Türk’e sevgi, Türklük sevgisi, zihnimde ve gönlümde daima var olmuştur. Fakat bu sevginin adeta bir iş ve sistemli bir yaşayış tarzına dönüşmesi, sanırım, 19 yaşıma, Kazakistan seyahatine rastlar. Daha o yaşta Türkistan coğrafyasına zorlu bir yolculuk yapmak, 1 ay boyunca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin konuk Türkoloji öğrencisi olmak ve Özbekistan’ı da görebilmek bahtiyarlığına erişmiştim. Bu bende yepyeni ve sonsuz ufuklar açmıştı adeta. Türk’ün alabildiğine uzanan bozkırları, türlü türlü halkları, türlü türlü lehçeleri beni büyülemişti. Çok sevdiğim Nevai’nin de söylediği tarzda: “Türk’ün ve Türkçe’nin diyarlarına dalınca gözerime on sekiz bin alemden daha yüksek bir âlem görünmüştü.”

Kazak, Özbek, Kırgız, Azerbaycanlı, Karaçaylı gibi soydaşlarımız arasından birçok dost edinmek hem onların yaşayışına hem de dillerine dair bende müthiş bir tecessüs ve iştiyak uyandırmıştı. Bir kültür alanının içine girince bende evvela edebiyat ve musikiye dair şiddetli bir araştırma arzusu oluştuğu için bütün Türk Dünyasının şiirlerini, şarkılarını ve insanlarını çok kısa bir zamanda kana kana içmeye çalışmıştım. İşte daima Türk’ün çizgisinde, Türklüğe hizmet eden bir vatan evladı, bir Türkolog olma arzusu o günlerde yüreğimde sapasağlam ve sonsuz bir tahta oturdu. Bilhassa kendi soyuma, kendi içimde bulunduğum coğrafyaya, Oğuz Türklerine, Azerbaycan’a, Bakü’ye, Tebriz’e aşkım ve ilgim sonsuz olmuştu. O günden bugüne dostluğumuzun devam ettiği Azerbaycanlı sevgili arkadaşlarım; Qoşqar, Şükür ve Murat sayesinde Azerbaycan Türkçesi’nin, musikisinin, edebiyatının şirin nağmeleri kulağımda daha çok yer edinmeye başlamıştı. Bu sonsuz okumalar ve dinlemeler esnasında bir sese, evet bir sese vurulmuştum: Reşid Behbudov’a! Âşık olmuştum Azerbaycanlı dahi sanatkarın sesine ve eserlerine… Bir çırpıda tüm şarkılarını; Ayrılık’ı, Nazende Sevgilim’i, Arşın Mal Alan’ı, Üzüyümün Qaşı’nı, Laçın’ı ve nicelerini tekrar tekrar zihnime kazıyana dek dinlemiştim. Arşın Mal Alan, Bahtiyar adlı birkaç filmini büyük bir merakla seyretmiştim. Tüm bu yeni meraklar, elbette beni diğerlerine, daha fazla şiire, daha fazla şarkıya, daha fazla filme ve daha fazla sanatkara sürükledi… İçime ise yepyeni bir arzu yerleşmişti artık: Bakü’ye gitmek, canım dostlarımı öz vatanlarında görmek, Reşid’i Bakü sokaklarında dinlemek ve ikinci vatanımın kokusunu ciğerlerime doyasıya çekmek… Aziz şehir, Mihriban diyar Bakü’yü genç yaşta, genç ruhumun heyecanlarıyla doyasıya gezebilmek…

Aslında defalarca bu hayalimi gerçekleştirecek imkâna sahip olmama rağmen, sanırım, hayata hızlı atılışımın yarattığı kaos, dünyayı saran salgın felaketi, mezun olur olmaz TRT’ye girişim, tüm bunlar en güzel hülyamı engelledi. Belki de bir süre Bakü’yü sadece hayalimde yaşatmak istedim. Sonunda vakti geldi artık. İşten güçten, insanlardan, dostlardan gönlü, ruhu ve zihni harap olmuş bir haldeyken tez canlı şahsiyetimin yarattığı acelecilikle de kendimi bir anda Bakü yolunda buldum. Yolculuk fikri bana oldum olası çok cazip gelmiştir. Aynı zamanda da bir hayli korkunç, keder ve gurbet hissiyle yüklü bir hal olmuştur benim için. Öyle ki, seyahat denilince zihnimde evvela Evliya Çelebi’nin “Seyahat ya Rasulullah!” cümlesi peyda olur. Seyahat arzusu, neşe ve heyecana gark olurum. Fakat sonrasında içimde hep büyük şairimiz Kemaleddin Kamu’nun sesini duyarım: “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde!”

