Birkaç ay önce “Dünyanın Bütün Fıstıkları” adıyla bir romanınız yayımlandı. Okuru bol olur umarız. Roman iki kardeşin hesaplaşması, aile kurumu, köylüler, köylülerin psikoloji ve yaşamları, insanın doğaya karşı savaşı, doğayı tahribatı, doğanın intikamı gibi konuları işliyor. Neden kitabınıza “Dünyanın Bütün Fıstıkları” adını verdiniz? Neler söylersiniz “Dünyanın Bütün Fıstıkları” hakkında?

Kardeş kavgası yazmaya oturmuşken roman kanatlanıp uçtu, kentli-köylü, zengin-fakir, Doğu-Batı çatışmalarına kaydı. Bu kaymadan dolayı kardeşlik ekseni yara aldı da denemez, tam tersine, daha da güçlendi bence.

Romana isim seçerken hep çıkış noktamı düşündüm. Aklımda Arif Damar’ın şiir kitabı Alıcı Kuşu Kardeşliğin vardı. Çok güzel bir isim, muhteşem bir ifade değil mi? Tam da benim maksadımı anlatıyor. Ne ki ben bir türlü böylesi bir terkibe ulaşamadım. Bulduklarıma da ısınamadım. Sonunda pes edip dünyanın bütün fıstıklarına el sallayan bir isim seçtim romana.

Fıstık aslında lüzumsuzca genel bir isim. Birbiriyle alâkasız sayısız faklı türe fıstık ismini veriyoruz. Mecazi anlamı da var, malum. Çam fıstığına, kozalağın karnında saklanan o gizli kalmış hazineye selam göndermiş olduk. Fena mı?

Günümüzde çok fazla kitap yazılıyor ve yayımlanıyor. Birçok insan cebinden para vererek kitap bastırıyor. Herhangi bir tüketim nesnesi gibi kitaplar da her türlü festival, fuar, etkinlik tezgâhlarında satışa sunuluyor. Herhangi bir yemek ya da gıda fuarında, yerel lezzet festivallerinde kitap stantları kuruluyor. Sanki okumanın, yazmanın insan ruhunda yarattığı, yaratacağı asıl etki yerine benim de kitabım var, ben de yazarım diyerek kendini gösterme ya da yazılanlardan para kazanma gibi etkenler daha çok öne çıkıyor. Başar Başarır için yazmak neyi ifade ediyor? Neden ve nasıl yazıyorsunuz?

Şan, şöhret ya da para için yazmıyorum. Bunlar için yazmayı da kimseye tavsiye etmem. Ben mutlu olduğum, tatmin olduğum için yazıyorum. İşim benim bu. Yazmak ve okumak. Başka bir sanatım yok. Yazınca ben oluyorum. Bir manada tanrıların katına yükseliyor, yaratma sanrısına kapılıyorum. Ruhum göneniyor. Yazdıkça yazasım geliyor. “Neden”i budur. Daha ne diyeyim?

“Nasıl”ı biraz uzun. Sakin ve saklanarak yazıyorum. Araştırarak yazıyorum. Okuyarak, çok okuyarak, uzun okuyarak yazıyorum. Bir de sabır var. Sabrederek yazıyorum. Ha bir de öfke. Kızarak yazıyorum. Masamda oturup dünyaya, insanlara, her türlü iktidara teferruatlı bir şekilde sinirleniyorum.

“Dünyanın Bütün Fıstıkları”nda anlatıcı üçüncü tekil kişi. Bunun bir nedeni var mı?

Benim tercihim hep bu yönde. Kendimi daha rahat hissediyorum. “Ben anlatıcı”yı daima riskli bulmuşumdur. Okurun yazarın meramını anlatıcının sesiyle karıştırması gayet yaygın bir illüzyondur. Dolayısıyla Tanrı anlatıcı en güzeli, en neti.

Şunu da söylemem lazım, yazar ne karakterlerin ne de anlatıcının fikir, tavır, motivasyonlarından mesul değildir. Hatta bunları ortaya çıkarıp, olayları faş etmesi yazarı her şeyden önce bir nevi ihbarcı yapar ki karakterler bu duruma muhtemelen bozulmaktadır.

