Yakın zamanlarda “Yerini Yadırgayanlar” adlı öykü kitabınız yayımlandı. İlginç bir isim… Hepimiz dünyadaki yerimizi sorgular, yadırgarız zaman zaman. Kitabınıza neden böyle bir ad verdiniz? Hangi yerini yadırgayanlar anlatılıyor kitabınızda?

Aslında kitaptaki öyküleri yazmaya başlamadan önce “Yerini Yadırgayanlar” ismiyle tanışmıştım. Kitap bana ismini öncesinden göndermiş oldu, diyebilirim. Daha sonra öyküleri yazıp derledikçe onları bir arada tutan çekim gücünün “yadırgama halleri” olduğunu fark ettim. Bu yalnızca bir tema bütünlüğü sağlamakla kalmadı, bir biçim arayışına da götürdü beni: her öykünün özelindeki biçim arayışından tutun da öykülerin sıralanışına kadar bir biçim arayışı…

“Yerini Yadırgayanlar”da pek çok yerini yadırgayanla karşılaşabiliriz: bir orkide, bir kedi, bir mülteci, bir trans kadın her an yerini yadırgayanlardan biri olabiliyor. Bence “yadırgamak” sözcüğünün başlı başına bir hikâyesi var. Söz konusu “yerini yadırgamak” olduğunda ise bunu mekândan ayrı düşünmek pek mümkün olmuyor. Bu yanıyla “Yerini Yadırgayanlar” her şeyden önce bu coğrafyadaki insanların öyküleri.

Cihan Bey öykülerinizi nasıl yazarsınız ya da öyküler kendini nasıl yazdırır size? Parça parça, zamana yayarak mı yazarsınız öykülerinizi yoksa oturup bir anda yazıp bitirir misiniz?…

Ben genelde bir öyküyü yazmaya başlamışsam o öyküyü bitirmeden masanın başından kalkmıyorum. Birden bir akış halinde buluyorum kendimi. İçine girdiğim zaman, mekân, kişiler, kısaca her şey çok tanıdık, her şeyi iyi biliyorumdur. Eğer uzun bir öykü yazıyorsam bu bazen farklı günlere dağılabiliyor. Ama yeniden masanın başına geçene kadar yazdıklarım hakkında hiç düşünmüyorum. Bilinçaltımın çalışmasına izin veriyorum. Yeniden yazmaya koyulduğumda ise yola önce yazdıklarımı okuyarak devam ediyorum.

“Japon Balığı” kitabınızın ilk öyküsü. Japon Balığı uzak doğuda başarıyı ve azmi simgeliyor. Sizin metninizde bu balığın herhangi bir metaforik anlamı var mı?

“Japon Balığı”nı yazarken bunun başka bir coğrafyada ne anlama geldiğine bakmadım hiç, öykü bahsettiğiniz bir yerden nasıl okunur onu da bilmiyorum. Elbette benim için oldukça güçlü bir metafordu, ama bunun adını koyamam, anlamını tam olarak çözümleyemem, ama bana yazdıran o etkiyi hâlâ hissedebiliyorum. Bu biraz da metaforun doğasıyla ilgili sanırım, bir açıklamadan çok bir iç devre sistemi olması. Ve aynı zamanda sabit olmayışı, girdiği her yerde kendini yeniden şekillendirmesi…

“Peri” öyküsünde: “Yedi başlı yılan varmış. Aksi gibi bir tek kışın uyumazmış. Bir bilmece sorarmış. Bilemezsen seni ısırırmış.” “Gizli Anlaşma” öyküsünde: “Çekirge kadın, yaşlı köstebek gibi yanağımdan makas aldı. Annemle sessizce bakıştılar. Kızağa bindik. İçeride taş bebekler, cam adamlar, kaplumbağa kadınlar oturuyor. Kimse konuşmuyor. Biz de konuşmadık.”

Yukarıda örnek verdiğimiz öykülerinizde masal dili, masal evreni, masal ögeleri kendini gösteriyor. Öykülerinizde masal dili ve ögelerini kullanmanızın herhangi bir sebebi var mı? Neler söylersiniz?

