Avustralya’da film çekiyorum. Asistanım bizim Yaman. Savaş, Yaman, ben hiç ayrılmazdık gençken. Sonra yollarımız sapa düştü. Yaman Avustralya’ya yerleşti. Orada radyoda spikerlik yapıyordu. Havaalanında omuzunda teyple Perran, Hülya ve benimle röportajlar yapmıştı. Hayatımda hiç görmediğim bir şeyi, bir olayı orada yaşadım. Otelde oturmuş denizi seyrediyordum. Birden hava karardı. Denizden doğru kum fırtınası başladı. Ama öyle böyle değil. Şehir ışıkları otomatik olarak yandı. Kum inanılmaz bir hızla otelin camlarına vurmaya başladı. 197 yıldır böyle bir şey ilk kez oluyormuş. Ertesi günkü gazeteler böyle yazdı. Çok şaşırmıştım. İlk kez görüyordum. Film çekiyoruz dedim ya. Hayvanat bahçesinde kanguruların alanına girdim, “Kamera” dedim. Avustralyalı kameraman bir gün önce Kirk Douglas’la yaptığı filmi bitirmiş, bizimle başlamış işe. Kamera sesini duyunca bastı deklanşöre. Tam bu sırada bir görevli bağırarak üzerime geliyor. Fakat telin dışında. “Deli misin, ne yapıyorsun, acele dışarı çık” dedi. Cehalet ne zor bir şey. Kanguru var ya. Kuyruğuyla bir vurdu mu öldürebilirmiş adamı... Özür diledik, çıktık hayvanat bahçesinden. Kıroluk ne zor.

Hayat, sana teşekkür ederim.Mustafa Alabora’nın annesinin ismiydi Hayat. Gece oyundan çıkardık Mustafa ile onların evine giderdik. İkimiz de bekârdık o zamanlar. Hayat bize bir masa hazırlamış, yeme de... Yok yok, yememek olmaz. Bu kadar güzel mezeler nasıl yenmez? Çok güzel yemek yapardı. (Mustafa da öyle. Gurmedir ayrıca.) Yemekten sonra ben, “Hayat sana teşekkür ederim” derdim. O da bana, “Bir şey değil bir tanem, afiyet olsun” derdi. “Hayat, ben sana söylemiyorum. Yaşadığım hayata teşekkür ediyorum” dedim bir gün. “H.st.r oradan kerata” dedi. Kibar konuşurdu. Ağzına bu kadar küfür yakışan bir de Müeyyet halamı bilirim. Anlatacağım. Hayat aramızdan ayrılıverdi bir gün, Şişli Camisi’ndeyiz. Fenalaştım. Hayat’ı Mustafa kadar severdim. Arkadaşımdı. Caminin karşısındaki eczaneye götürdü Mustafa beni. Kolonyalar, ilaçlar falan... Yine söylüyorum: Hayat sana teşekkür ederim. Her ikinize de. Müeyyet halama gelince. O Kadıköy’de otururdu. Nâzım Hikmet’in evinin sokağında. Halam bizim Fatih’teki eve ne zaman gelse küfür ederdi lodosa. Vapur yine sallamış. O da lodosa ve kaptana sallardı. Annem bir gün, “Abla, çok küfür ediyorsun” dedi. Halam, “Macide, küfür kalbin yelpazesidir, sen de et” dedi. Ablam genç kız o zamanlar. Halamın kabul gününe gitmiş Kadıköy’e. Çaylar pişiyor mutfakta. Halam konuklarına sormuş: “Karaköy poğaçası sever misiniz?” “Severiz” demişler. Halam evden çıkmış, vapura binmiş, Karaköy’e geçmiş, poğaçaları alıp tekrar Kadıköy’e dönmüş... Bana fıkra anlatıp öbür hafta geldiğinde bana anlattığı fıkrayı tekrarlatırdı. Nurlar içinde yatıyordur umarım. Çünkü çok tatlı bir halaydı.

