değilse, aldığını sindiremiyor, verdiğini yitiriyorsa, bu alışverişte her daim zararlı çıkarız. Kayıp üstüne kayıp yaşarız. Sadece dilimizin erozyonu değil düşüncemizin de kaybettiğini görürüz. Öyle ki bir gün tezgâha topyekûn sömürülmek üzere milletimiz çıkar. Tekrar sorunuza dönecek olursak; bize bir yol, bir terkip, dilimizin ana kaidelerini yıpratmadan geleceğe taşıyacak bir üslup gerekmez mi? Aslında bu her daim göz önünde bulundurmaya çalıştığım sorudur. Yazdığım sürece cevabını aramaya devam edeceğim.

Öykülerinizde ironi, espri kendini hemen hissettiriyor. Neden ironik ve esprili bir dil kullanıyorsunuz?

Daha ciddi bir yol bulamadığım için olsa gerek! Bize hayatımız boyunca ciddiyetimizi muhafaza etmemiz gerektiği söylendi. Ettik, ediyoruz. Gülerken dahi… Gerçek hayatın ciddiyetini kurgularla........

© dibace.net


Get it on Google Play