Ben neye maruz kalıyorsam sanırım onun bendeki etkisini yazıyorum. “Maruz kalmak” akla talihsizliği getirebilir ama kastettiğim sadece ondan ibaret değil. Bunu şöyle olumlayabilirim: iyi bir edebiyata maruz kalmak, iyi bir filme maruz kalmak, iyi bir müziğe maruz kalmak ve daha bir sürü şeye maruz kalmak… Bu benim için oldukça kışkırtıcı bir süreç. O etkiyi tam olarak açıklayamasam da bende hissettirdiklerini farklı bir formda üretmeye çalışıyorum. Masallar için de durum öyle. Çocukluğum taşrada ve köylerde geçti ve başta çocukluk olmak üzere ömrün birçok döneminde masallara maruz kaldım. Buradaki maruz kalmayı hem olumlayabiliyor hem de şiddet içerikli ögelerinden ötürü olumlayamıyorum, ama neticede üretimim için iyi bir şey.

Kadına şiddet, kadın cinayetleri, tacizler, tecavüzler son zamanlarda tüm hızıyla devam ediyor. “Kısa Hayatların Hikâyeleri” adlı öykünüz toplumun kanayan bu yarasına parmak basıyor. Neler söylersiniz bu hususlarla ilgili? Bu tip sorunlara eğilmenizin sebepleri neler? Yaşananları kayıt altına alma gibi bir düşünce içinde misiniz?

Yazarken tek amacım daha iyi yazabilmek, herhangi bir soruna eğilme amacı gütmüyorum. Öyle olduğunda bu ister istemez yapaylaşacak ve samimiyetini yitirecektir. “Yerini Yadırgayanlar”a baktığınızda kadına şiddetten toplumun kanayan yarası diyebileceğimiz birçok konuya yer var. Ama bunlar bile isteye seçilmiş konular değil, yaşananların bendeki etkisi…

Az önce “maruz kalmak” demiştim. Maalesef, şiddetin her türlüsüne her an maruz kalabiliyoruz. Doğal olarak üretirken bunlar yaşanmamış gibi davranamıyoruz. Bir yanıyla yaşananları kayıt altına almışım, diyebilirim ama daha doğru ifade etmem gerekirse ben yaşananların bendeki etkilerinin kaydını tutmuşum.

Genelde öykülerinizi değerlendirdiğimizde baba imgesi sorunlu. “Krater Gölü” öyküsünde Veysi karakteri üzerinden baba oğul sorununu açıkça görebiliyoruz. Geleneksel baba-çocuk ilişkisi hususunda neler söylersiniz? Neden sorunlu baba imgesi yer alıyor metinlerinizde?

“Baba” bir yerde “erk”in kendisine dönüştüğünden sanırım. Ama yalnızca baba-çocuk ilişkilerinde değil, “erk”le başı dertte olan herkesin politik ve psikolojik çatışmaları üretimime sızıyor. Uzak yakın çevrede bunun binbir örneğine maruz kaldığımızdan olabilir. Hayatınızın her alanında, özellikle de kendiniz olmayı seçtiğinizde, “erk”le başınız dertte ve bu en yakında çoğu zaman kendini “baba”yla temsil ediyor.

Öykü atmosferiniz çoğunca kasvetli, karanlık. Karanlık odalar, mahzenler, karanlık denizler, gece kulüpleri… Öykü kahramanlarınız da genellikle, genel ortamla sorunu olanlar. Öykü atmosferi oluşturma ve öykü kahramanlarınız hakkında neler söylersiniz?

Öykü bana bütün unsurlarıyla tamamlanmış olarak geliyor. Her şey içte olup bitmiş ve ben yazarak içtekini açığa çıkarıyormuşum gibi. Açığa çıktıktan sonra da öykü üzerine eğiliyorum. Öyküyü keşfetmeye, anlamaya çalışıyorum. Asıl meseleye odaklanıyor ve asıl meselenin etrafında öykünün iç devre sistemini sağlamlaştırmaya çalışıyorum. Kişiler, eylemler, diyaloglar, zaman, mekân, olay… kısacası birdenbire kendimi içinde bulduğum o atmosfere sözcüklerle hayat vermeye çalışıyorum. Bu benim ince eleyip sıkı dokuduğum zamanlar.