Anlayacağınız tezatlarla dolu olan ruhum; hem evini ve konforunu seviyor, seyahatte dayanılmaz bir yoruculuk, belirsizlik, keder ve bir gurbet hüznü buluyor. Bir de utanmadan seyahat etme, yeni yerler görme romantizmiyle dolup taşıyor.

Böyle bir ruhi med-cezir içinde, uzun ve yorucu bir bekleyişin ardından, gecenin bir yarısı kendimi Bakü’de, Haydar Aliyev Havalimanında buldum. İner inmez Azerbaycan askerlerini görmek, kardeşlerimizin şirin Türkçesini duymak ve refah içinde, lüks bir Türk şehrine gelmiş olmak; duygularımı bir anda pozitif bir yöne çevirdi. Derken karşımda Azerbaycan bayrağı fonunda Milli Marşın o muhteşem sözlerini görerek gururlandım. Marşı yazan büyük şair Ahmet Cevat’ı ve dahi bestekar Üzeyir Hacıbeyli’yi andım:

“Səndən ötrü can verməyə cümlə hazırız!
Səndən ötrü qan tökməyə cümlə qadiriz!”

O esnada, Bakü’de beni misafir edecek canım dostum Aysel Hanlarkızı’nın telefonuyla gerçek dünyaya dönüş yaptım ve beni bekleyen arabaya doğru yöneldim. Gecenin bir yarısı yılların hayali gerçek olmuştu. Bakü’deydim artık. Eski Terminal’in gecenin içinde bir pırlanta gibi ışıldayan binasını görünce yüzümde bir gülümseme belirdi. Mutlu ve rahat hissediyordum artık. Sonuçta burası herhangi bir yabancı ülke değildi, öz vatanımızdı, kardeş vatanımızdı…

Yolları seyrede seyrede, neft (petrol) kokusunu ciğerlerime çeke çeke, arabada çalan Azerbaycan mahnıları eşliğinde Aysel’in evine, Yasamal rayonuna doğru yola koyulmuştum. Bakü’de sonradan da birçok yerde kulağıma çalınan Bahar şarkısı vardı radyoda. Bu şarkının nağmeleri insanın içine tatlı bir hüzün yerleştiriyordu.

Bu duygular içinde, nihayet, Aysel’in evine vardım. Kapının önünde beni bekleyen, şair ruhlu, güzel kalbi yüzüne yansımış sevgili dostumu görmek; beni kendi evime gelmiş gibi huzurlu ve rahat hissettirmişti. Biraz lafladık, çayımızı içtik ve dinlenmek üzere odaya yerleştim.

Sabah olduğunda benim için 5 günlük Bakü rüyası başlıyordu sonunda. Aysel, genel başkanlığını yazar, şair ve Milletvekili Sabir Rüstemhanlı’nın yürüttüğü Vatandaş Hemreyliği (hemşeriliği) Partisinde çalışıyordu. Sabir Bey’in de bir Türk Dünyası sevdalısı olarak biz Türk gençlerinin kalbinde her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Biz de kendisiyle 5 yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü binasında tanışmış ve fotoğraf çektirmiştik. O sırada onun bir şiir kitabını da edinmiştim. Bir Azerbaycan münevveri olarak onun şiirleri de Türkçe’nin bütün kudretini ve Azerbaycan’a has lirik duygularını, coşkunluğunu barındırıyordu. İşte kendisini 5 yıl sonra Bakü’de bizzat kendi ofisinde görme, yakından tanıma fırsatı elde etmiştim. Uykumdan Aysel’in telefonuyla uyandım. Sonunda en yakın dostu Arzu ile de tanışıp kaynaşma fırsatım olacaktı. Çünkü beni evden kendisi alacaktı ve Sabir Bey’in yanına birlikte gidecektik. Arzu’nun mertliğini, dostluğunu, çılgınlığını, gazeteci ruhunu, kısacası nevi şahsına münhasır kişiliğini bizzat görecektim sonunda. Derken Arzu’dan gayet resmi, hoş bir mesaj geldi. Yarım saate geleceğini söylüyordu. Hemen hazırlandım. 1 saati geçmesine rağmen Arzu ortalıkta gözükmüyordu. Muzip tavrımla ona “Hardasan?” yazmayı akıl ettim. Bu Arzuyla aramızda bitmek tükenmek bilmeyen esprilerin, atışmaların ve birbirimizde yarattığımız hoş intibaların başlangıç cümlesi oldu. Çünkü mutadı üzere, her yere geç kalan Arzu, yakın dostlarından böyle cümleler duymaya alışık olduğu için, önce yazanın kim olduğunu anlayamamış, sonra ise benim yazdığımı görünce, şaşırmış ve yüzünde bir tebessüm oluşmuş.