Seyfettin ve Aksel başkahramanlarımız. İki kardeşler. Hiçbir ortak noktaları yok. Aynı ana babadan meydana gelmiş olmalarına rağmen zıt iki kutup. Seyfettin İstanbul’dan kaçarak Ege’de bir yayla köyüne yerleşmiş, sakin, iddiasız, köyde çam fıstığı toplayarak hayatını devam ettiren büyük kardeş. Aksel plazalarda medya yöneticiliği yapmış beyaz yakalı. Başar Bey birbirine zıt bu iki kardeş hikâyesini güncel bir Habil Kabil anlatısı olarak okuyabilir miyiz? İyiyle kötünün mücadelesini iki kardeş üzerinden anlatan diğer metinlerden farkı var mı sizin romanınızın? Neler söylersiniz?

Hayır. En azından niyetim bu değildi. Çatışmanın iki keskin tarafı var, doğru. Ama bunlar iyi-kötü, doğru-yanlış, ahlâklı-yoz gibi ikiliklerle kodlanmamalı. Fazla indirgemeci bir bakış açısı olur bu. İki insan var, evet. Farklılar, evet. Her ikisinin de iyi yanları var, eksik kaldığı veçheler var. Doğru yaptıkları kadar yanlışa düştükleri yerler de var. İkisi de pür değil. Net değil.

Yazarken benim kafamdaki kodlamayı soracak olsaydınız size Doğu-Batı ikiliğinden söz ederdim. Seyfettin sakin. Ve fakat atalete esir düşmüş, yerleştiği köyün ritmine kapılmış. Adım atamıyor. Aksel hızlı, aksiyon adamı. Ama onun da değerleri, üst ilkeleri eksik. Hatta hiç yok. Bu iki kutup arasında gidip geliyor okur. Anlatıcı dili ipucu vermiyor, kardeş kavgasında taraf tutmuyor. Okuru mutlak bir seçim yapmaya zorlamadan her iki karaktere de kızmaya, ikisini de sevmeye davet ediyor. Şimdi nedir bu? Bu bildiğimiz hayatın simülasyonudur. Yaşarken de sevdiğimiz insanlara bazen kızmaz mıyız? Kızdığımız, sinir olduğumuz tiplere bazen acımaz mıyız?

Diğer metinleri tenzih ederek söylüyorum, ben kavganın tarafı değilim. Benim baktığım yerden, bu ülkede yaşayan herkes Doğu ile Batı arasında sıkışmıştır. Hepimiz hem Batılı hem de Doğuluyuz. Sadece terkibin ayarı değişir. Kırsaldaki belki daha Doğuludur, kentteki ortalamada daha Batılı. Ama nihayetinde herkes bir karışımın eseridir. Böyle bir mücadelede nasıl taraf tutabiliriz ki?

İki kardeşin şahsında aile kavramını, aile içi çatışmalarını, ebeveyn uyuşmazlığını, köylüler arasındaki çatışmaları da okuyoruz. Neler söylersiniz bu konularda?

Mutsuz aile, tatsız geçen çocukluk standart bir temadır. Çünkü bu dünya böyle. Ebeveyn kendi derdine düşmüştür. Çocuklar da hayatta kalabilmek için içgüdüsel olarak hep kendilerini düşünürler. Köylü kavgası da köye özgü değildir. Bütün insan topluluklarının kaderi böylesi itişmelerle, kopuşlarla örülür.

Roman bir seyahat. Bu yolculukta zaten bir sürü olağanüstü hadise ve insanla karşılaşırız. Bunların yanında olağanı temsil eden en sabit dekor ailedir, toplumdur. Romancı delilerden müteşekkil bir topluluğu anlatırken bile okura bazı referans noktaları bırakır ki meramını anlaşılsın. Bahçeye açılan kapılar gibi düşünmek lazım. Mutsuz aileyi ya da köy içi kavgayı gören okur gerçeklik bağını hemen kuracaktır. Bu kadarcık ipucu bile ön planda dönen fantastik dolapları algılamak için gereken köprüleri kurmaya yeter.

Seyfettin ve Aksel adlarından başlayarak bir farklılığa işaret ediyor. Seyfettin’in köye sığınışı, Aksel’in modern iş ortamlarında çalışması, medya yöneticiliği bu farklılığı güçlendiriyor. Seyfettin ve Aksel’den yola çıkarak kitabınızı geleneksel olanla modern olanın, klasikle çağdaş olanın mücadelesi, çatışması olarak ta okuyabilir miyiz?

İsabet buyurdunuz efendim. Az önce ben Doğu-Batı diye açıklarken tam da bunu kastediyordum.