“Yerini Yadırgayanlar”da evet bahsettiğiniz gibi kişiler ortamla sorunlu ve karanlıklarda geziniyorlar. “Yadırgamak” kelimesinin bende uyandırdığı ilk imgeler bunlar olabilir. Söz konusu “yerini yadırgamak” olduğunda işin içine fazlasıyla tekinsizlik ve yabancılaşma sızıyor. Ama “karanlık” her zaman kötülenecek bir şey değildir. Aydınlığın ortaya çıkardığı “kusurları” bazen karanlık eşitleyebiliyor. “Karanlığın Elleri” öyküsünü tamamladıktan sonra onu anlamaya çalıştığımda tam da orada ışığın nasıl bir faşizme dönüşebildiğini görmüştüm.

Tiyatro ile yakından ilgilisiniz. Tiyatro metinleri de yazıyorsunuz. Tiyatro ile ilginizin öykü yazarlığınıza ne gibi etkileri var?

Tiyatroda önce karakterin öykü torbasını tutuyor, sonra ona uzun bir özgeçmiş yazıyorum. Karakteri iyice tanıdıktan sonra onun nerede nasıl tepkiler vereceğini anlıyor ve aynı zamanda onun ağzını oluşturuyorum. Bu benim öykü yazarken karakterle erken tanışmamı sağlıyor. Aynı şekilde tiyatroda dramatik mekânı oluşturma sürecim öyküde beni doğrudan bir yere götürüyor.

Tiyatroda işin matematiğini oldukça önemsiyorum. Olay örgüsünün aşama aşama ilerlemesini genel hatlarıyla planlıyorum. Bu durum ise öyküde benim ölçülü olmamı sağlıyor. Bunlar akla ilk gelenler…

Öykülerinizin çoğunda deniz var. Kahramanlarınız denize bakarak uzaklara dalıyor. Özellikle “Paralel Aşklar” öyküsündeki Co Amca… Deniz ve uzaklara dalmak ne anlam ifade ediyor?

“Yerini Yadırgayanlar” Kadıköy-Eminönü/Kadıköy-Sütlüce Vapur Seferlerinde yazıldı diyebilirim. Deniz en çok oradan sızmış sanırım.

Yaşlı Co için deniz sonsuz bir bekleyişin karşılığı olabilir. Başka bir öyküde anne rahmine dönüşebilir. Başka bir öyküde arınmaya… Bağlamdan bağlama kendine yeni bir yer bulabiliyor.

Öykülerinizde televizyonun üstüne serilen dantel örtü, gaz lambası, eski konak, üzerinde ren geyiği olan duvar halısı gibi nostaljik nesneler kullanıyorsunuz. Bunun herhangi bir nedeni var mı?

Birçoğumuzun anılarında yer edinen nesneler… Özellikle çocukluğumun gözlerinde her birinin hakkı var. Tabii bunlara öyküde yer veriyorsam benim anılarımda yer aldıkları için değil öyküye hizmet ettikleri içindir. Karakterin dünyasını anlayabilmenin yolu biraz da onun yaşadığı yeri tanımaktan ve onun nesnelerle kurduğu ilişkilerden geçiyor.

Şu an ne üzerinde çalışıyorsunuz?

Üçüncü öykü kitabım (Manzaradan Geçmek) ile ilk çocuk kitabım (Rüzgâr Kanatlı At) üzerinde çalışıyorum.

Teşekkür ederim “Yerini Yadırgayanlar” kitabını konuşma imkânı verdiğiniz için.

Biz teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Cihan ÇAKAN

QOSHE - Çakan: “Yerini Yadırgayanlar Her Şeyden Önce Bu Coğrafyadaki İnsanların Öyküleri.” - Muaz Ergü
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Çakan: “Yerini Yadırgayanlar Her Şeyden Önce Bu Coğrafyadaki İnsanların Öyküleri.”

