“Köhne” son romanınız. Okuru bol olur umarız. Öncelikle kitabınızın adından başlamak isteriz. Neden “Köhne”? Bu ad neyi karşılıyor?

Bu adın romanın genel atmosferine uygun olduğunu okuyanlar göreceklerdir. Romanın bir bölümünde anılan bir kasaba var, onun da adı Köhne. Ama bu köhnelik romanın diğer mekânları ve anlatıya konu olan tüm yaşantılar için de geçerli.

Romanda bol miktarda eylemsi (sıfat fiil, zarf fiil…) kullanıyorsunuz. Bu durum metne hareketli bir görüntü sağlıyor. Aynı zamanda “kırk dereden su getirmek, başında kavak yelleri esmek, yağlı kapıya konmak (yağlı kapıya gelin gitmek), ana bir bacı iki gerisine salla siki, kuş olup uçmak, ayvayı yemek…”gibi deyim ve atasözlerini de kullanarak metinlerinizde bir ritim oluşturuyorsunuz. Sözcüklerin bir ses değeri varken sizin metinlerinizde cümlelerin de ses değeri taşıdıklarını görüyoruz. Sözcüklerin ses değeri varken, cümlelerin de ses değeri taşıdıklarını görüyoruz. Burada bir anlatım tekniğinden söz edebilir miyiz ya da bu bir bilinçaltı ritmi mi?

Çok güzel bir soru. Benim peşinde olduğum da bu teknik, bu ritim. Çünkü daha ilk cümleden okuru yakalamak, ilgisini çekmek ve hikâyenize onu inandırmak zorundasınız. Okuru avucunuzun içine almak için elinizde kelimeler ve dolayısıyla cümleler var. Cümleler dediğinizde onun üzerine eğilmeniz, önüne arkasına bakmanız gerekir. Okur, bu aşamada anlam aramaya başlar. Yazarın yaratmak istediği anlamın peşine düşer. Böylece metnin ruhuna yaklaşır. Metnin ana unsurlarından olan karakterlere ulaşmak böyle gerçekleşir. Onlar, size kendilerini anlatmak için hikâyelerini yaşamaya, kendilerini anlatmaya, kısacası konuşmaya başlarlar.

Yazar, bu aşamada, kimi zaman onların yanında, kimi zaman da biraz uzak, her şeyi görüp gözeteceği bir mesafede durarak onları dinlemeye, anlamaya başladığında karakterlerin yaşama biçimleri, konuşma tarzları, hayatlarını sürdürürken yaslandıkları her şey birer birer gözümüzün önüne gelmeye başlar. Benim anlattığım karakterler böyle konuşuyorlar, bizim insanımızın genel yapısı bu. Ben de konuşurken atasözleri ve deyimler ben farkında olmadan, onları çağırmadan gelip elimden tutuyorlar.

Kurmacalarda, özellikle romanda hemen hemen dünyanın bütün edebiyatlarında var olan klasik tiplerin (Patron, polis, esnaf, devlet memuru, öğrenci, köylü tipi…) derinlemesine işlenmesi ve çok yönlü anlatılmasıyla karakter ortaya çıkar. Romanınızda çok da alışık olmadığımız bir erkek figürü, karakteri var: Klasik Türk ailesinde karısına yardım eden, hatta daha da ileriye gidip el işi yapan, örgü ören, sarma saran, bulaşık yıkayan, ekmek yapan, kadınlarla toplanıp muhabbet eden, elinden her iş gelen erkek tipine pek rastlanmaz. Sizin romanınızda yarattığınız Şakir Türk karakter yapısına aykırı. Yukarıda söylediğimiz her şeyi yapıyor. Söz konusu Şakir karakterini yaratmadaki amacınız neydi, bu karakterin sembolize ettiği bir arka plan sorunsalı var mı?

