“Ölür Çünkü Babalar” adıyla geçtiğimiz aylarda bir anlatı kitabınız yayımlandı. Umarız okuru bol olur. Son zamanlarda edebiyat dünyamızda mektup türünde pek eser yazılmıyor ya da yayımlanmıyor. Neden bir öykü kitabı ya da roman değil de mektup? Hatta kitabınıza mektup-roman diyebilir miyiz?

Sınırların aşındığı, flulaştığı her şeyin fazlasıyla iç içe girdiği, yahut girmeye meyyal olduğu, zarfın mazrufa galebe çaldığı destursuz bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. Anlatı formlarının tanımı ve içerikleri de bundan payını alıyor haliyle. Ben kitabın bir roman olarak adlandırılabileceğini düşünmüştüm, yayınevinin önerisi doğrultusunda “Anlatı” diye çıktı. Anlatı türü sanırım bu sınır ihlallerinin amblemi olacak tıynete sahip bir kavram yahut isimlendirme. Ne roman, ne öykü ne öz kurmaca. Tam olarak ne olduğu konusunda bir konsensüs sağlanmamış. Bildik yazı formlarının dışında kalan metinlerin geçici konukladığı bir otel. Belki tanımın nihayete ermesi için bu türden adlandırılacak eserlerin çoğalması lazım. Buradan şöyle bir şey hasıl oluyor, kavram ya da isim nesnesini belirlemekten çok nesnenin yekunu ismin boşluklarını dolduracak gibi. Anlatı demişsek, pekala “mektup roman” da diyebiliriz.

Kitabınızın satırlarından, cümlelerinden hüzün sızıyor. Kitabı okurken gözlerimiz doluyor. Neden böyle bir kitap yazmak istediniz? Neydi gayeniz?

Yazarken benzer hislere zaman zaman kapıldığımı söyleyebilirim. Öyle olsun gayreti içinde değildim oysa. Bir eserin muhatabının duygu dünyasına hitap etmesi okurunun kendine çekilmeye, yoğunlaşmaya yol açması iyi bir şey olsa gerek ama sadece duygusallık üzerinde bir etki yaratma gayesiyle yazılması ya da niteliğinin buna bağlanması riskli, dahası edebiyat dışı bir durum. Gayem edebi bir eser yazmaktı, bu da benim için yeter bir gayedir.

Kitabınızdaki ilk metnin adı: “Doğum Günü”. Doğum günü kutlanırken bir ölüm haberi alıyorsunuz hem de babanızın ölüm haberi. Bir paradoks, zıtlık, karşıtlık… Buradaki karşıtlık sizinle içine doğup büyüdüğünüz kültür arasındaki karşıtlığı, kapanmayacak mesafeyi de gösteriyor mu?

Bu “karşıtlık” ve “zıtlık”tan öte belki harikulade bir sentez, doygun bir müştereklik. Bu, insan “olmak”lığın hülasası, sayfanın başı ve sonu, cümlenin öznesi ve yüklemi… Daha da kısaltılabilir bu, nokta mesela. Evveli de ahiri de nokta. Haddini bilmek daha doğrusu hatırlamak belki, en fazla bir nokta bir zerre olma bilincinde olmak.

Doğum ve ölüm, ikisini zıt görmemek gerektiğini idrak ettiğim bir yaştayım. Ölüme de doğuma da şükür diyeyim. İçinde doğup büyüdüğüm iklime, kültüre gelirsek habitusunu daha üst duygulara ve hallere tevil etmek kanımca daha faydalı ve kapsayıcıdır. Evet, içine doğduğumuz kültür ikliminin penceresinden bakarız evrene ama oradan ibaret olmadığımız bilgisini, azığını da yanımıza almayı ihmal etmemek gerekir.

Kitabınızda en başından sonuna kadar yazmakla yazmamak arasında bir tereddüt hissediliyor. Yazılanları baba okursa kırılacak, yazılmazsa yazar içini boşaltamayacak. İnce bir ip üzerinde yürüyor yazar, arada dengesini kaybedip içinde kalanları boşaltıyor, bazen de usta bir cambaz gibi duygusallığa düşmeden yürüyor. Neler söylersiniz bu ince dengeyle ilgili?