20 1
27.04.2024

Yakın zamanlarda “Yerini Yadırgayanlar” adlı öykü kitabınız yayımlandı. İlginç bir isim… Hepimiz dünyadaki yerimizi sorgular, yadırgarız zaman zaman. Kitabınıza neden böyle bir ad verdiniz? Hangi yerini yadırgayanlar anlatılıyor kitabınızda?

Aslında kitaptaki öyküleri yazmaya başlamadan önce “Yerini Yadırgayanlar” ismiyle tanışmıştım. Kitap bana ismini öncesinden göndermiş oldu, diyebilirim. Daha sonra öyküleri yazıp derledikçe onları bir arada tutan çekim gücünün “yadırgama halleri” olduğunu fark ettim. Bu yalnızca bir tema bütünlüğü sağlamakla kalmadı, bir biçim arayışına da götürdü beni: her öykünün özelindeki biçim arayışından tutun da öykülerin sıralanışına kadar bir biçim arayışı…

“Yerini Yadırgayanlar”da pek çok yerini yadırgayanla karşılaşabiliriz: bir orkide, bir kedi, bir mülteci, bir trans kadın her an yerini yadırgayanlardan biri olabiliyor. Bence “yadırgamak” sözcüğünün başlı başına bir hikâyesi var. Söz konusu “yerini yadırgamak” olduğunda ise bunu mekândan ayrı düşünmek pek mümkün olmuyor. Bu yanıyla “Yerini Yadırgayanlar” her şeyden önce bu coğrafyadaki insanların öyküleri.

Cihan Bey öykülerinizi nasıl yazarsınız ya da öyküler kendini nasıl yazdırır size? Parça parça, zamana yayarak mı yazarsınız öykülerinizi yoksa oturup bir anda yazıp bitirir misiniz?…

Ben genelde bir öyküyü yazmaya başlamışsam o öyküyü bitirmeden masanın başından kalkmıyorum. Birden bir akış halinde buluyorum kendimi. İçine girdiğim zaman, mekân, kişiler, kısaca her şey çok tanıdık, her şeyi iyi biliyorumdur. Eğer uzun bir öykü yazıyorsam bu bazen farklı günlere dağılabiliyor. Ama yeniden masanın başına geçene kadar yazdıklarım hakkında hiç düşünmüyorum. Bilinçaltımın çalışmasına izin veriyorum. Yeniden yazmaya koyulduğumda ise yola önce yazdıklarımı okuyarak devam ediyorum.

“Japon Balığı” kitabınızın ilk öyküsü. Japon Balığı uzak doğuda başarıyı ve azmi simgeliyor. Sizin metninizde bu balığın herhangi bir metaforik anlamı var mı?

“Japon Balığı”nı yazarken bunun başka bir coğrafyada ne anlama geldiğine bakmadım hiç, öykü bahsettiğiniz bir yerden nasıl okunur onu da bilmiyorum. Elbette benim için oldukça güçlü bir metafordu, ama bunun adını koyamam, anlamını tam olarak çözümleyemem, ama bana yazdıran o etkiyi hâlâ hissedebiliyorum. Bu biraz da metaforun doğasıyla ilgili sanırım, bir açıklamadan çok bir iç devre sistemi olması. Ve aynı zamanda sabit olmayışı, girdiği her yerde kendini yeniden şekillendirmesi…

“Peri” öyküsünde: “Yedi başlı yılan varmış. Aksi gibi bir tek kışın uyumazmış. Bir bilmece sorarmış. Bilemezsen seni ısırırmış.” “Gizli Anlaşma” öyküsünde: “Çekirge kadın, yaşlı köstebek gibi yanağımdan makas aldı. Annemle sessizce bakıştılar. Kızağa bindik. İçeride taş bebekler, cam adamlar, kaplumbağa kadınlar oturuyor. Kimse konuşmuyor. Biz de konuşmadık.”

Yukarıda örnek verdiğimiz öykülerinizde masal dili, masal evreni, masal ögeleri........

© dibace.net


Get it on Google Play