Arzu, yıllarca muhabir olarak çalıştığı için yanında fotoğraf makinesiyle geziyordu. Ki bu makineyle, Bakü’nün her bir köşesinde usanmadan fotoğraflarımızı çekti. Ayrıca kendisi; oldukça sanatsever, şiirler, şarkılar ve daha birçok konuda epey malumat sahibi. Aysel’in çalıştığı binaya gidene dek arabada bana şehri tanıtmayı da ihmal etmedi. Nihayet Parti’nin önünde indik, Bir de baktım ki kimi göreyim? Sabir Bey de arabadan iniyordu ve burun buruna geldik. Beni hatırladığını, ayrıca Aysel’in de bahsettiğini söyledi. Sıcak gülümsemesiyle elimi sıktı ve beraberce ofisine çıktık. Aysel’le de kavuştuk nihayet. Parti çalışanları da son derece nazik insanlardı. Türkiye’den geldiğim ve onların deyimiyle “konak jurnalist” olduğum için epey sıcak davrandılar. Özellikle Sabir Bey’in sağ kolu olan Gülnar ile çok hoş sohbetlerimiz oldu. Sabir Beyle siyasetten, tarihe, Türklüğün uzak diyarlarına dek geniş çaplı bir sohbet ettik. Bana “Seni Vatana Benzetiyorum” adlı şiirini okudu. Esprili tavrıyla, kendi deyimiyle “bir Türk kızına” olan iltifatlarını ve nezaketini de esirgemedi. Bana sonraki günlerde Bakü’deki Televizyon Kulesine gitme sözü verdi.

Böylelikle Bakü seyahatim resmen başlamıştı. Aysel ve Arzu ile yola koyulmadan evvel aynı binada olan Kanun Neşriyatının kitap sergisini ve “Menim Teatrım” adlı özel tiyatronun sahibi, aktör Vidadi Hesenov’un salonunu ziyaret ettik.

Burada, hakikaten şiire, sanata düşkünlük ve coşkun bir ruh hali, küçüğünden büyüğüne herkeste seziliyordu. Aysel, aynı zamanda sanat okulunu da bitirmiş olduğu için müthiş piyano çalıyordu ve sesi de çok güzeldi. Arzu’nun ve benim seslerimiz o kadar güzel olmasa da Retro Azerbaycan şarkılarının hemen hemen hepsine olan büyük aşkımızdan dolayı ortak paydada buluşuyorduk. Araba yolculuklarımız üçümüzün düetleriyle ve Bakü’nün dehşet verici güzellikteki binalarını izleyerek geçti. Şövket Elekberova’nın büyüleyici sesinden; “Getme, Bir Könül Sındırmışam” mahnılarını hem çaldık hem söyledik. Sonunda gezimizin ilk noktasına vardık. Hazar’ın alabildiğine uzanan sonsuz mavisiyle, Azerbaycan bayrağının gurur verici dalgalanmaları, Alev Kuleleri, şehrin bütün muhteşem detayları karşımızda kuşbakışı olarak duruyordu. Arkamızda ise “Ebedi Alev Anıtının” sönmeyen ateşi yanıyordu. Zaten Bakü deyince akla; alevlerin, rüzgârın ve Hazar’ın şehri gelmiyor mu?

Bu manzara karşısında büyülendik. Fahri Hıyaban’a doğru yola çıktık. Aziz şehitlerimizi ziyaret ettik. Ardından Fahri Hıyaban’da Azerbaycan’ın büyük devlet adamlarının, akademisyenlerinin, sanatkarlarının, yazarları ve şairlerinin kabirlerini gördük. Hepsinde bu şahsiyetlere ait görkemli heykeller, fotoğraflar bulunan kabirler Türkiye’deki mezar geleneğinden oldukça farklı ve büyüleyiciydi. Fakat benim asıl arzum bilhassa Reşid Behbudov’un ve Elçibey’in kabirlerini görebilmekti. Kapıdan girer girmez Reşid’imin heykelini görür görmez adeta haykırdım. Sevincim kifayetsizdi. Artık Aysel ve Arzu için de Reşid Behbudov sevgim hoş bir espri konusu olmuştu. Sonrasında Elçibey’i, Haydar Aliyev’i, Şövket Elekberova’yı, Müslüm Maqomayev’i, Bahtiyar Vahapzade’yi, Zelimhan Yakup’u ve nicelerini ziyaret ettik.

