Türkiye’nin uzak tarihinde olsun, yakın tarihinde olsun, “Sınıf” kavramının kendine özgü bir seyri olmuştur. Toplumun yapısı üstüne kafa yoran birçok araştırmacı ve düşünürün “Türkiye’de sınıf yoktur” demeleri veya buna yakın sonuçlara varmaları biraz da bundan ötürüdür. Şöyle söyleyeyim: kendimizi “modern” dediğimiz tarih içinde bulduğumuzdan beri “sınıf” kavramı bir “tehlike” potansiyeli içeren bir nitelik kazanmıştı. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yazarlar kelimeyi ağızlarına almaktan çekinirlerdi; “tabaka” gibi yumuşak kabul edilen kelimeler kullanırlardı. “Egemen ideolojiyi” biçimlendirenler bu kavramla ilişkimizin ne olması gerektiğini söylemişlerdi: “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” Nokta!

Böyle düşünenler, somut alanda ne olduğuna baktıklarında böyle düşünmeyi haklı çıkaran bir görünüm görüyorlardı. “Gerçekten haklı çıkaran” demek istemiyorum; çünkü sınıf vardı, olmaması da düşünülemezdi. Ama “sınıf etkileri” deyince bunlar çok hafifti, belli belirsizdi, neredeyse yok gibiydi. Neyle kıyaslayarak böyle bir yargıya varıyorum? Tabii “Batı” tarihiyle. Devrimler, devrim girişimleri (örneğin Paris Komünü), ayaklanmalar ve benzerleri. “Sendika” denen örgütün erken örnekleri orada kurulmuş; Enternasyonal gibi politik bir uluslararası örgüt bile kurulmuş. Üst sınıflardan kişileri korkutan bu gibi olaylar Türkiye’nin tarihinde yer almıyor (almamasını sağlamak gerek).

Osmanlı toplumu kabaca ikiye bölünmüş diyebiliriz: “devlet sınıfları” var, “halk”, reaya var. Toplumda gözle görünür ayrım sınıfta değil, din ve etnisite alanında ortaya çıkıyor.

“Kentleşme” olayına bakalım. Batı kentinde varlıklı kesim belirli bir alana yerleşti mi, oraya yoksul kesimin ayak basması mümkün olmaktan çıkar (ancak zengin kesimin “hizmetkarı” olarak oraya girebilirler). Onların kendi, alçak gönüllü mahalleleri vardır. Böylece kent sınıf temeli üzerinden büyür, gelişir. Osmanlı dünyasında durum böyle değildir. Ayraç sınıf değil, etnik/dini “aidiyet”tir. Ancak, bu Batı toplumlarının “getto” olgusu da değildir. Bu durumda Osmanlı kentinin mahallesinde zengin, orta halli ve yoksul yan yana yaşar. Böyle bir yapılanma ister istemez “solidarist” bir ahlakı besler, zengin yoksula maddi anlamda yardımcı olur. Böyle bir dünyada doğup yaşayan Osmanlı aydını da bunu benimser: Batı’nın kavgacı, başkaldıran “proleter”ine karşılık Müslüman toplumun yumuşak başlı, zenginin kendisine “babalık etmesini” bekleyen yoksulunu bağrına basar. Ziya Gökalp “ekonomi” dendiğinde loncacılığı anlar. Kara Kemal böyledir, onun yanında yetişen Memduh Şevket böyledir. Bu ideolojik tavır Nihat Erim’e kadar uzanır. Hâlâ da ayaktadır, “Sanayi”de çalışan işçi kendisine sosyalist propaganda yapmaya gelen “solcu” genci sopayla kovalar ve işverenine sarılır. Duruma Batı’dan bakınca bütün ilişkinin ters kurulduğu sonucuna varırsınız. “Burada sınıf mınıf yok, kardeşim” de diyebilirsiniz. Ama bu doğru değildir; sınıf vardır olmasına, ancak etkileri ve tepkileri “sosyalist kitap”ta yazılandan farklıdır.

Büsbütün farklı mı? Hayır. Uzun vadede en şaşmaz toplumsal belirleyici “maddi hayat pratikleri”. Kapitalist bir düzen içinde, işçisiyle, işvereniyle, bütün bu modern yapıların ortasında yaşayan insanlar değişiyorlar. Aslında istemeden, ama elinden geleni yaparak, AKP de bu değişim sürecini besliyor.

AKP’nin söylemine baktığımızda temel motifin dini aidiyet olduğunu görüyoruz — ayrıca, ulusçu söylemin de güç kazandığını görüyoruz. Bu söylemde “solidarizm”in önemli bir yeri var elbette. “Hepimiz Müslüman’ız” sloganının çağırıcılığını sonuna kadar kullanacak Tayyip Erdoğan. Hepimiz kardeşiz evelallah, ama George Orwell’in kitabında olduğu gibi bazılarımız “daha” kardeşiz. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan iktidarının eylemi, söyleminden epey farklı gelişiyor. AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın şimdiye kadar süregelmiş iktidarının Türkiye toplumunun bu konulara bakışını ne kadar etkilediğini ve değiştirdiğini önümüzdeki seçimde göreceğiz. Benim seçim sonuçlarıyla ilgili bir tahminim yok. Söylenenleri izliyor ve pek fazla inanmadan dinliyorum. Hangi taraf bu yarıştan zaferle çıkar bilemem ama öyle de olsa, böyle de olsa şaşırmayacağımı tahmin edebiliyorum. Toplum bir süreçten geçiyor ve süreç bu seçimden sonra da devam edecek. Seçim, şu anda nereye varmış olduğumuzu söyleyecek.

QOSHE - Seçim Ne Söyleyecek? - Murat Belge
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Seçim Ne Söyleyecek?

32 0
03.03.2024

Türkiye’nin uzak tarihinde olsun, yakın tarihinde olsun, “Sınıf” kavramının kendine özgü bir seyri olmuştur. Toplumun yapısı üstüne kafa yoran birçok araştırmacı ve düşünürün “Türkiye’de sınıf yoktur” demeleri veya buna yakın sonuçlara varmaları biraz da bundan ötürüdür. Şöyle söyleyeyim: kendimizi “modern” dediğimiz tarih içinde bulduğumuzdan beri “sınıf” kavramı bir “tehlike” potansiyeli içeren bir nitelik kazanmıştı. Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yazarlar kelimeyi ağızlarına almaktan çekinirlerdi; “tabaka” gibi yumuşak kabul edilen kelimeler kullanırlardı. “Egemen ideolojiyi” biçimlendirenler bu kavramla ilişkimizin ne olması gerektiğini söylemişlerdi: “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz.” Nokta!

Böyle düşünenler, somut alanda ne olduğuna baktıklarında böyle düşünmeyi haklı çıkaran bir görünüm görüyorlardı. “Gerçekten haklı çıkaran” demek istemiyorum; çünkü sınıf vardı, olmaması da düşünülemezdi. Ama “sınıf etkileri” deyince bunlar çok hafifti, belli belirsizdi, neredeyse yok gibiydi. Neyle kıyaslayarak böyle bir yargıya varıyorum? Tabii “Batı” tarihiyle. Devrimler, devrim girişimleri (örneğin Paris Komünü), ayaklanmalar ve benzerleri. “Sendika” denen örgütün erken örnekleri orada kurulmuş; Enternasyonal gibi politik bir uluslararası örgüt bile kurulmuş. Üst sınıflardan kişileri korkutan bu gibi olaylar Türkiye’nin tarihinde yer almıyor (almamasını sağlamak gerek).

Osmanlı........

© Birikim


Get it on Google Play