Romanınızda ironik bir dil var. Çok sıkı bir medya eleştirisi ironik bir dille yapılıyor. Neler söylersiniz? Ayrıca plazalarda, steril ortamlarda, villalarda, İtalya’da yaşayan ve abisi Seyfettin’i beğenmeyen ama işini, prestijini kaybedince yine ona sığınan, köyde yaşayan, hastalanınca geleneksel hekimlik yöntemleriyle iyileşen Aksel’in bu ikinci yaşamında roman yazarı tercihini modern yaşam yerine geleneksel olan köyden yana yapıyor diyebilir miyiz?

Hayır, öyle bir tercih söz konusu değil. Yani kimseye şehri bırakıp kıra yönelmesini falan tavsiye etmiyorum. Asla haddim değil, meramım da…

Zaten romana bakarsak Aksel tam olarak iyileşmiyor. Belki de şöyle diyebiliriz: Hastalığın akut semptomları tedavi edilirken kronik kısmı olduğu gibi kalıyor ve ilk fırsatta nüksediyor. Gerçekten iyileşmek için köye yerleşmesi, köyden hiç çıkmaması gerek. Bunu yapsaydı, belki o zaman Seyfi gibi yeni bir ruha kavuşabilirdi. Meryem Ana’nın yardımıyla elbette, yine kendi başına olmaz. Fakat Aksel o adam değil ki. Yerinde duramaz. Sabredemez. Vazgeçemez.

Şu da var: Aradan geçen yirmi yılın sonunda Seyfi de hâlâ bir yaban adam. Zeytinyağı nasıl limon suyuyla karışmıyorsa, kentli de köylüyle harman olmuyor kolay kolay.

Yazarın tercihi nedir diye sorarsanız bütün canlılar kendi doğal ortamlarında yaşamaya kodludur. Dolayısıyla efsaneyi hatırlayalım: “Zigana Dağlarında portakal ağacı yetişmez.”

Romanınız köy hayatını, köyde yaşayan insanların düşüncelerini ve gündelik yaşamlarını çok başarılı bir şekilde anlatıyor. Köyde yaşayan, içerden biri gibi anlatıyorsunuz köyü. Köyde yaşadınız mı? Bu kadar bilgiyi nasıl elde ettiniz? Bir dönem sinema ve edebiyat dünyamızda köy çok öndeydi. Kitabınıza köy sinema ve roman geleneğine bir gönderme diyebilir miyiz?

Hiç köyde yaşamadım. 53 yıl önce İstanbul’da doğdum, bir yıl Londra hariç evim daima bu şehir oldu. Lakin söylediğinize katılırım, benim yazdığım bir çeşit yeni nesil köy romanı sayılabilir. Elbette ki yarım asır öncesinin formunda ve içeriğinde değil. Ancak onlardan beslenen, o geleneğin nehrine katılan, oraya dökülen bir çaba.

Köyü yazabilmek için köylü olmak gerektiği fikri geçmişte de çok tartışılmış. Özellikle Köy Enstitüsü mezunu köy kökenli genç öğretmenler (Fakir Başkurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal filan) bu görüştedir. Hatta 1960 yılında bu üçlü Orhan Kemal ve Kemal Tahir ile bir oturum düzenleyip konuyu tartışır. Kemal Tahir bu nevi iddialara asla pabuç bırakmaz. Onun söylediklerini hatırlatmak isterim:

“Eğer köyden yetişenler köyü, şehirden yetişenler şehri yazacaklarsa bu, doğrudan doğruya hatıra yazmak olur, roman yazmak olmaz. (…) Romancı o adamdır ki, gidip on dakika gördüğü bir yerden eski hazırlıklarıyla, kültürüyle bir roman çıkarır.”

Romanda dikkat çeken karakterlerden biri be Meryem Ana. Köyde saygı duyulan, sözü dinlenen, hastalananlara şifa sunan birisi. Geleneksel yöntemlerle hastaları iyileştiren otacı, kadın şamanların günümüzdeki temsilcisi. Meryem Ana karakteriyle ne anlatmak istediniz?

Kadınların ne kadar dengede ve muktedir, erkeklerinse ne denli zayıf ve dalgalı olduğunu hiçbir zaman aklımdan çıkarmam. Meryem Ana benim için bir roman karakteri değil, hayatı ve iyiliği temsil ediyor. Romanda “mutlak iyi”ye en yakın karakter o. Ellerine sarılıp öpesim var. Ah bir bulsam…

Roman karakterlerinden biri de Hacı Veli. Kulaktan dolma bilgilerle dini önderlik yapan biri. Menfaatçi… Neden böyle bir karaktere kurguda yer verdiniz? Hacı Veli’den bahseder misiniz?