Artık yorulmuştuk. Yeni rotamız “Samik” adlı restoran ve Azerbaycan milli yemekleriydi. Burada ekibimize sakinliğiyle, nahifliğiyle ve olgunluğuyla ayrı bir hava katacak olan yeni bir dost eklenecekti: Sara Hanım… Her ne kadar Aysel ve Arzu, Samik’i çok lüks olmasa da şairlerin, yazarların geldiği, lezzetli yemekleri olan bir mekân diye tanıtsalar da burası benim bir hayli hoşuma gitmişti. Ruhu olan bir mekandı, özel odamız vardı, Gence’li garson Reşad son derece konuksever ve espriliydi. Mezeler, kutab, hengel, kebap çeşitleri… hepsi bir hayli lezzetliydi. Bana İstanbul’da aynı tarz dostlarımla yıllardır gittiğim ve maalesef yakın zamanda kapanmış olan Tanrı Dağ’ın ruhunu getirmişti yeniden. “Ah!” dedim. “Burada olsaydım, biz de hiç çıkmazdık Samik’ten…”

Aysel, “Samik’siz kalasan” dedi ve güldürdü hepimizi. Ona göre ben her şeyde bir estetik buluyordum mutlaka.

Akşam ise, bu satırları yazarken bile hala gözlerimin aradığı Torqovi Bulvarına, diğer deyişle Fevvareler Meydanına gittik. Epey şanslıydım. Hava çok güzeldi, Nevruz hazırlıkları ufak ufak başlamıştı, Nizami Gencevi Edebiyat Müzesi, diğer tarihi binalar, kısacası cadde ışıl ışıldı. Her yer çok moderndi. Tarihi dokusu epey korunmuş, lüks bir şehirdeydim. Benim fikrimce Taksim – İstiklal Caddesinden daha güzeldi. Ayrıca meşhur şarkıcıları Tunzale’nin konserini de izledik. İlk gün böylece bitti ve biz ertesi güzel günümüze uyanmak üzere odalarımıza çekildik.

Sabah Hazar’ın kıyısında, çok hoş ve elit bir restoranda müthiş bir kahvaltı yaptık. Ekibimize dahil olan yeni dost, Şelale Hanım’dı! “Türkiye’den misafir var deyince, ne kadar heyecanlandım, inşallah beni de çağırırlar, dedim!” cümlesi benim için dünyalara bedeldi. Evet ikinci yurdumda, evimde, aile sıcaklığı barındıran dostların yanındaydım. Arkada Reşid Behbudov’dan nağmeleri, sonra Rusça şarkılar, ardından ise bir tar resitali ruhumuzu okşadı.

İçerişeher’e, Qız Qalası’na doğru yola koyulduk. En merak ettiğim, fotoğraflarıyla bile en büyülendiğim yere kanlı canlı varlığımla gidiyordum artık. İçerişehir’in kadim binaları, şık küçeleri (sokakları), Qız Qalası’nın hür ve vakur duruşu görülmeye değerdi. Ayrıca bir sokakta da meşhur Rus filmi “Elmas El (Brilliyantovaya Roka)” çekildiği için filmden görsellerin de yer aldığı aynı isimde bir kafe mevcuttu. Eski Sovyet filmlerine olan merakım sebebiyle hemen dikkatimi çekti. Daha önce Kafkas Esiri (Kavkazkaya Plennitsa) adlı filmde de seyrettiğim Rus oyuncu Yuri Nikulin, bu filmin afişinde de vardı. Orada rastladığımız bir Rus’la bu konu hakkında kısa bir sohbetimiz oldu. Böylelikle Arzu’nun bende en sevdiği tarafı da öğrenmiş oldum. “Dünya görüşlü kızdır” diye mırıldandı…

