Nehna, Arapça’da biz anlamına geliyor. Antakya’da bir araya gelmiş Ortodoks, Rum Ortodoks, Arap Ortodoks, Arapça konuşan Ortodoks olarak anılan ve adı tam olarak konulmamış bir topluluğun bu isimde bir platformları var. Adı, nehna[2], söylemiştim “biz” anlamına geliyor.

Biz’in şu günlerde tam olarak nerede aranması gerektiği, neye tekabül ettiği, dokunduğu yerde bıraktığı iz muammadır. Muhtemelen o iz dağılmakta olduğundan, o izin peşine düşmek inşaat ve yeniden yapım sesleri arasında imkansızlaştığından... Ama bir şeyin izlerini aramazsanız unuttuğunuz da epey büyük ve sistematik bir yalandır. Bugün 6 Şubat 2023 depreminin yıldönümü ama hükümetin yeni açılan ihaleler, yeni peyda olan müteahhitler aracılığıyla yeniden yapıma başladığı şu günlerde, depremin izinin hayatta kalan ya da kaybolan insanlarda değil de yerel seçimler için oy görünümünde hatırlatılmaya çalışıldığı, koca bir ülkenin 22 yıllık bir siyasal iktidar tarafından ikincil travmaya maruz bırakıldığı bir yıldönümü bu. Yıl dönmese de olurdu bu şekilde tabii, ama siz izlerini iş makineleriyle silmeye çalışsanız da “Yaramız var hiç geçmeyecek! İzi de yok üstelik, yeri tüm bedenimiz.”[3]

Nehna paylaştı, Elizabet’ın bahurunu.[4] Onlar, geçip giden ruhların, ölenlerin arkasından bir daha bu acıların yaşanmaması için bahur yakıyorlardı. Ağıt yakmakla bahur yakmak arasında muhakkak bir ilişki, bir bağ vardı tabii ama bir yandan da toplumsal ve kolektif olarak sahiplenilmesi gereken yasımız, devlet tarafından sanki kişisel ve tekil birer vakaymış gibi her bir ailenin iç işine hapsediliyordu. Gökçer Tahincioğlu’nun deprem bölgesinden yaptığı haberleri izlemiş miydiniz?[5] Deprem gününde bindirildiği ambulanstan beri haber alınamayan Merve Ateş’in ailesini bazen emniyet arayıp soruyormuş: “Buldunuz mu?”[6] diye. Yasın sadece kişisel değil, toplumsal ve kamusal olduğunu unutuyorsunuz böylece, bahur yakmak gibi, ağıt yakmak gibi sizin kendi tekil ve adli meseleniz oluyor. Yani siz kaybınızı bulmakla yükümlüsünüz.

6 Şubat 2023’ten beri sistematik olarak bir iz kaybettirme politikası işlendi. Bu izler bazen enkazın altında, bazen iş makinelerinin sesinde, bazen oy sandığının gölgesinde kaybedildi. Antakya’da Cebrail Mahallesi’ndeki Emlak Bank Konutları’nda 96 daireden oluşan 6 blok yıkılmıştı, 400 kişinin yaşadığı bloklarda 370 kişi yaşamını yitirdi. Hakkında gözaltı kararı verilen binanın müteahhidi Mehmet Özat izini kaybettirdi. Nasıl izinin bulunduğunu hatırlar mısınız? Kasım ayında depremde yakınlarını kaybeden iki depremzede Ankara’da bir alışveriş merkezinde gezerken gördü Mehmet Özat’ı. Yakalarından tutarak, kaçmasın ve tekrar izini kaybettirmesin diye adeta kolluk görevlisi gibi ona yapışarak yakalattılar Özat’ı.[7] İz böyle bir şeydir çünkü, bazı şeylerin izlerini fiziksel olarak silmeye çalışsanız dahi, iz eğer o insanların tüm bedeni olmuşsa onu kaybettiremezsiniz. İdarenin tüm kusur sorumluluğunu örtbas ederek hikayeyi sanki yeniden yazıyor, şehirleri baştan imar ediyormuşsunuz gibi insanların acılarını sahipsiz bırakırsanız, izler iz olarak kalmazlar. Onlar beden olurlar, “hatta bir ağırlığı var, mesken edindi bedenimizi, 1 yıl oldu hâlâ gitmedi.”[8]