Şakir, tam da böyle bir karakter olduğu için romana girdi. Çok haklısınız, Şakir, edebiyatımızda alışık olmadığımız bir tip. Anadolu’da neredeyse kaç-göçün olduğu bir dönemde kadınların arasında böyle bir erkek tipi yadırganabilir ilk başta. Ama böyle insanlar hep vardı, var ve olmaya devam edecek. Tıpkı kadın adının önüne “erkek” takısının getirildiği gibi bunun tersinin de erkekler için uygulandığını biliyoruz. Çocukluğumdan hatırlıyorum, isminin önüne “Kız” lakabı takılan erkek komşularımız vardı örneğin. Anadolu insanı bunu kendi içinde eritecek, hoş görecek ve normal karşılayacak bir anlayışa sahipti bir zamanlar.

Edebi eserin ana unsurları (olay, olgu, mekân, zaman, şahıs kadrosu…) arasındaki uyumun sağlanabilmesi onları bir altın oranda buluşturmakla gerçekleşir. Edebi eserde işlevsiz nesne olmamalıdır. Çehov’un tiyatro için söylediği malum “sahnede bir silah varsa patlamalıdır” sözünde olduğu gibi, öykü ve romanda da bu kural geçerlidir. “Köhne” romanında geçen loş, karanlık, dar ve uzun bakkal dükkânının betimlemesinden sonra yazarın, bu mekânı bilinçli tasarladığını ve burada çok da hayırlı olmayan olaylar gerçekleşeceğini tahmin etmek zor değil. Özellikle Dostoyevski romanlarında rastladığımız kahramanın psikolojisine paralel mekân betimleme tekniği sizin romanınızda da gayet başarılı kullanılmış. Bu cümleden olarak benzer kullanımlara kahramanların adlarının seçiminde de rastlanılırken sizin art niyetli kahramanınız bakkala, kale muhafızı, koruyucu anlamına gelen Feramuz adını vermeniz bir çelişki değil mi? Ad seçimlerinde kahraman adlarının konuyla bütünlük arz etmesine dikkat ediyor musunuz?

Bir kurmaca metinde noktalama işaretlerinden kelimeyi oluşturan harflere varıncaya kadar her unsur önemli olduğu gibi karakterlere verilen adlar da son derece önemlidir. Gündelik hayatta kulağıma çarpan farklı, ilginç adları not ederim. Bir metne başladığımda karakter adlarını seçerken bu notlar bana yol gösterir. Yazı hayatı dışında da kişi adları ilgimi çeker. Neden bilmem, tanıştığım kişilerin adlarını aklımda tutamam ya da karıştırırım. Her ne nedenle olursa olsun kişi adları zihnimde ayrı yer tutar ve bu yüzden yazdıklarıma yansır. Son öykü kitabım Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’daki “Yedi Kaleminen Yazı Yazarım” adlı öyküde, doğacak oğlunun adını “Keykubat” koymak isteyen bir adamın karısıyla yaşadıkları gerilimli duruma anlatmıştım. Yine bu kitaptaki “Furkan” ve “Nisa” başlıklı karakterleriyle aynı adı taşıyan öykülerdeki bu adlara yirmi-otuz yıl önce yazdığım kitaplarda rastlanmaz. Zamanla, değişen hayat biçimleriyle birlikte kişi adları da değişiyor. Yörelere göre bile adlar farklılıklar gösteriyor biliyorsunuz.

“Köhne”deki kişi adları da anlattığım dönem ve bölgeyle ilgili. Okuyucunun öykü ya da roman karakteri hakkında bir fikre sahip olması ilk başta onun adıyla olur. Adını okur okumaz onun hakkında, sosyal konuma, kültürel çevresi, aile yapısı vb. konulara ilişkin ilk izlenimler kafamızda oluşur. Yani bir bakıma kaderleri adlarına bağlanmıştır çoktan. Feramuz adının onun karakteri ve yapıp ettikleriyle ilgili çelişkiye gelince, evet, bilerek yaptım, çünkü çocuklarımıza adlarını koyarken onların bizim istediğimiz gibi bireyler olacaklarını, “adlarının hakkını vereceklerini” zannederek büyük bir yanılgıya düşüyoruz. Adların o kişinin karakteriyle bağlantılı olmasını arzu ediyor olabilir ebeveynler. Çocuğuna Fatih adını koyuyor babası ama çocuk hiç te “Fatih” gibi olmayabiliyor. Adı Muhammet kendi ateist olan çok insan var örneğin. “Köhne”deki karakter adlarına baktığımızda bile anlatılacak ana hikâye ve ele alınacak konuya ilişkin ilk bilgilere ulaşabileceğimizi düşünüyorum.