Aysel ile Qız Qalası’na çıktık. Çıktık yerine helak olduk desek daha yerinde olur. Şehrin kadim ve modern manzarasının iç içeliğini kalenin tepesinden görebilmek uğruna kalenin merdivenlerinde epey yorulmuştuk. Sonrasında dinlenmek üzere tekrar Torqovi’ye döndük, Türk kahvelerimizi yudumladık. Nihayet 5 yıl aradan sonra canım dostum Qoşqar ile bu kez Bakü’de görüşüp hasret gidecektik. Kızlar akşam evde Lenkeran mutfağından yemeklerle ve dost meclisinde buluşmak üzere ayrıldılar. Canım dostum Qoşqar ile Kazakistan anılarımızı, eski arkadaşlarımızı yad ettik, güncel hayatlarımızı konuştuk. Sonrasında birlikte Reşid Behbudov Mahnı Teatrına gittik. Yıllardır hayalimde olan bu binayı ve Reşid’in heykelini Qoşqar ile birlikte görmek tarifi imkânsız bir mutluluktu. Oradan ayrıldık ve Qoşqar beni eve bıraktı. Kucaklaşıp vedalaştık. Evde beni Lenkeran yemeklerinden (Levengi, qutab…) oluşan müthiş bir ziyafet sofrası ve her biri birbirinden hoş hanımlardan mürekkep bir dost meclisi karşıladı. Daha önce Türk Edebiyatı Vakfında karşılaştığım şiir sevdalısı Ulviye Hanım da buradaydı. Hemen sarıldık. Ulviye Hanım’ın şiir sevgisi, tatlı ve yumuşak ses tonu onu sevmemizi sağlayan birçok sebep arasında ilk göze çarpanlardandı.

Adet üzere herkes bana, yani misafire kadehlerini kaldırıp konuşmalar yaptılar. Uzun zamandır aradığım bir ortamdaydım nihayet. Şiir seven dostlarla hoş bir yemek masası… İçimi her birinde ayrı ayrı bulunan o coşkunluk kapladı nihayet. Bütün gece özellikle ben, Arzu ve Ulviye olmak üzere şiirler okuduk. Onlara hitaben “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” adlı şiiri seslendirdim. Ardından çok sevdiğim Ramiz Rövşen’den beni çok etkileyen şu kederli mısralar döküldü ağzımdan:

“Bu nə təhər darıxmaqdı,
Axı belə kim darıxır?
Cibimdə əlim darıxır,
Ağzımda dilim darıxır.

Darıxır qabım-qaşığım,
Darıxır yorğan-döşəyim.
Evdə qalsam, evim-eşiyim.
Yol getsəm, yolum darıxır…”

Nüsret Kesemenli’den “Biri Vardı Biri Yok” ve “Getmek İsteyirsen Behanesiz Get” gibi eserler de şiir gecemizin devamında ağzımdan dökülüverdi. Sonra Aysel’in müthiş şiirlerine Ulviye Hanım’ın tatlı ve nağmeli sesiyle kulak verdik. Ben de daha önceden karaladığım birkaç şiirimi göstermeyi ihmal etmedim utanarak da olsa…

Arzu da engin şiir birikimiyle, hoş esprileriyle gecemize renk kattı. Şelale ve Sara Hanımlar duygulu anlar yaşadılar. Daha doğrusu hepimiz duygulandık. Benim Türkiye ve Azerbaycan Türkçesi arasındaki nüanslardan kaynaklı yaptığım kelime şakaları veya Bakü ağzıyla söylediğim bazı tahkir içerikli sözler hepsini güldürdü. Hele Arzu’ya “Kül senin başuva!” deyince masada bir kahkaha patladı ki duyanların hala kulaklarındadır. Artık tamamen Bakülü olmuştum.

Hayatım boyunca unutamayacağım bu zevkli ve lezzetli akşam böylelikle yerini diğer sabaha; Abşeron Rayonuna, Yanardağ’a olan yolculuğumuza bıraktı. Zerdüştlerin de ziyaretgahı olan bu mekânda bulunan doğalgazın etkisiyle dağın üstünde alevler vardı daima. “Sırtımız ısındı” diye espriler yaptık, fotoğraflar çekildik.

Başka bir şehre, Sumqayıt’a doğru yola çıktık. Sessiz, huzurlu, plajlarla dolu bir sahil şehriydi burası.,. Yeni rotamız ise Novhanı’daki Şato adlı mekândı. Doktor Oktay Bey’in de aramıza katılmasıyla yemeğe başladık. Özellikle Aysel, Arzu ve ben şarkılar söyledik. Üzüyümün Qaşı, Ayrılık, Elbet Bir gün Buluşacağız… söylediğimiz eserlerden sadece bazılarıydı. Azerbaycan’ın hareketli ve coşku dolu rakslarıyla ortam şenlendi. Burada uzun zamandır özlemini çektiğim dost meclisini, sanat coşkunluğunu tekrar kaybetmek üzere de olsa bulmuştum nihayet.