Marguerite Yourcenar’ın bir öyküsünde geçer, “yasal acılar danışmanı”.[9] Kolektif yasın, toplumsal ve kamusal acının bu kadar sahipsizliğe terk edildiği bu coğrayaya pek uymuyor sanırım, çünkü acılar hep devlet dışı bir yere düşüyor. Ama öte yandan depremi bir mücbir sebep değil, bir kamusal mesele olarak ısrarla vurgulamak da gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nden beri bir yapboz haline getirilmiş dağınık deprem mevzuatı bile depremin bu kadar hesapsız ve cezasız bırakılmasına cevaz vermiyor. Depreme ilişkin devletin yükümlülükleri burada dahi depremden önce yerine getirilmesi gereken kolluk faaliyetleri, deprem sırasındaki arama kurtarma ve koruma eylemleri ile depremden sonrayı kapsayan çoklu bir yapılanmayı gerektiriyor.[10] Bu da enkaz kaldırmadan, depremzedelerin can ve mal güvenliğine kadar bir dizi yükümlülüğü imliyor ama öte yandan bugün yaşadığımız süreç, bir önceki depremlerin adeta bir prelüdü işlevi de görüyor. 17 Ağustos 1999 depreminden ötürü Türkiye’yi mahkûm eden AİHM kararını hatırlar mısınız? M. Özel ve Diğerleri v. Türkiye kararı. Yalova Çınarcık’ta yerle bir olan binalarla ve onların hep aynı olan müteahhidiyle ilgili bir karar. Binlerce kişinin öldüğü binaların müteahhidi V.G.’nin, kendini aklama savunması ilginçtir: “Ben ne inşaat mühendisiyim ne de mimar. Ben sorumlu değilim.” diyor.

İşte bu kararda, bugün yaşadığımız bu yıkımın öncülerini görmek mümkün çünkü AİHM kararında geçen ifade aynen şöyle: “Bilirkişilerin betonda midye kabuklarının bulunduğunu, yapının inşa edilmesi sırasında kullanılan malzemenin özünde deniz kumu olduğunu ve dolayısıyla çimentonun bağlayıcı etkisini kaybettiğini tespit ettikleri anlaşılmaktadır.” Midye kabuğundan yapılmış evlere imar izinleri, yapı ve denetim ruhsatları verdiğinizde, sonraki sorumluluğun izini sürmek hem kolay hem de zor oluyor haliyle. Herkes sorumlu, hiçkimse sorumlu değil çünkü.

Öte taraftan depremden sonra depremzedelerin hak sahipliğini düzenleyen yönetmelik hükümleri de, hak sahipliği şartlarını kolektif olarak sağlamadıklarında idarenin hizmet kusuruna gidebilme imkanları da orada duruyor.[11] Buna rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan, tüm bu yasal yükümlülüğü ve hak sahipliğini kendisine oy verme şartına bağlıyor. Türkiye’de haklara sahip olma hakkı sadece vatandaşlık, yabancılık ve kimlikler üzerinden değil, verdiğiniz oy ve yerel yönetiminiz üzerinden belirleniyor. Devlet, depremi “asrın felaketi” olarak kodlayarak adeta mücbir sebep gerekçesiyle sorumluluğu üzerinden afetzedelerin oylarına atıyor. Evren Balta ve Hatem Efe’nin deprem sonrasında hazırladıkları “Maraş Depremine Yönelik Algı ve Tutumlar: Türkiye’nin Göç Politikası, Demokrasiye Yönelik Algı ve Tutumlar, Milliyetçilik ve Kürt Sorunu” raporunda deprem, siyaset ve toplum arasındaki ilişki biçiminin nasıl biçimlendiğini de görürsünüz: Katılımcıların yüzde 40’ı hükümetin deprem sonrası performansını başarılı bulmuştur.[12] Asrın felaketi ve mücbir sebep politikası günlük siyasetin cari diline tahvil edilebiliyor görünüyor ama hizmet kusuru denen kavram da orada duruyor. Üstelik Danıştay’ın yıllardır verdiği kararlarla bu bir sır bile değil. Deprem bölgesi olarak saptanan alanlarda deprem mevzuatına aykırı yapılaşma, imar afları, yapı ve denetim belgelerine aykırı inşaat ruhsatları verirseniz, oluşan zarardan ve deprem sonrası yıkımdan idare olarak sorumlu olursunuz.