Evet, doğru bir tespit. Bu kitap özelinde olan bir şey değil benim için. Eskiden yazmak gerektiğini, bir tür yazmaya yazgılı olduğumu düşünürdüm ama son yıllarda her şeyde bir yazıp yazmamak arasında bocalarım. Bir beyhudelik ve gereklilik, bir aciliyyet ve sakinlik arasında kalırım. Çok güzel, yüce eserler, değerli sözler var. Sözümün seleflerimin bana bahşettiği güzelliğin bir sadakası, zekatı olabilsin isterim. Kendimi ikna edebilsem daha az yazarım. Sözü çarpıtmak, eksik bırakmak, hakkını vermemek kadar; çoğaltmak da bana günahmış, yazıkmış gibi geliyor. Sanki bir vebali olmalı sözü gereksiz yere çoğaltmanın. Belki yazıp yazmamak gibi birbirinden uzak duran iki ucu yakınlaştırıp, bir sıfır noktasında yazabilmek en güzeli.

“İnce denge” meselesine gelirsek, bu eserleri yazdığımız meçhul kişiye ve edebiyata karşı bir görevimiz, estetik bir sorumluluk. Bunu sağlayabilmişsem, sözü çoğaltma vebalinden biraz olsun beri durmuş sayarım kendimi.

Yazım tarzınız Oğuz Atay’ı anımsatıyor biraz. Kafanızın içindekileri doğrudan okura anlatan bu bilinç akımı hakkında neler söylersiniz?

Oğuz Atay’ın “Babaya Mektup” var bilirsiniz. Samimi, içten hem ciddi hem de sırf insanın bulanık ve ham zihninden fışkıran her şeyi pek matah sayan adına da ciddiyet dediği şeyin dibinde boy veren ironik ayrık otlarıyla dolu bir metinler. Atay’ın aklının, sözünün yatağını severim; sıcak ve güzel bulurum, haz alırım. Bu metinde bilinç akımı/akışı var mı? Varsa da denetimli bir akıştır en fazla. İşin doğrusu bu akışı ya da akımı eskiye nazaran pek sevmiyorum. Tek kerteriz noktası akım/akışı olabildiğince sağlamak, mükellef bir kaydını düşmekmiş gibime geliyor. Tek başına bu şey neden değerli ve güzel olsun ki?

Babanıza yazdığınız metinlere bakıldığında bir fikir çatışması, bir kuşak çatışması, bir bilinç çatışması seziliyor. Geleneğe, toplumsal değerlere bakışınızı kısaca anlatabilir misiniz?

Daha önce bir söyleşi de değinmiştim, tekrar etmeme müsaade ederseniz anlatayım: Bu kitapta anlattığım babam değil, hatırladığım babam da değil, belki hatırlamak istediğim babamdır; hatta babam da hatırlamak, bulup çıkarmak istediğim oğuldur. Bu yüzden babanız ya da babam demekten biraz beri duruyorum. Geleneğe bakışım nihayete ermiş değil oluş halindedir, birçok şey gibi. Bizim ona bakıp bir yargıya vardığımız gibi onun da bize baktığını buradan gördüğümüzün yanına bir de oradan görünen resmimizi koymayı unutmadan bir iki şey daha ekleyeyim. Geleneksiz bir şeyin nasıl olacağını anlamıyorum ya da ben bilmiyorum. Şeylerin üzerinde zamanla biriken, enkaza, çerçöpe, genel geçere çok da takılmamak lazım. Nihayetinde yıkamak, ayıklamak, düzenlemek gibi enstrümanlarımız da var. Esasa odaklanmak ta da bir güzellik bir kolaylık var üstelik. Bir değerin tohum olup, filize durması, büyüyüp dal budak salması uzun ve meşakkatli bir şeydir. Evvelinde zaman ve deneyim biriktirmemiş şeyler beni ürkütüyor, zamanın değmediği, içinden geçmediği şeylerle ünsiyet kuramıyorum üstelik güzel bulamıyorum ya da anlamlı… Hemen kesip atmaktan, ıskartaya çıkarmaktansa, budamak, bakım yapmak daha isabetli olacak gibi.