Son günü anlatmadan evvel Bakü’de başımıza gelen iki taksi olayını da anlatmalıyım. Akşam bindiğimiz bir takside, benim Türkiye’den geldiğimi duyan taksici ilginç bir ısrarla Bakü’yü kötülemeye başladı. Ben de ısrarla yanlış düşündüğünü, bu şehre bayıldığımı söyledim. Aysel ise hemen konuya müdahale etti. Zarif ve yumuşak görünüşü altında bir Türk kadınının kudreti ve gururu yatıyordu. Misafirin yanında ülkesini böyle kötülemesinin son derece yanlış olduğunu vurgulayarak ağzının payını verdi ve nihayet taksiden indik. Bir başka taksi ise tam tersine bir kardeşlik numunesi sergileyip bizden para dahi almak istemedi. Karabağ’dan, şehitlerimizden, Ermeni hıyanetinden danıştık. Ne de olsa dedim: “Ermeni, ite bakar fikir edinir, it Ermeni’ye bakar şükür edinir!”

“Ay, sağ ol!” nidaları eşliğinde uğurladı bizi sürücümüz…

Son günün burukluğu, son görüşmelerin, son ziyaretleri yapacak olmamın hüznü çökmüştü üzerime. Yollarda bütün heykelleri, müzeleri aklımdan çıkarmamak üzere zihnime kaydettim. Kanun Neşriyatından da kendime en güzel klasikleri; Cafer Cabbarlı, Ahmet Cevat, Nüsret Kesemenli, Anar ve Aliağa Vahid gibi isimlerin eserlerini temin ettim. Milli Kütüphaneye, Azerbaycan Yazıcılar Birliğine gittik. Belki de nüfusun azlığının da olumlu etkisiyle Azerbaycan’da bizim aksimize edebiyata ve edebiyatçıya müthiş önem atfediliyor halen. Yazarlar, şairler, Yazarlar Birliği aktif bir şekilde çalışmalarına devam ediyor. Her köşesinde edebiyatçı portrelerinin yer aldığı Azerbaycan Yazarlar Birliği binasına ise bayıldım. Burada İlqar Fehmi ile de tanışma fırsatı buldum ve bana bir kitabını imzalayıp hediye etti. Gece yarısı yola çıkmadan evvel bir dostumun nazik daveti üzerine muhteşem ve klasik bir Sovyet Opera – Tiyatro yapısı olan Azerbaycan Devlet Milli Musikili tiyatrosuna gittik. Burada “Oktay Eloğlu” adlı meşhur oyunu muhteşem bir salonda izledik. Oyun, Azerbaycan’da tiyatronun ilk zamanlarını, mazisini anlatıyordu. Çıkışta ise beni çok hoş bir sürpriz bekliyordu. Biricik ağabeyim, asil, şık ve beyefendi duruşuyla gönlümde yer etmiş Kâmil Şahverdi tiyatronun kapısındaydı. İstanbul görüşmemizden sonra nihayet Bakü’de şık bir restoranda sohbet etme fırsatı yakaladık. Azerbaycan’ın önemli bir televizyoncusu ve Reşid Behbudov’un damadı olan Kâmil Ağabeyimle kendisinin nezaketi sayesinde tanışmıştık. Benim Reşid Bey’e olan sevgimi sosyal medyadaki yazılarımdan keşfetmiş ve benim bu konudaki çalışmalarımı yayınlatmıştı. Her şeyden de öte bir ağabeydi artık hayatımda. Eşi Reşide Hanım ile ise telefonda selamlaştık.

Torqovi’ye girdiğimiz ilk anda ise meydanda Reşid Bey’in sesinden “Dağlar Kızı Reyhan” duyulmaya başladı. Kâmil Ağabey şöyle söyledi:

“Bak, Reşid Bey seni karşılayır.”

Ne yazık ki bu muhteşem gecenin ardından hafızamdan ve kalbimden ömür boyu silinmeyecek olan Bakü seyahatim neticelenmiş oldu. Buruk bir şekilde Aysel ile, sevgili kızı Aytel ve oğlu Yunis ile vedalaştık. İstanbul’a vardığımda; içimde hem anavatana, eve dönmenin sevinci hem de Bakü’den dostlarımdan ayrılmış olmanın hüznü bir tezatlık şeklinde hüküm sürüyordu.

Aziz şehir, Mihriban diyar Bakü ve sevgili dostlarım ise daima kalbimdeydi…

Bir sonraki görüşe dek….