Romanınızda Gök Halit karakteri üzerinden geleneksel şifa yöntemleri (sülükle pis kanı temizlemek, damdan düşüp kemikleri kırılan birini koyun postuna sarıp tedavi etmek, soğuktan donan birini ahırda koyunların gübresine gömüp iyileştirmek…) de kullanıyorsunuz. En göze çarpan da Gök Halit’in tosbağa eti yedirerek Eşref’i iyileştirmesi. Neden böyle bir geleneksel tedavi yöntemi kullandınız romanınızda?

Anlattığım dönem, sosyal yapı ve coğrafyayla ilgili bu. Yoksulların hayatla başa çıkma mücadelelerinin bir parçası. Geleneksel kültür de burada çok önemli bir rol oynuyor. Benim de birebir tanık olduğum bu çeşit tedavi yöntemleri yakın zamanlara kadar bu topraklarda yaşanan hayatlarda silinmeyecek izler bırakmıştır.

Tosbağa işlevsel bir nesne olarak göze çarpıyor. Mitolojik bir anlamı var tosbağanın: Tosbağa mitolojik olarak devletin gücünü, koruyuculuğu, ölümsüzlüğü, bilgeliği, mutluluğu, sabrı, azmi, istikrarı, sonsuzluğu ve benzeri birçok konuyu temsil eder. Bizde bir de Osmanlı son döneminin ressamlarından Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyeci” tablosu var. O tablo aynı zamanda Osmanlının geri kalmışlığını da simgeliyor. Siz de romanda köylünün geri kalmışlığını, kaplumbağanın mitolojik anlamının aksi bir rol üstlendiğini mi göstermek istiyorsunuz?

Mitolojideki anlamını öncelemedim. Ben tosbağalara acırım. Talihsiz hayvanlar olduklarını düşünürüm. Çıkamayacakları bir hapishanede yaşamaya mahkûmdurlar. Hem de uzun, çok uzun bir süre. Tosbağalarla ilgili bir söz vardır, derler ki: “Tosbağayı kovmuşlar, o bağ olmazsa şu bağ olur, demiş.” Bizim insanımız da köyden kasabaya gelmiş, bakmış olmuyor, şehre gelmiş. Orada da tutunamayınca büyük şehre dikmiş gözünü. Kendi hapishanelerini yani yoksulluklarını gittikleri her yere götürmüşler. İşin en kötüsü, bu hapishanenin, yoksulluğun farkında değiller. Normal olan oymuş gibi geliyor onlara. Sessizce sevilen bir yoksulluk. Acınası bir durum elbette. Ama tosbağanın sesi çıkmadığı için ne düşündüğünü bilmiyoruz.

“Köhne”de neredeyse bütün kahramanların lakapları var: Gök Halit, Battal Ağa, Yirik Recep, Cinci Binali, Nail Çavuş, Deli Yıldırım, Nuru Ağa, Penpe Karı, Tuturuk Adil, Arpacı Muharrem, Deli Zelha, Taşçı Mustafa, Deli Şahinde, Pırtıcı İbrahim, Dondurmacı Zabit, Sarı Pipi, Kelleci Mikail… Lakap kullanma maksadınız nedir? Bu tarz lakapların romanın mesajının anlaşılmasında bir işlevi var mı?