Genel anlamda babanızın geleneksel tavırlarını, toplumsal yapıyı sorguluyorsunuz ama “ağlamak, beraber ağlamak, yas için günlük alınması gereken birkaç dozluk sağlam bir acı kesici…” de diyorsunuz. Taziyeye gelenlerin acıya ortak olmaları… Bu hususta neler söylersiniz?

İlk cümleye dair ne diyeceğim pek bilemiyorum bağışlayın. Taziyeler ve bunun gibi ritüeller çok mühimdir, bize hem çaresizliğimizi hem de özünde bir başkasına ihtiyacımızı oradan benzerlik ve yakınlığımızı hatırlatır bize. Tabii her şeyin bir gösteri aracına dönüştüğü günümüzde düğün konvoyundaki arabaları sayar gibi (buna da tenezzül etmeksek keşke) taziyelerin değerini de araç konvoyunun uzunluğuyla ölçüp, biçecek kadar şirazesi kaymış, vandal ve bayağı hevesleri, pratikleri de unutmadan devam edelim. İnsanın bu tür şeylere ne çok ihyacı olduğunu sayısı hızla artan “seküler” tarikatlar, cemiyetlerden ve ilginç, yeni ritüellerden görüyoruz. Bunu anlıyor ve hiç de yadırgamıyorum. Ritüeller hem bir ihtiyaç hem bizim organik parçalarımız. Muhtaç bir varlıktır insan, hep öyle olsun da. Bu durumu kusur değil bir meziyet, bir hayata sirayet etme hali olduğunu anlama çabasını salık veririm. Muhtaçlığın diğer ucunda, yani karşısında had bilmezlik vardır; bundansa muhtaçlığımıza sarınmamız çok daha güzel ve değerliymiş gibime geliyor. Belki de insandaki dipsiz kibir, muhtaç bir varlık olduğumuzun inkârı üzerine inşa ettiğimiz firavun piramitleridir.

İranlı yazar Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç & Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni” adlı bir kitabı var. Bizim gibi toplumlardaki eski ile yeninin, gelenekle modernin çatışmasını ele alıyor. Değişime direnen, değişemeyen toplumlardaki zihinsel çarpıklıkları ele alıyor. Siz de babanızla ilişkilerinizi düşündüğünüzde neler geliyor aklınıza?

Birkaç kitabını okumuşluğum vardır. “Yaralı Bilinç” beni çok etkilemişti zamanında ama şimdi okusam ne düşünürüm bilmiyorum. Yaşamımız ve bilincimiz bakışımızın içinde durduğu bir “kafestir” en olumsuz manada. Bildiklerimizden çok bilmediklerimiz, bilemeyeceklerimiz var çok şükür. Belki konuşurken, yazarken, eylerken hüküm kesip, hüküm verirken bildiklerimiz kadar; bilmediklerimizle de amel etmeliyiz. Onun payını yedekte tutmalı bir ferahlık, bir esneklik dermeliyiz bundan. Ben bildiklerimizden çok bilmediklerimizden esneklik, empati, ferahlık, sorumluluk, diğerkamlık dereceğimizi düşünüyorum. Böylece bazı kangren olmuş şeyleri geride bırakmak daha kolay olabilir. Değişme direndiğimiz ama etkisini yitirmiş hatta bazı iyi şeylerin önünde engel olmuş şeylerle meşrebince vedalaşmayı, helalleşip hakkıyla gömmeyi öğrenmemiz lazım. Elimizde bir ölçü var belki: Kabul ettiğimiz yeninin bize katacağı ile geride bıraktığımızın bize neler kaybettireceğinin ölçüsü/muhasebesi. Tabi burada “biz”in ne olduğu, mahiyeti ve esasının neyle ölçüleceği meselesi çıkıyor. Merak ve istekten, imtihan yazgısından elmayı ısıran Adem’in bizi mi, bunu alıp amblem olarak kapıp, seri üretime koyan S. Jobs’un bizi mi, yoksa üretimin tek amacının üretim olan ve tüm evreni zapt etmek isteyen Elan Musk’un bizi mi? Hangi biz. Uzatmadan yukarıdaki küçük muhasebenin gümrüğünden her yeni damgalı şey, öylece elini kolunu sallayarak geçemez, geçmesin de. Her eskinin kıymetsiz ya da kendiliğinden kıymetli olduğunu düşünmekte bu gümrüğe takılır, takılmalı. Öbür türlüsü hesapsızlık, kitapsızlıktır, izansızlıktır, yani bir tür vandalizmdir.