Günümüzü temsil eden kişidir Hacı Veli. Din temelli aldatmacaların yükselen değere dönüşmesine karşı duyduğum öfkenin dışavurumudur.

Romanın önemli mekânlarından Dağyüzü Ege’nin yaylarından biri. Çam romanları, temiz hava, bu gibi sular… İnsanlar çamfıstığı toplayıp onu satarak geçiniyor. Doğal yaşamın bütünüyle hissedildiği bir yer burası. Aksel buraya gelene kadar insanlar doğayla iç içe yaşıyor. Aksel’in çıkarcı, sonsuzca kazanma hırsı, doğayla bir arada yaşamak yerine doğaya savaş açma anlayışı sonucu Dağyüzü madencilerin yağmasına bırakılır. Ağaçlar kesilir, taş ocağı açılır, doğa tahrip edilir. Aslında burada anlatılanları sürekli yaşıyoruz. Dere yataklarına yapılan evler, betonlaşma, ayak basacak toprak kalmaması, çarpık kentleşme… Neler söylersiniz bu konularda?

Maalesef haklısınız. Son yıllarda bu ülkenin kaderi oldu bu katliamlar. Karadeniz dereleri, Kazdağı ormanları derken ben romanı yazıp bitirdikten sonra Akbelen hadisesi patladı. Korkarım benzeri haberleri, felaketleri daha da fazla duyacağız. Dünyanın pek çok ülkesinde insanoğlu çocukça bir para hırsıyla tabiata zarar vermeye devam ediyor. Bizim ülkemiz de bu yarışta epey önde maalesef. Kısa dönemli ve gayet manasız çıkarlar, küçük meblağlar uğruna bütün ekosistem katlediliyor. Buna göz yummak ya da aracı olmak için kalpsiz olmak yetmez zannımca.

Ülkeyi yönetenler başta olmak üzere, madencilik, taşçılık, mermercilik vs ile uğraşan her türlü ticaret erbabını bir an önce akla, mantığa ve ferasete davet etmek isterim. Çünkü tabiatın gazabı çok ağır olacaktır.

Meryem Ana Vildan’a: “Erkek dediğin sel gibidir kızım, akar gider. Biz akmayı değil dolmayı biliriz. Kadınlar göldür, birikir.” Eril kültürün egemen olduğu bir toplumda bu sözle ne anlatmak istiyorsunuz?

Kusura bakmayın, bu düzeyde açıklama bana fazla geliyor. O kadarını da okura bırakma taraftarıyım. Yazdığımı daha fazla izah etmekten acizim efendim.

Bize vakit ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Başar BAŞARIR

Aldığı Ödüller

Bunu paylaş:

QOSHE - Başarır: “Roman Bir Seyahat. Bu Yolculukta Bir Sürü Olağanüstü Hadise Ve İnsanla Karşılaşırız.” - Muaz Ergü
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Başarır: “Roman Bir Seyahat. Bu Yolculukta Bir Sürü Olağanüstü Hadise Ve İnsanla Karşılaşırız.”

29 1
14.12.2023

Birkaç ay önce “Dünyanın Bütün Fıstıkları” adıyla bir romanınız yayımlandı. Okuru bol olur umarız. Roman iki kardeşin hesaplaşması, aile kurumu, köylüler, köylülerin psikoloji ve yaşamları, insanın doğaya karşı savaşı, doğayı tahribatı, doğanın intikamı gibi konuları işliyor. Neden kitabınıza “Dünyanın Bütün Fıstıkları” adını verdiniz? Neler söylersiniz “Dünyanın Bütün Fıstıkları” hakkında?

Kardeş kavgası yazmaya oturmuşken roman kanatlanıp uçtu, kentli-köylü, zengin-fakir, Doğu-Batı çatışmalarına kaydı. Bu kaymadan dolayı kardeşlik ekseni yara aldı da denemez, tam tersine, daha da güçlendi bence.

Romana isim seçerken hep çıkış noktamı düşündüm. Aklımda Arif Damar’ın şiir kitabı Alıcı Kuşu Kardeşliğin vardı. Çok güzel bir isim, muhteşem bir ifade değil mi? Tam da benim maksadımı anlatıyor. Ne ki ben bir türlü böylesi bir terkibe ulaşamadım. Bulduklarıma da ısınamadım. Sonunda pes edip dünyanın bütün fıstıklarına el sallayan bir isim seçtim romana.