Devletin afet yükümlülüğü, afet öncesi ve sonrasını kapsayan bütüncül bir politika yükümlülüğüydü. Bu yükümlülüğüm birincil sorumlusu elbette AFAD’dı ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle yeniden yapılan AFAD tamamen başkancı bir kurum haline getirilmişti. [13] Örneğin, AFAD’ın da dahil olduğu bir karma işlem olan riskli alan kararı alabilme yetkisi tek başına Cumhurbaşkanı’na özgülenmişti.[14]

Tüm bu olanlarla kültürel hegemonyanın bir başka cephesinin de ilişkisi var üstelik. Tanıl Bora, bu meseleyi bir başka cepheden yazarken şöyle diyordu: “Teşrifata bakın: müdür, başkan, maiyet pohpohu her yerdedir.” Liyakatin nasıl ihmal edildiğini, nobranlığın nasıl hem bir makam mevki hem de itibar ve haklılık nişanı olduğunu anlatıyordu bu yazıda.[15] Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı, yeni İstanbul namzedi Murat Kurum’un eniştesinin AFAD’a nasıl Barınma ve Yapı İşleri Müdürü olduğunu okumamış mıydık?[16] Herkesin bir başkan ya da genel müdür olduğu Türkiye’nin bu yeni yönetim hikayesinde elbette devletin sorumluluğu oy vermeyen vatandaşlara rücu edilebilirdi, kolaylıkla.

Halbuki deprem sonrası yeniden yapılanma sadece teknik bir mesele değildi. Ne hukuki anlamda yerinden yönetim ilkesinin berhava edilmesini meşrulaştırırdı, ne de orada hayatta kalanların oylarına çökebilmek için kullanılabilecek bir bahane olabilirdi. Tanıl Bora’dan ilhamla, artık sadece mülke çökülen rezerv alanları değil, bu alanları yeniden hayata kazandırmanın rüşveti olarak çökülen oylardan da bahsediyorduk bir bakıma. [17] Çökmek fiilinin yeni bir mecrası vardı yani, hak etmediğiniz oylara cebir ve tehdit ile çökmek.

Halbuki deprem sonrası şehir planlıcılığı, bütün bu inşaat makinelerinden, insanların enkazlarına bodoslama dalan rantiye belediyeciliğinden daha başka bir şeydir. Yasın, bireysel olmaması gibi bu mesele de sadece teknik bir mesele değildir. Bölgenin fiziken yeniden yapılandırılması kadar, yerel toplulukların, derneklerin, sivil toplum kuruluşlarının dahlini gerektirir. Sosyal politikaların, hayatta kalanların yaşam kalitesini nasıl arttırabileceğine odaklanılır, suç ve suçluluk analiziyle korunmasız ve güvencesiz bögelerin güvenli alanlar haline getirilmesi sağlanır, deprem sonrası şehrin şekline bakar bu planlama[18] ama elbette insanların yaşama hakkının olduğu bir coğrafyada.

6 Şubat 2024, nehna “biz” demekmiş Arapça’da. Inşaat sesleri, yapı denetim izinlerinin yasadışılığı, imar barışı denilen o şekilsiz şeyin hukuki kılıfları, enkaz kaldırmanın bir şehri enkaza çevirmekle bir olduğu yeniden yapılaşma yaygarası burada dursun ama yas kamusal bir şeydir nihayetinde. Nehna biz demek olduğuna göre, tekil tekil acılardan değil, onların hepsini biricikleştirerek kamusal bir yastan bahsetmemiz gerekir çoğunlukla. Çünkü ancak kamu olduğumuzda, muhatabımız belli olur. Muhatabımızın belli olması, acımızı hafifletmez belki ama yasımızı, tutulabilir bir yas kılar. Nehna, “biz” demekmiş en sonunda.