Mıhemed Bey babanız ve Onun temsil ettiği kültürle bir mücadeleniz var. Aynı zamanda Onun inancına, bağlanma gücüne de gıpta ediyorsunuz. Bu gıptanın nedeni nedir? Neler söylersiniz?

Mücadele, kim ve ne olduğumuz sorusuyla insan olmanın neliğini idrak etme çabasıysa başım gözüm üstüne; yoksa içte bulunan bazı marazların; dışarda kopardığı, toyluk, vaveyla, toz, dumansa bir yerden sonra dursun ve bizden de ırak olsun. Benim de düşüp kalkmalarım, çeperlerime çarpıp yaralanmalarım, etrafımı saran çitlerden atlama heves ve gayretlerim oldu, olmalıydı da. Yola çıkmadan, yolun ağzında ayrılmadan yolun sonundaki lütufa varılmaz. Kişisel mücadelemin yukarıda tarif etmeye çalıştığım niyet ve çabadan geldiğini, bulunduğum yerden anlayabiliyorum.

Onun (babamın) inancına gıpta ettim hep edeceğim de; çünkü tutarlılık, kavi bir iman, adanmış bir ruh, almadan verebilmeye içrek bir inançtı. İnancı bu yüzden yük değil ferahlıktı onun için İnsanın kendinden çok büyük, çok kudretli muhteşem soyut bir varlık ya da güce kendini teslim etmesi sandığımızdan çok daha yapıcı ve rahatlatıcı bir şey. Ayrıca hep süregelen yakıcı bir ihtiyaç. Hepimiz o muazzam şeyi kaybettik, onun tozunun tozu olan şeyleri, çaresizlik merceklerimizin altında büyütmeye, kırıntıları bir şeye tevil etmeye, benzetmeye çalışıyoruz. Küçümsemiyorum bunu asla. Daha çok keder, hüzün duyup dünyanın kaçan büyüsüne yazıklanıyorum.

Kitabınızda babanızı temel alarak eskilerin eşyaya bakışını anlatıyorsunuz. Babanızın kitaplarını da koyduğu eski bir dolap var. O dolap eski ve gösterişsiz olmasına rağmen evin başköşesinde duruyor. Bugünün eşyaya bakışı ile babanızda gördüğünüz eşyaya bakış nasıl? Ne gibi fark var aralarında?

Üzerine konuşmayı çok sevdiğim bir mesele bu eşyalar ve bizim onlarla olan ilişkimiz. Bu konuda sözün çoğunu müstakil çalışmalarıma bırakayım. Sadece şunu söylemek isterim bir köy çeşmesi, bir eşya üzerine atılan bir dantel, bir dolap, bir palto… Bu eşyaların yaşamı boyunca biriktirdiği şeyleri, aşkları, konuşmaları, hüzünleri, onlarla soluklanan hüzünlenen, neşelenen, susayan, susatan tanışları vardır ve bunlar eşyaya/nesneye dahildir. Eşyayla en geniş anlamıyla şeylerle kurduğumuz ilişki insanların insanla ya da başka bir varlıkla kurduğu ilişkiye de sirayet eder onu biçimlendirir. Bu ilişkinin toprağında vefa, sadakat, tahammül, feraset vs. yetişir, serpilir. Bu iklimin bitki örtüsü bu harika meziyetlerdir. Ama bir de üç günde bir değiştirilen misal bir telefonu, arabayı düşünün. Kolay atabildiğimiz ya da hemen vazgeçtiğimiz şeylerin yekûnu zamanla bir fikir, bir bakış olur birikir bünyede. Fikirlerin çerçevesinin yapıldığı şeylerin fikrin kendisine dönüşme riski yüksektir. Bu yüzden günümüzün eşyayla bozulan rabıtayı korkuyla izliyorum. Bir eksi yeni kıyası değil benim ki ama kendimi şu yaşta bile zamanın dışına düşmüş hissediyorum bazen. Bu hali pür ortamda zamanın dışına düşmeyi bir kayıp, eksiklik, kusur olarak değil; bir imkan, suhulet bölgesi olarak sahipleniyorum, elbette beni yadırgayacak olanlara minnet duymadan, sızlanıp şikayet etmeden. Ha bu sözlerdeki serzeniş tonunu da lütfen ahvalimin mütevazı beyanı olarak kabul görün, soruldu söylemiş bulunduk.