Fıstık aslında lüzumsuzca genel bir isim. Birbiriyle alâkasız sayısız faklı türe fıstık ismini veriyoruz. Mecazi anlamı da var, malum. Çam fıstığına, kozalağın karnında saklanan o gizli kalmış hazineye selam göndermiş olduk. Fena mı?

Günümüzde çok fazla kitap yazılıyor ve yayımlanıyor. Birçok insan cebinden para vererek kitap bastırıyor. Herhangi bir tüketim nesnesi gibi kitaplar da her türlü festival, fuar, etkinlik tezgâhlarında satışa sunuluyor. Herhangi bir yemek ya da gıda fuarında, yerel lezzet festivallerinde kitap stantları kuruluyor. Sanki okumanın, yazmanın insan ruhunda yarattığı, yaratacağı asıl etki yerine benim de kitabım var, ben de yazarım diyerek kendini gösterme ya da yazılanlardan para kazanma gibi etkenler daha çok öne çıkıyor. Başar Başarır için yazmak neyi ifade ediyor? Neden ve nasıl yazıyorsunuz?

Şan, şöhret ya da para için yazmıyorum. Bunlar için yazmayı da kimseye tavsiye etmem. Ben mutlu olduğum, tatmin olduğum için yazıyorum. İşim benim bu. Yazmak ve okumak. Başka bir sanatım yok. Yazınca ben oluyorum. Bir manada tanrıların katına yükseliyor, yaratma sanrısına kapılıyorum. Ruhum göneniyor. Yazdıkça yazasım geliyor. “Neden”i budur. Daha ne diyeyim?

“Nasıl”ı biraz uzun. Sakin ve saklanarak yazıyorum. Araştırarak yazıyorum. Okuyarak, çok okuyarak, uzun okuyarak yazıyorum. Bir de sabır var. Sabrederek yazıyorum. Ha bir de öfke. Kızarak yazıyorum. Masamda oturup dünyaya, insanlara, her türlü iktidara teferruatlı bir şekilde sinirleniyorum.

“Dünyanın Bütün Fıstıkları”nda anlatıcı üçüncü tekil kişi. Bunun bir nedeni var mı?

Benim tercihim hep bu yönde. Kendimi daha rahat hissediyorum. “Ben anlatıcı”yı daima riskli bulmuşumdur. Okurun yazarın meramını anlatıcının sesiyle karıştırması gayet yaygın bir illüzyondur. Dolayısıyla Tanrı anlatıcı en güzeli, en neti.

Şunu da söylemem lazım, yazar ne karakterlerin ne de anlatıcının fikir, tavır, motivasyonlarından mesul değildir. Hatta bunları ortaya çıkarıp, olayları faş etmesi yazarı her şeyden önce bir nevi ihbarcı yapar ki karakterler bu duruma muhtemelen bozulmaktadır.

Seyfettin ve Aksel başkahramanlarımız. İki kardeşler. Hiçbir ortak noktaları yok. Aynı ana babadan meydana gelmiş olmalarına rağmen zıt iki kutup. Seyfettin İstanbul’dan kaçarak Ege’de bir yayla köyüne yerleşmiş, sakin, iddiasız, köyde çam fıstığı toplayarak hayatını devam ettiren büyük kardeş. Aksel plazalarda medya yöneticiliği yapmış beyaz yakalı. Başar Bey birbirine zıt bu iki kardeş hikâyesini güncel bir Habil Kabil anlatısı olarak okuyabilir miyiz? İyiyle kötünün mücadelesini iki kardeş üzerinden anlatan diğer metinlerden farkı var mı sizin romanınızın? Neler söylersiniz?

Hayır. En azından niyetim bu değildi. Çatışmanın iki keskin tarafı var, doğru. Ama bunlar iyi-kötü, doğru-yanlış, ahlâklı-yoz gibi ikiliklerle kodlanmamalı. Fazla indirgemeci bir bakış açısı olur bu. İki insan var, evet. Farklılar, evet. Her ikisinin de iyi yanları var, eksik kaldığı veçheler var. Doğru yaptıkları kadar yanlışa düştükleri yerler de var. İkisi de pür değil. Net değil.

Yazarken benim kafamdaki kodlamayı soracak olsaydınız size Doğu-Batı ikiliğinden söz ederdim. Seyfettin sakin. Ve fakat atalete esir........

© dibace.net


Get it on Google Play