Romanda yaratılan zaman, mekân ve genel atmosferin gerçeklik duygusunu kuvvetlendirmesi bu tür ayrıntıların metne yedirilmesi ile doğrudan alakalıdır. Lakapla birlikte adı geçen kişinin mesleği, toplumdaki konumu, mizacı hakkında, yazar henüz hiçbir şey söylememesine rağmen bilgi sahibi oluruz. Ayrıca bizim insanımız sever lakap takmayı. “Yiğit namıyla anılır” derler.

Feramuz, Döndü, Eşref, Şakir, Güver, Kumru, Fakı, Cevcet, Aşır, Nazile, Selver, Tural… Kahramanlarınızdan bazılarının adı. Bu adlar belli yörelerde çok kullanılıyor. “Cımcılık olmuşsun, işlengi, tirendaz, pırlımpıt, gerneşen, horanta, göbel, pırtıcı, avrat, türemeyesice, kele bacım, dek durmaz, it sıçsın senin o aklına, gecgere, beli bıkını ağrımıştır yata yata, savak bu…” gibi sözcük ve sözcük öbekleri yer alıyor romanınızda. Belirttiğimiz ad ve sözcükleri kullanmaktaki maksadınız nedir?

Adların sıradan olmamasına, dikkat çekip akılda kalmasına önem veririm her zaman. Bakın, sizin de dikkatinizi çekmiş. Diğer sözlere gelince: Bizim insanımız, hadi kapsamı daraltarak söyleyeyim, benim burada anlatmaya çalıştığım insanlar böyle konuşuyor; hayatlarını bu sözcükleri, bu söyleyiş biçimini kullanarak sürdürdüler, sürdürüyorlar. Bu sözcüklerin bir kısmı kullanımdan düşmüş olabilir ama sözlüklerde var. El arabası yokken gecgere vardı, ben kullandım. Belli bir dönemi anlatıyorken o dönemin diline gitmek zorundadır bir yazar. Dilimiz bu kadar zenginken yoksulmuşuz gibi davranmanın anlamı yok.

Romanınızda kısıtlı mekânlara çok karakter yerleştiriyorsunuz. Bunu ustalıkla yaptığınızı, göze batan hiçbir noktanın olmadığını görüyoruz. Bütün karakterleri olayların içinde tutabiliyorsunuz. Yoksul, itilmiş, köyden kentin gecekondularına göçmüş insanları anlatıyorsunuz. Çok ağır toplumsal koşulları masalsı bir dille yumuşatıyorsunuz. Hatta romanda Keloğlan hikâyeleri bile dinliyoruz. Romanınızın mekân yönüne dair neler söylersiniz? Sözlü kültürle alakanız nasıl? Bahseder misiniz?

Üç kuşağın hikâyesini anlatmaya çalıştım bu romanda. Köyde başlayıp küçük şehirde varlığını sürdüren ve Ankara’nın gecekondularında devam eden hayatlar… Hayâlî’nin, “Ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” dediği gibi, içinde bulundukları ağır toplumsal koşullara karşı körleşmiştir bu insanlar. Sorgulamaya geç de olsa başladıklarında, Selver karakterinin yaşadığı dönüşümün kapısında buluruz kendimizi.

Romanda çok karakter olduğu konusunda haklısınız. İpin ucunu kaçırmamak kolay olmadı. Onları yaşadıkları mekânların ayrıntıları içinde ele almak zorundaydım. Köy çocuğu olmadığım, köyde hiç yaşamadığımdan o sahneleri yazabilmek için köy romanları okudum yeniden. Gecekonduları ise öğrenciliğimden bilirim. Anlattığım insanları da yakından tanırım. Sözlü kültürle de aram iyidir, ayrıca araştırma yaparım bu konularda. Bazen bir cümle yazabilmek için birkaç kitap okuduğum olur.

“Köhne”de “Çek git gâvurun dölü, avradını kestiğimin dürzüsü, bu uyuz it nerden bulmuş parayı, it sıçsın senin o aklına, it takkeyi neylesin…” gibi argo sözler de kullanılıyor. Argo kullanmadaki maksadınız neydi?