“(Başkası ne der?) adlı yedi başlı bir canavar vardı.” Kitabınızdaki bu cümle aslında bu coğrafyada yaşayan bütün insanların serencamını anlatıyor. Siz neler söylersiniz bu cümleyle alakalı?

Çok şey söylemek isterim ve hiçbir şey. Zamanında hep konuştuğum bu şey hakkında susmak isteği şimdi neden? Belki bildiğimi sandığım şeyi bilmediğimi anladım ya da bu şey artık eski etki sahasını büyük bir hezimetle kaybettiği için. Bu ötekinin gözü ve bakışının yansımasını kaile alma ya da buna fazlasıyla hapsolma hali olarak yaşanırdı, Kürtçede haliyle Kürtlerde. “Xelkê çi bêje” derdik. İnsanı daraltan, boğan muğlaklığı ve anonim olmasıyla hızla semiren büyük bir yıldırıcı, caydırıcı güçtü. İçinde bol miktarda korku, endişe, sindirilmişlik elbette haya, hesap vermek, sorumluluk vardı. Ama gelin görün ki şimdi bu geri kaçan küçüldükçe küçülen şeye ihtiyaç duyuyorum. Çünkü “başkası ne der” demenin baskısı yahut prangasının esemesi okunmuyor. Tam karşıtı bir hal, bir yaşama biçimi söz konusu. Destursuz, teklifsiz, hadsiz, göze soka soka yapılıyor. Birçok şey sırf böyle yapıldığı için görülmeye paylaşılmaya değer görülüyor. Hadi bu tazyikin basıncı gardiyanın gerilmiş yayından olsun, ama inanın bu toy bir mazeret hükmündedir ancak. Haliyle bu sicili bozuk, eski hayali gardiyanı ara da geri çağırmak güzel olacak sanki:))

Kitabınızı “rüzgâr alıp götürsün diye! Seni, beni, bizi, yazdığım her şeyi…” diye bitiriyorsunuz. Ama “söz uçar yazı kalır” derler. Yazdıklarınız da okurların zihninde kalacak. Buradan hareketle son olarak neler söylersiniz?

Söz uçar, yazı da uçar ama erken ama geç. Benim sözümün bin kıymetlisi şeyler uçup gitti, muhteşem insanlar ölüp, unutuldu. Lord Byron 36, Novalis 29, P.B. Shelley 31 yıl dünyaya şeref verebildi. Simone Weil, Rilke ya da G. de Nerval… Evet, sözleri bize ulaştı. Ama sözleri bir yana, sözlere can veren o hisler o yüce kaygı, o ateş gibi tutku ve istenç de uçup gitti, gidiyor. Soyu tükenen canlılar gibi damarı koruyup ölen hisler ve duygular da var. Ah yazık ki en iyileri oluyor genelde. Geleceğe kalmak eskiden inandığım bir masaldı; her masal gibi hoş tatlar bırakmış dimağımda. Buna bel bağlamıyorum, gerek de yok. Bize kalacak olan yaşadığımız o an ve bir parça hatıra, öyle de olsun. Kendi adıma geleceğe yazılır mı ondan emin değilim. Yazmakla geçmişi çağırır, onarır ya da oraya döner dururuz daha çok.