Aleyna MALKOÇ

QOSHE - Aziz Şehir, Mihriban Diyar: Bakü - Aleyna Malkoç
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Aziz Şehir, Mihriban Diyar: Bakü

4 1
18.03.2024

Türk’e sevgi, Türklük sevgisi, zihnimde ve gönlümde daima var olmuştur. Fakat bu sevginin adeta bir iş ve sistemli bir yaşayış tarzına dönüşmesi, sanırım, 19 yaşıma, Kazakistan seyahatine rastlar. Daha o yaşta Türkistan coğrafyasına zorlu bir yolculuk yapmak, 1 ay boyunca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin konuk Türkoloji öğrencisi olmak ve Özbekistan’ı da görebilmek bahtiyarlığına erişmiştim. Bu bende yepyeni ve sonsuz ufuklar açmıştı adeta. Türk’ün alabildiğine uzanan bozkırları, türlü türlü halkları, türlü türlü lehçeleri beni büyülemişti. Çok sevdiğim Nevai’nin de söylediği tarzda: “Türk’ün ve Türkçe’nin diyarlarına dalınca gözerime on sekiz bin alemden daha yüksek bir âlem görünmüştü.”

Kazak, Özbek, Kırgız, Azerbaycanlı, Karaçaylı gibi soydaşlarımız arasından birçok dost edinmek hem onların yaşayışına hem de dillerine dair bende müthiş bir tecessüs ve iştiyak uyandırmıştı. Bir kültür alanının içine girince bende evvela edebiyat ve musikiye dair şiddetli bir araştırma arzusu oluştuğu için bütün Türk Dünyasının şiirlerini, şarkılarını ve insanlarını çok kısa bir zamanda kana kana içmeye çalışmıştım. İşte daima Türk’ün çizgisinde, Türklüğe hizmet eden bir vatan evladı, bir Türkolog olma arzusu o günlerde yüreğimde sapasağlam ve sonsuz bir tahta oturdu. Bilhassa kendi soyuma, kendi içimde bulunduğum coğrafyaya, Oğuz Türklerine, Azerbaycan’a, Bakü’ye, Tebriz’e aşkım ve ilgim sonsuz olmuştu. O günden bugüne dostluğumuzun devam ettiği Azerbaycanlı sevgili arkadaşlarım; Qoşqar, Şükür ve Murat sayesinde Azerbaycan Türkçesi’nin, musikisinin, edebiyatının şirin nağmeleri kulağımda daha çok yer edinmeye başlamıştı. Bu sonsuz okumalar ve dinlemeler esnasında bir sese, evet bir sese vurulmuştum: Reşid Behbudov’a! Âşık olmuştum Azerbaycanlı dahi sanatkarın sesine ve eserlerine… Bir çırpıda tüm şarkılarını; Ayrılık’ı, Nazende Sevgilim’i, Arşın Mal Alan’ı, Üzüyümün Qaşı’nı, Laçın’ı ve nicelerini tekrar tekrar zihnime kazıyana dek dinlemiştim. Arşın Mal Alan, Bahtiyar adlı birkaç filmini büyük bir merakla seyretmiştim. Tüm bu yeni meraklar, elbette beni diğerlerine, daha fazla şiire, daha fazla şarkıya, daha fazla filme ve daha fazla sanatkara sürükledi… İçime ise yepyeni bir arzu yerleşmişti artık: Bakü’ye gitmek, canım dostlarımı öz vatanlarında görmek, Reşid’i Bakü sokaklarında dinlemek ve ikinci vatanımın kokusunu ciğerlerime doyasıya çekmek… Aziz şehir, Mihriban diyar Bakü’yü genç yaşta, genç ruhumun heyecanlarıyla doyasıya gezebilmek…

Aslında defalarca bu hayalimi gerçekleştirecek imkâna sahip olmama rağmen, sanırım, hayata hızlı atılışımın yarattığı kaos, dünyayı saran salgın felaketi, mezun olur olmaz TRT’ye girişim, tüm bunlar en güzel hülyamı engelledi. Belki de bir süre Bakü’yü sadece hayalimde yaşatmak istedim. Sonunda vakti geldi artık. İşten güçten, insanlardan, dostlardan gönlü, ruhu ve zihni harap olmuş bir haldeyken tez canlı şahsiyetimin yarattığı acelecilikle de kendimi bir anda Bakü yolunda buldum. Yolculuk fikri bana oldum olası çok cazip gelmiştir. Aynı zamanda da bir hayli korkunç, keder ve gurbet hissiyle yüklü bir hal olmuştur benim için. Öyle ki, seyahat denilince zihnimde evvela Evliya Çelebi’nin “Seyahat ya Rasulullah!” cümlesi peyda olur. Seyahat arzusu, neşe ve heyecana gark olurum. Fakat sonrasında içimde hep büyük şairimiz Kemaleddin Kamu’nun sesini duyarım: “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde!”