[1] Odisseus Elitis’in Akıntıya Karşı Şiiri

[2] https://www.nehna.org/

[3] Antakya, Başka Türlü İnsan Nasıl Başa Çıkar Hayatta Kalmakla?, https://www.nehna.org/post/antakya-baska-turlu-i-nsan-nasil-basa-cikar-hayatta-kalmakla

[4] https://www.instagram.com/p/C27LEjIMTSq/

[5] https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/ummugulsum-nine-ve-maras-taki-bosluk,43375 ; https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/yara-sarilan-bir-sey-midir,43395 ; https://t24.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu-yuzlesme/garip-kalan-hatay-yogun-bakimda-olen-hastalar-karistirilan-mezarlar-rant-ve-olum,43404

[6] https://t24.com.tr/video/kayip-yakinlari-isyan-etti-merve-ates-nerede-neden-komisyon-kurmuyorsunuz,59145

[7] https://www.youtube.com/watch?v=uBFgF4Gb0rs

[8] Nevin Güneş, Antakya, Başka Türlü İnsan Nasıl Başa Çıkar Hayatta Kalmakla?, https://www.nehna.org/post/antakya-baska-turlu-i-nsan-nasil-basa-cikar-hayatta-kalmakla

[9] Marguerite Yourcenar, Doğu Öyküler, Çev. Hür Yumer, s. 16.

[10] Yaşar Şatıroglu, Pınar. “Doğal Afetlerde Hak Sahipliği" Kavramının Danıştay Kararları Işığında Açıklanması ve İdarenin Kusur Sorumluluğu Açısından Kavramın Degerlendirilmesi".” Ankara Barosu Dergisi 81, (Deprem Özel Sayısı I, Kamu Hukuku Ekim 2023): 241-267.

[11] Yaşar Şatıroglu, Pınar. “Doğal Afetlerde Hak Sahipliği" Kavramının Danıştay Kararları Işığında Açıklanması ve İdarenin Kusur Sorumluluğu Açısından Kavramın Degerlendirilmesi".” Ankara Barosu Dergisi 81, (Deprem Özel Sayısı I, Kamu Hukuku Ekim 2023): 241-267, s.257 vd.

[12]Türkiye'de Toplum-Siyaset-Devlet İlişkisine Bakmak www.ankaraenstitusu.org/wp-content/uploads/2023/05/turkiyede-toplum-siyaset-devlet-iliskisine-bakmak-yeni.pdf

[13] Sever, Dilşad Çiğdem. “Afet Mevzuatından Kaynaklanan Yapısal Sorunlar: Teşkilat, İmar Afları ve Yapı Denetimi, Ankara Barosu Dergisi 81, (Deprem Özel Sayısı-I Kamu Hukuku Ekim 2023): 269-306.

[14] Sever, age, s. 280.

[15] https://birikimdergisi.com/haftalik/11615/kulturel-hegemonyanin-bir-baska-cephesi

[16] https://www.gazeteduvar.com.tr/akrabalar-afada-atanmis-bakan-soylunun-dunurunun-yegeni-kurumun-enistesi-haber-1604784

[17] https://birikimdergisi.com/haftalik/11592/mulke-cokmek-ve-rezerv-alan

[18] Ludovico, Donato Di et al. “Post-earthquake reconstruction as an opportunity for a sustainable reorganisation of transport and urban structure.” Cities 96 (2020): 102447.

QOSHE - 6 Şubat: “Ben Bugün O Dünkü Ben Değilim” - Işıl Kurnaz
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

6 Şubat: “Ben Bugün O Dünkü Ben Değilim”

7 1
06.02.2024

Nehna, Arapça’da biz anlamına geliyor. Antakya’da bir araya gelmiş Ortodoks, Rum Ortodoks, Arap Ortodoks, Arapça konuşan Ortodoks olarak anılan ve adı tam olarak konulmamış bir topluluğun bu isimde bir platformları var. Adı, nehna[2], söylemiştim “biz” anlamına geliyor.

Biz’in şu günlerde tam olarak nerede aranması gerektiği, neye tekabül ettiği, dokunduğu yerde bıraktığı iz muammadır. Muhtemelen o iz dağılmakta olduğundan, o izin peşine düşmek inşaat ve yeniden yapım sesleri arasında imkansızlaştığından... Ama bir şeyin izlerini aramazsanız unuttuğunuz da epey büyük ve sistematik bir yalandır. Bugün 6 Şubat 2023 depreminin yıldönümü ama hükümetin yeni açılan ihaleler, yeni peyda olan müteahhitler aracılığıyla yeniden yapıma başladığı şu günlerde, depremin izinin hayatta kalan ya da kaybolan insanlarda değil de yerel seçimler için oy görünümünde hatırlatılmaya çalışıldığı, koca bir ülkenin 22 yıllık bir siyasal iktidar tarafından ikincil travmaya maruz bırakıldığı bir yıldönümü bu. Yıl dönmese de olurdu bu şekilde tabii, ama siz izlerini iş makineleriyle silmeye çalışsanız da “Yaramız var hiç geçmeyecek! İzi de yok üstelik, yeri tüm bedenimiz.”[3]