Bu romanı yazarken fark ettiğim bir şey oldu: Köpekle yani it sözcüğü ile ilgili ne çok deyim, söz öbeği varmış meğer. Neredeyse her duruma ilişkin, bu sözcüğü içinde barındıran bir benzetme yapmışız. Ben de bunları yazarken, anlattığım karakter konuşmaya başlayınca yetiştiğim kültürün, zihnimin derinlerinde kalan konuşma dilinin, sözcüklerin yüzeye çıktığını, bana kendilerini hatırlattıklarını ayrımsadım. Romandaki karakterlerin sahiciliği, canlılığı konuşma biçimleriyle de doğrudan ilgili. İnsanlar gündelik yaşantılarında öyle konuşuyor, hayatlarını öyle sürdürüyorlar. Cemil Meriç’in dediği gibi, argo, yaralı vicdanların sesi, günahları gizleyen peçe ve korkunun ördüğü duvar… Aynı zamanda her ülkenin, her kültürün dili…

Roman ve öykülerde bir anlatım tekniği olarak kullanılan mevcut sahneyi kesip geçmiş bir zamana dönme, düz bir zamansal çizgide ilerlemeyip geriye dönüşlerle metni devam ettirme tekniğini siz de “Köhne”de başarıyla kullanıyorsunuz. Romanın başında bahsedilen Feramuz’un ilk ölmesinin anlamını neredeyse romanın sonunda anlayabiliyoruz. Ankara’da bir gecekondu bahçesinde karakterler sohbet ederken birden onların köydeki çocukluklarına dönüyoruz. “Köhne”de zamanın kurguya dâhil edilişi hakkında neler söylersiniz?

Romanın kurgusu beni en zorlayan, uğraştıran konulardan biri oldu. Hikâyenin Feramuz’la başlayıp yine onunla bitmesi çemberin tamamlanması açısından önemliydi. Zamansal düz çizgidense ileri ve geri sıçramalarla metni yürütmek ritmi artırdığı gibi merak duygusunu da kamçılıyor. Yazarın, zamanı avucunda tutma becerisi metnin gerçekliğini artıran bir unsur.

Romanda dikkat çekici metaforlardan biri de yılan. Yağız’ın bahçede yılan görmesi ya da yılanı hatırlaması, Döndü’nün gece su içmeye kalktığında kovada bir yılan olduğunu ve o yılanı yuttuğunu iddia etmesi, özellikle Cevcet’in köye annesini öldürmeye giderken yürüdüğü her yerde yılana rastlamak korkusuyla irkilmesi, sürekli yılan var korkusu ve endişesi yaşaması… Yılan, bir motif olarak ilkçağlardan itibaren pek çok medeniyetin sanat, bilim, edebiyat gibi çeşitli alanlarında sonsuzluk, ölümsüzlük, yeniden canlanma, korku gibi sembollerin karşılığı olarak yer almıştır. Sizin metninizde yılan neyi simgeliyor? Ne anlatılmak isteniyor yılan metaforuyla?

Haklısınız, yılan her çağda, medeniyette, her alanda var. Anadolu’da önemli bir imge. Biz onu zihnimizde yeniden şekillendirip dönüştürüyoruz. Romanda da anlatıldığı gibi, kimi zaman hayatın olağan bir parçası, kimi zaman da bir korku unsuru olabiliyor. Köhne’de, Cevcet, annesini öldürmekten m, korkuyor, yılandan mı? Okur karar verecek buna.

Romanınızda az da olsa abdallara da yer veriyorsunuz. Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş… Düğünlerde çalıp söyleyen, köçek olup oynayan abdallar… Ayrıca kahramanlarınızdan Selver türkü seviyor. Radyoda türkü çalınca eşlik ediyor. Yeşil Ayna… “kendime münasip yâr bulamadım sen sefa geldin.” türküsü. Sizin türkülerle aranız nasıl? Dinler, söyler misiniz?