Simone Weil -o muhteşem insan-ın şöyle bir cümlesine rast gelmiştim. Tanrı biz bir şey olalım diye her şey olmadı.

Sorularınızdan hareketle kitabın arka bahçesine dair bir panorama çizmeye çalıştım. Uzun cevapları bunun hatırına verin. Sohbetin kapısını açan güzel sorularınız için de teşekkür ederim. Son söz kabilinden bir iki cümle daha edeyim. Galiba sadece hiçliğe yaklaştık hiç olduğunu duyumsadıkça bir şey olunabiliyormuş. Ve elbette rüzgâr alıp götürecek bizi, sizi, kitabımı, bu soru ve cevapları…

Teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Mıhemed ŞARMAN(Mehmet Şarman)

Kitap Çalışmaları

QOSHE - Şarman: “Yazmakla Geçmişi Çağırır, Onarır Ya Da Oraya Döner Dururuz Daha Çok.” - Muaz Ergü
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Şarman: “Yazmakla Geçmişi Çağırır, Onarır Ya Da Oraya Döner Dururuz Daha Çok.”

11 0
16.03.2024

“Ölür Çünkü Babalar” adıyla geçtiğimiz aylarda bir anlatı kitabınız yayımlandı. Umarız okuru bol olur. Son zamanlarda edebiyat dünyamızda mektup türünde pek eser yazılmıyor ya da yayımlanmıyor. Neden bir öykü kitabı ya da roman değil de mektup? Hatta kitabınıza mektup-roman diyebilir miyiz?

Sınırların aşındığı, flulaştığı her şeyin fazlasıyla iç içe girdiği, yahut girmeye meyyal olduğu, zarfın mazrufa galebe çaldığı destursuz bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. Anlatı formlarının tanımı ve içerikleri de bundan payını alıyor haliyle. Ben kitabın bir roman olarak adlandırılabileceğini düşünmüştüm, yayınevinin önerisi doğrultusunda “Anlatı” diye çıktı. Anlatı türü sanırım bu sınır ihlallerinin amblemi olacak tıynete sahip bir kavram yahut isimlendirme. Ne roman, ne öykü ne öz kurmaca. Tam olarak ne olduğu konusunda bir konsensüs sağlanmamış. Bildik yazı formlarının dışında kalan metinlerin geçici konukladığı bir otel. Belki tanımın nihayete ermesi için bu türden adlandırılacak eserlerin çoğalması lazım. Buradan şöyle bir şey hasıl oluyor, kavram ya da isim nesnesini belirlemekten çok nesnenin yekunu ismin boşluklarını dolduracak gibi. Anlatı demişsek, pekala “mektup roman” da diyebiliriz.

Kitabınızın satırlarından, cümlelerinden hüzün sızıyor. Kitabı okurken gözlerimiz doluyor. Neden böyle bir kitap yazmak istediniz? Neydi gayeniz?

Yazarken benzer hislere zaman zaman kapıldığımı söyleyebilirim. Öyle olsun gayreti içinde değildim oysa. Bir eserin muhatabının duygu dünyasına hitap etmesi okurunun kendine çekilmeye, yoğunlaşmaya yol açması iyi bir şey olsa gerek ama sadece duygusallık üzerinde bir etki yaratma gayesiyle yazılması ya da niteliğinin buna bağlanması riskli, dahası edebiyat dışı bir durum. Gayem edebi bir eser yazmaktı, bu da benim için yeter bir gayedir.

Kitabınızdaki ilk metnin adı: “Doğum Günü”. Doğum günü kutlanırken bir ölüm haberi alıyorsunuz hem de babanızın ölüm haberi. Bir paradoks, zıtlık, karşıtlık… Buradaki karşıtlık sizinle içine doğup büyüdüğünüz kültür arasındaki karşıtlığı, kapanmayacak mesafeyi de gösteriyor mu?