Nehna paylaştı, Elizabet’ın bahurunu.[4] Onlar, geçip giden ruhların, ölenlerin arkasından bir daha bu acıların yaşanmaması için bahur yakıyorlardı. Ağıt yakmakla bahur yakmak arasında muhakkak bir ilişki, bir bağ vardı tabii ama bir yandan da toplumsal ve kolektif olarak sahiplenilmesi gereken yasımız, devlet tarafından sanki kişisel ve tekil birer vakaymış gibi her bir ailenin iç işine hapsediliyordu. Gökçer Tahincioğlu’nun deprem bölgesinden yaptığı haberleri izlemiş miydiniz?[5] Deprem gününde bindirildiği ambulanstan beri haber alınamayan Merve Ateş’in ailesini bazen emniyet arayıp soruyormuş: “Buldunuz mu?”[6] diye. Yasın sadece kişisel değil, toplumsal ve kamusal olduğunu unutuyorsunuz böylece, bahur yakmak gibi, ağıt yakmak gibi sizin kendi tekil ve adli meseleniz oluyor. Yani siz kaybınızı bulmakla yükümlüsünüz.

6 Şubat 2023’ten beri sistematik olarak bir iz kaybettirme politikası işlendi. Bu izler bazen enkazın altında, bazen iş makinelerinin sesinde, bazen oy sandığının gölgesinde kaybedildi. Antakya’da Cebrail Mahallesi’ndeki Emlak Bank Konutları’nda 96 daireden oluşan 6 blok yıkılmıştı, 400 kişinin yaşadığı bloklarda 370 kişi yaşamını yitirdi. Hakkında gözaltı kararı verilen binanın müteahhidi Mehmet Özat izini kaybettirdi. Nasıl izinin bulunduğunu hatırlar mısınız? Kasım ayında depremde yakınlarını kaybeden iki depremzede Ankara’da bir alışveriş merkezinde gezerken gördü Mehmet Özat’ı. Yakalarından tutarak, kaçmasın ve tekrar izini kaybettirmesin diye adeta kolluk görevlisi gibi ona yapışarak yakalattılar Özat’ı.[7] İz böyle bir şeydir çünkü, bazı şeylerin izlerini fiziksel olarak silmeye çalışsanız dahi, iz eğer o insanların tüm bedeni olmuşsa onu kaybettiremezsiniz. İdarenin tüm kusur sorumluluğunu örtbas ederek hikayeyi sanki yeniden yazıyor, şehirleri baştan imar ediyormuşsunuz gibi insanların acılarını sahipsiz bırakırsanız, izler iz olarak kalmazlar. Onlar beden olurlar, “hatta bir ağırlığı var, mesken edindi bedenimizi, 1 yıl oldu hâlâ gitmedi.”[8]

Marguerite Yourcenar’ın bir öyküsünde geçer, “yasal acılar danışmanı”.[9] Kolektif yasın, toplumsal ve kamusal acının bu kadar sahipsizliğe terk edildiği bu coğrayaya pek uymuyor sanırım, çünkü acılar hep devlet dışı bir yere düşüyor. Ama öte yandan depremi bir mücbir sebep değil, bir kamusal mesele olarak ısrarla vurgulamak da gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nden beri bir yapboz haline getirilmiş dağınık deprem mevzuatı bile depremin bu kadar hesapsız ve cezasız bırakılmasına cevaz vermiyor. Depreme ilişkin devletin yükümlülükleri burada dahi depremden önce yerine getirilmesi gereken kolluk faaliyetleri, deprem sırasındaki arama kurtarma ve koruma eylemleri ile depremden sonrayı kapsayan çoklu bir yapılanmayı gerektiriyor.[10] Bu da enkaz kaldırmadan, depremzedelerin can ve mal güvenliğine kadar bir dizi yükümlülüğü imliyor ama öte yandan bugün........

© Birikim


Get it on Google Play