Anlayacağınız tezatlarla dolu olan ruhum; hem evini ve konforunu seviyor, seyahatte dayanılmaz bir yoruculuk, belirsizlik, keder ve bir gurbet hüznü buluyor. Bir de utanmadan seyahat etme, yeni yerler görme romantizmiyle dolup taşıyor.

Böyle bir ruhi med-cezir içinde, uzun ve yorucu bir bekleyişin ardından, gecenin bir yarısı kendimi Bakü’de, Haydar Aliyev Havalimanında buldum. İner inmez Azerbaycan askerlerini görmek, kardeşlerimizin şirin Türkçesini duymak ve refah içinde, lüks bir Türk şehrine gelmiş olmak; duygularımı bir anda pozitif bir yöne çevirdi. Derken karşımda Azerbaycan bayrağı fonunda Milli Marşın o muhteşem sözlerini görerek gururlandım. Marşı yazan büyük şair Ahmet Cevat’ı ve dahi bestekar Üzeyir Hacıbeyli’yi andım:

“Səndən ötrü can verməyə cümlə hazırız!
Səndən ötrü qan tökməyə cümlə qadiriz!”

O esnada, Bakü’de beni misafir edecek canım dostum Aysel Hanlarkızı’nın telefonuyla gerçek dünyaya dönüş yaptım ve beni bekleyen arabaya doğru yöneldim. Gecenin bir yarısı yılların hayali gerçek olmuştu. Bakü’deydim artık. Eski Terminal’in gecenin içinde bir pırlanta gibi ışıldayan binasını görünce yüzümde bir gülümseme belirdi. Mutlu ve rahat hissediyordum artık. Sonuçta burası herhangi bir yabancı ülke değildi, öz vatanımızdı, kardeş vatanımızdı…

Yolları seyrede seyrede, neft (petrol) kokusunu ciğerlerime çeke çeke, arabada çalan Azerbaycan mahnıları eşliğinde Aysel’in evine, Yasamal rayonuna doğru yola koyulmuştum. Bakü’de sonradan da birçok yerde kulağıma çalınan Bahar şarkısı vardı radyoda. Bu şarkının nağmeleri insanın içine tatlı bir hüzün yerleştiriyordu.

Bu duygular içinde, nihayet, Aysel’in evine vardım. Kapının önünde beni bekleyen, şair ruhlu, güzel kalbi yüzüne yansımış sevgili dostumu görmek; beni kendi evime gelmiş gibi huzurlu ve rahat hissettirmişti. Biraz lafladık, çayımızı içtik ve dinlenmek üzere odaya yerleştim.

Sabah olduğunda benim için 5 günlük Bakü rüyası başlıyordu sonunda. Aysel, genel başkanlığını yazar, şair ve Milletvekili Sabir Rüstemhanlı’nın yürüttüğü Vatandaş Hemreyliği (hemşeriliği) Partisinde çalışıyordu. Sabir Bey’in de bir Türk Dünyası sevdalısı olarak biz Türk gençlerinin kalbinde her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Biz de kendisiyle 5 yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü binasında tanışmış ve fotoğraf çektirmiştik. O sırada onun bir şiir kitabını da edinmiştim. Bir Azerbaycan münevveri olarak onun şiirleri de Türkçe’nin bütün kudretini ve Azerbaycan’a has lirik duygularını, coşkunluğunu barındırıyordu. İşte kendisini 5 yıl sonra Bakü’de bizzat kendi ofisinde görme, yakından tanıma fırsatı elde etmiştim. Uykumdan Aysel’in telefonuyla uyandım. Sonunda en yakın dostu Arzu ile de tanışıp kaynaşma fırsatım olacaktı. Çünkü beni evden kendisi alacaktı ve Sabir Bey’in yanına birlikte gidecektik. Arzu’nun mertliğini, dostluğunu, çılgınlığını, gazeteci ruhunu, kısacası nevi şahsına münhasır kişiliğini bizzat görecektim sonunda. Derken Arzu’dan gayet resmi, hoş bir mesaj geldi. Yarım saate geleceğini söylüyordu. Hemen hazırlandım. 1 saati geçmesine rağmen Arzu ortalıkta gözükmüyordu. Muzip tavrımla ona “Hardasan?” yazmayı........

© dibace.net


Get it on Google Play