Bu “karşıtlık” ve “zıtlık”tan öte belki harikulade bir sentez, doygun bir müştereklik. Bu, insan “olmak”lığın hülasası, sayfanın başı ve sonu, cümlenin öznesi ve yüklemi… Daha da kısaltılabilir bu, nokta mesela. Evveli de ahiri de nokta. Haddini bilmek daha doğrusu hatırlamak belki, en fazla bir nokta bir zerre olma bilincinde olmak.

Doğum ve ölüm, ikisini zıt görmemek gerektiğini idrak ettiğim bir yaştayım. Ölüme de doğuma da şükür diyeyim. İçinde doğup büyüdüğüm iklime, kültüre gelirsek habitusunu daha üst duygulara ve hallere tevil etmek kanımca daha faydalı ve kapsayıcıdır. Evet, içine doğduğumuz kültür ikliminin penceresinden bakarız evrene ama oradan ibaret olmadığımız bilgisini, azığını da yanımıza almayı ihmal etmemek gerekir.

Kitabınızda en başından sonuna kadar yazmakla yazmamak arasında bir tereddüt hissediliyor. Yazılanları baba okursa kırılacak, yazılmazsa yazar içini boşaltamayacak. İnce bir ip üzerinde yürüyor yazar, arada dengesini kaybedip içinde kalanları boşaltıyor, bazen de usta bir cambaz gibi duygusallığa düşmeden yürüyor. Neler söylersiniz bu ince dengeyle ilgili?

Evet, doğru bir tespit. Bu kitap özelinde olan bir şey değil benim için. Eskiden yazmak gerektiğini, bir tür yazmaya yazgılı olduğumu düşünürdüm ama son yıllarda her şeyde bir yazıp yazmamak arasında bocalarım. Bir beyhudelik ve gereklilik, bir aciliyyet ve sakinlik arasında kalırım. Çok güzel, yüce eserler, değerli sözler var. Sözümün seleflerimin bana bahşettiği güzelliğin bir sadakası, zekatı olabilsin isterim. Kendimi ikna edebilsem daha az yazarım. Sözü çarpıtmak, eksik bırakmak, hakkını vermemek kadar; çoğaltmak da bana günahmış, yazıkmış gibi geliyor. Sanki bir vebali olmalı sözü gereksiz yere çoğaltmanın. Belki yazıp yazmamak gibi birbirinden uzak duran iki ucu yakınlaştırıp, bir sıfır noktasında yazabilmek en güzeli.

“İnce denge” meselesine gelirsek, bu eserleri yazdığımız meçhul kişiye ve edebiyata karşı bir görevimiz, estetik bir sorumluluk. Bunu sağlayabilmişsem, sözü çoğaltma vebalinden biraz olsun beri durmuş sayarım kendimi.

Yazım tarzınız Oğuz Atay’ı anımsatıyor biraz. Kafanızın içindekileri doğrudan okura anlatan bu bilinç akımı hakkında neler söylersiniz?

Oğuz Atay’ın “Babaya Mektup” var bilirsiniz. Samimi, içten hem ciddi hem de sırf insanın bulanık ve ham zihninden fışkıran her şeyi pek matah sayan adına da ciddiyet dediği şeyin dibinde boy veren ironik ayrık otlarıyla dolu bir metinler. Atay’ın aklının, sözünün yatağını severim; sıcak ve güzel bulurum, haz alırım. Bu metinde bilinç akımı/akışı var mı? Varsa da denetimli bir akıştır en fazla. İşin doğrusu bu akışı ya da akımı eskiye nazaran pek sevmiyorum. Tek kerteriz noktası akım/akışı olabildiğince sağlamak, mükellef bir kaydını düşmekmiş gibime geliyor. Tek başına bu şey neden değerli ve güzel olsun ki?

Babanıza yazdığınız metinlere bakıldığında bir fikir çatışması, bir kuşak çatışması, bir bilinç çatışması seziliyor. Geleneğe, toplumsal değerlere bakışınızı kısaca anlatabilir misiniz?

Daha önce bir söyleşi de değinmiştim, tekrar etmeme müsaade ederseniz anlatayım: Bu kitapta anlattığım babam değil, hatırladığım babam da değil, belki hatırlamak istediğim........

© dibace.net


Get it on Google Play