Hitler’in propaganda bakanı malum Goebbels: “Bir yalana ne kadar sık tekrarlarsanız ve yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkilidir” demiş.

Reklamlarda öyle. Bir reklama beynimizi yıkayana kadar tekrarlarlar. Biz de inanırız. Amerikalıya sormuşlar: “Yüz dolar bulsan ne yaparsın?” diye. “Elli dolarıyla reklam yaparım” demiş. Kapitalist sistem iyi beyin yıkar. Bizde bunu politikacılar yapıyor.

Atatürk diyorki:

“Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi yeterli değildir. Kesin olarak ufkun da ötesini görmesini ve bilmesi gerekir.”

Mezzo kanalında sürekli klasik müzik dinlerim. Prokofyev’in bir piyano konçertosuna rastladım. Piyanist tek elle çalıyor. Önceden biraz bilgi sahibiyim ama yine de emin olmak için Elif’e telefon açtım. Prokofyev bu konçertoyu 1931 yılında tek elini savaşta kaybeden biri için bestelemiş. Ben bir enstrümanı çok iyi çalmak isterdim. Elif beş yaşında arp çalmak istedi. Dokuz yaşına gelince İstanbul Belediye Konservatuvarı Arp Bölümü’ne yazdırdık. Oradan yaşı on ikiye gelince Mimar Sinan’a geçti. Sonra aynı üniversitenin operaşan bölümünü, ritmik bölümünü, müzikal bölümünü bitirdi. Müzik konusunda danışırım ona. 1981 yılında “Atatürk 100 Yaşında” programı ile Türk tiyatrosunu temsilen bir ekip halinde Paris’e gittik. Bulduk arpı. Aldım getirdim Elif’e. İyi de piyano çalar. Ben de bir sazı çok iyi çalmak isterdim. Kaderime darbuka düştü.

QOSHE - Kum fırtınası - Müjdat Gezen
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kum fırtınası

50 1
20.05.2024

Avustralya’da film çekiyorum. Asistanım bizim Yaman. Savaş, Yaman, ben hiç ayrılmazdık gençken. Sonra yollarımız sapa düştü. Yaman Avustralya’ya yerleşti. Orada radyoda spikerlik yapıyordu. Havaalanında omuzunda teyple Perran, Hülya ve benimle röportajlar yapmıştı. Hayatımda hiç görmediğim bir şeyi, bir olayı orada yaşadım. Otelde oturmuş denizi seyrediyordum. Birden hava karardı. Denizden doğru kum fırtınası başladı. Ama öyle böyle değil. Şehir ışıkları otomatik olarak yandı. Kum inanılmaz bir hızla otelin camlarına vurmaya başladı. 197 yıldır böyle bir şey ilk kez oluyormuş. Ertesi günkü gazeteler böyle yazdı. Çok şaşırmıştım. İlk kez görüyordum. Film çekiyoruz dedim ya. Hayvanat bahçesinde kanguruların alanına girdim, “Kamera” dedim. Avustralyalı kameraman bir gün önce Kirk Douglas’la yaptığı filmi bitirmiş, bizimle başlamış işe. Kamera sesini duyunca bastı deklanşöre. Tam bu sırada bir görevli bağırarak üzerime geliyor. Fakat telin dışında. “Deli misin, ne yapıyorsun, acele dışarı çık” dedi. Cehalet ne zor bir şey. Kanguru var ya. Kuyruğuyla bir vurdu mu öldürebilirmiş adamı... Özür diledik, çıktık hayvanat bahçesinden. Kıroluk ne zor.

Hayat, sana teşekkür ederim.Mustafa Alabora’nın annesinin ismiydi Hayat. Gece oyundan çıkardık Mustafa ile onların evine giderdik. İkimiz de bekârdık o zamanlar. Hayat bize bir masa hazırlamış, yeme de... Yok yok, yememek olmaz. Bu kadar........

© Cumhuriyet


Get it on Google Play