Dinlerim de söyleyemem. Türküleri, bozlakları çok severim. Yazarken de, yazdığım metnin ruhuna uygun müzikler dinlerim. Ben abdalların çaldığı, -evet, düğünde çalmak değil, düğün çalmak derler- düğünleri gözlemleyerek büyüdüm. (Böyle diyorum çünkü oynamayı da beceremem.) Köhne’nin kahramanlarının düğününü Muharrem ve Neşet Ertaş çalıyor romanda. Tanınmadan önce ikisinin de böyle bir hikâyesi var. “Yeşil Ayna” türküsünün de romana yakıştığını düşünüyorum.

Teşekkür ederiz.

Muaz ERGÜ

Ethem BARAN

QOSHE - Baran: “Köhne… Köhnelik Roman Mekânları ve Anlatıdaki Tüm Yaşamlar İçin De Geçerli.” - Muaz Ergü
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Baran: “Köhne… Köhnelik Roman Mekânları ve Anlatıdaki Tüm Yaşamlar İçin De Geçerli.”

5 0
24.02.2024

“Köhne” son romanınız. Okuru bol olur umarız. Öncelikle kitabınızın adından başlamak isteriz. Neden “Köhne”? Bu ad neyi karşılıyor?

Bu adın romanın genel atmosferine uygun olduğunu okuyanlar göreceklerdir. Romanın bir bölümünde anılan bir kasaba var, onun da adı Köhne. Ama bu köhnelik romanın diğer mekânları ve anlatıya konu olan tüm yaşantılar için de geçerli.

Romanda bol miktarda eylemsi (sıfat fiil, zarf fiil…) kullanıyorsunuz. Bu durum metne hareketli bir görüntü sağlıyor. Aynı zamanda “kırk dereden su getirmek, başında kavak yelleri esmek, yağlı kapıya konmak (yağlı kapıya gelin gitmek), ana bir bacı iki gerisine salla siki, kuş olup uçmak, ayvayı yemek…”gibi deyim ve atasözlerini de kullanarak metinlerinizde bir ritim oluşturuyorsunuz. Sözcüklerin bir ses değeri varken sizin metinlerinizde cümlelerin de ses değeri taşıdıklarını görüyoruz. Sözcüklerin ses değeri varken, cümlelerin de ses değeri taşıdıklarını görüyoruz. Burada bir anlatım tekniğinden söz edebilir miyiz ya da bu bir bilinçaltı ritmi mi?

Çok güzel bir soru. Benim peşinde olduğum da bu teknik, bu ritim. Çünkü daha ilk cümleden okuru yakalamak, ilgisini çekmek ve hikâyenize onu inandırmak zorundasınız. Okuru avucunuzun içine almak için elinizde kelimeler ve dolayısıyla cümleler var. Cümleler dediğinizde onun üzerine eğilmeniz, önüne arkasına bakmanız gerekir. Okur, bu aşamada anlam aramaya başlar. Yazarın yaratmak istediği anlamın peşine düşer. Böylece metnin ruhuna yaklaşır. Metnin ana unsurlarından olan karakterlere ulaşmak böyle gerçekleşir. Onlar, size kendilerini anlatmak için hikâyelerini yaşamaya, kendilerini anlatmaya, kısacası konuşmaya başlarlar.

Yazar, bu aşamada, kimi zaman onların yanında, kimi zaman da biraz uzak, her şeyi görüp gözeteceği bir mesafede durarak onları dinlemeye, anlamaya başladığında karakterlerin yaşama biçimleri, konuşma tarzları, hayatlarını sürdürürken yaslandıkları her şey birer birer gözümüzün önüne gelmeye başlar. Benim anlattığım karakterler böyle konuşuyorlar, bizim insanımızın genel yapısı bu. Ben de konuşurken atasözleri ve deyimler ben farkında olmadan, onları çağırmadan gelip elimden tutuyorlar.

Kurmacalarda, özellikle romanda hemen hemen dünyanın bütün edebiyatlarında var olan klasik tiplerin (Patron, polis, esnaf, devlet memuru, öğrenci, köylü tipi…) derinlemesine işlenmesi ve çok yönlü anlatılmasıyla karakter ortaya çıkar. Romanınızda çok da alışık olmadığımız bir erkek figürü, karakteri var: Klasik Türk ailesinde karısına yardım eden, hatta daha da ileriye gidip el işi yapan, örgü ören, sarma saran, bulaşık yıkayan, ekmek yapan, kadınlarla toplanıp muhabbet eden, elinden her iş gelen erkek tipine pek rastlanmaz. Sizin romanınızda yarattığınız Şakir Türk karakter yapısına aykırı. Yukarıda söylediğimiz her şeyi yapıyor. Söz konusu Şakir karakterini yaratmadaki amacınız neydi, bu karakterin sembolize ettiği bir arka plan sorunsalı var mı?

Şakir, tam da böyle bir karakter olduğu için romana girdi. Çok haklısınız, Şakir, edebiyatımızda alışık olmadığımız bir tip. Anadolu’da neredeyse kaç-göçün olduğu bir dönemde kadınların arasında böyle bir erkek tipi yadırganabilir ilk başta. Ama böyle insanlar hep vardı, var ve olmaya devam edecek. Tıpkı kadın adının önüne “erkek” takısının getirildiği gibi bunun tersinin de erkekler için uygulandığını biliyoruz. Çocukluğumdan hatırlıyorum, isminin önüne “Kız” lakabı takılan erkek komşularımız vardı örneğin. Anadolu insanı bunu kendi içinde eritecek, hoş görecek ve normal karşılayacak bir anlayışa sahipti bir zamanlar.

Edebi eserin ana unsurları (olay, olgu, mekân, zaman, şahıs kadrosu…) arasındaki uyumun sağlanabilmesi onları bir altın oranda buluşturmakla gerçekleşir. Edebi eserde işlevsiz nesne olmamalıdır. Çehov’un tiyatro için söylediği malum “sahnede bir silah varsa patlamalıdır” sözünde olduğu gibi, öykü ve romanda da bu kural geçerlidir. “Köhne” romanında geçen loş, karanlık, dar ve uzun bakkal dükkânının betimlemesinden sonra yazarın, bu mekânı bilinçli tasarladığını ve burada çok da hayırlı olmayan olaylar gerçekleşeceğini tahmin etmek zor değil. Özellikle Dostoyevski romanlarında rastladığımız kahramanın psikolojisine paralel mekân betimleme tekniği sizin romanınızda da gayet başarılı kullanılmış. Bu cümleden olarak benzer kullanımlara kahramanların adlarının seçiminde de rastlanılırken sizin art niyetli kahramanınız bakkala, kale muhafızı, koruyucu anlamına gelen Feramuz adını vermeniz bir çelişki değil mi? Ad seçimlerinde kahraman adlarının konuyla bütünlük arz etmesine dikkat ediyor musunuz?

Bir kurmaca metinde noktalama işaretlerinden kelimeyi oluşturan harflere varıncaya kadar her unsur önemli olduğu gibi karakterlere verilen adlar da son derece önemlidir. Gündelik hayatta kulağıma çarpan farklı, ilginç adları not ederim. Bir metne başladığımda karakter adlarını seçerken bu notlar bana yol gösterir. Yazı hayatı dışında da kişi adları ilgimi çeker. Neden bilmem, tanıştığım kişilerin adlarını aklımda tutamam ya da karıştırırım. Her ne nedenle olursa olsun kişi adları zihnimde ayrı yer tutar ve bu yüzden yazdıklarıma yansır. Son öykü kitabım Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor’daki “Yedi Kaleminen Yazı Yazarım” adlı öyküde, doğacak oğlunun adını........

© dibace.net


Get it on Google Play