Kasıtlı kabiliyetsizlik haktır
2. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru -kendi iç savaşı dışındaki tüm savaşlara son dakika katılıp kahramanlık hikâyeleri derlemeyi pek seven- ABD’nin askerlerinin “verimi” düşmüş. Hemen bir araştırma ekibi kurmuşlar. Heyete başkanlık eden albay “askerler açıkça kafa tutmak yerine, somurtma, inatçılık, ağırdan alma, kasıtlı bir kabiliyetsizlik ve hareketsizlikle görevden kaçıyorlar” tespitlerini içeren raporu kaşlarını kaldırarak okumuş. Nasıl olur, demiş açıktan gösterilen bir öfkeyle. Almış eline kalemi, bundan böyle somurtmak küllen yasaktır, başlıklı bir genelge yazmış. Genelgede mealen asker dediğin ateş parçası gibi olur, bal arısı gibi çalışır, hepsi birer Kaptan Amerika’dır, denilmiş. Savaş zamanı, durduk yere insanın ölesi gelmez mi canım!
Savaş bitip de tank imalatçıları beyaz eşya, mermi fabrikaları gazlı bez üretmeye geçince elde kalan bu bilgi, emekli general istihdamına özel önem veren sanayinin eline geçmiş. Tak diye emrederim, şak diye yapmayanın aklında hastalık bulurum kafası sivil alana yayılınca işler çeşitlenmeye başlamış. Tabii sivilde kapalı devre genelge işi yok, disiplin koğuşuna “disko” deyip eğlenmek yok, cezalı sandalye veya dolap kapağı da yok. Ama ne var? Tabakalar var. Bu tabakalar arasında da arzın yüzüne ilk çit çekildiğinden bu yana gelen bir husumet var. Eh, tam da savaşın sıcağı bitmiş beraberce soğuklara geçilmiş malum. Bir tabakanın diğer bir tabaka üzerinde tahakküm kurması çok ayıplanıyor. Gerçi “donsuz” tabakasının tahakkümü fena halde ayıplı da pantol külot sahiplerininki doğal kabul ediliyor bir yandan. Gel gör ki tabakalardan biri diyor ki “ulan bu diğer tabaka da hep bize mi abanıyor acaba?”
Gel zaman git zaman televizyondu, dergiydi derken millet kendinde neyin olmadığına da inceden aymaya başlıyor. İçine bir his geliyor, yüreğine bir hırs yerleşiyor. O hırs kimi zaman kine benzer bir duyguya dönüyor. Kasasında oturduğu markette satılanların ne kadarını ücretiyle alamadığı gözünün önünden akıp gidiyor. Garsonluk yaparken millete ikram ettiği yemeklerin ne kadarına aylığının yetmediğini görüyor. Eh böyle olunca sepetleri doldurup gidenlere, kendini orada oturtan hayata bildiğin gıcık olmaya, gözünü devirmeye, işi ağırdan almaya başlıyor. Bir iki derken patron bir katakülli olduğuna ayıyor. Zaten patron dediğin kuruşuna zarar gelecekse hemen hisseder. Koşuyor masasına, bir zamanlar ticaret odasından gönderilen okumadan kaldırıp çekmeceye attığı Patronlar İçin Çalışanların Ruh Hastalıkları Rehberini çıkarıyor. Başlıyor sayfaları çevirmeye. Listeden bakıyor, somurtma, husumet duyma, kendini talihsiz sayma, kaderine küskünlük, kasıtlı kabiliyetsizlik… Buldum! diye bağırarak iniyor merdivenlerden. Sen, diyor kasada oturana bakarak, “Sen bir ruh hastasısın! İşte burada yazmış tek tek, sende bunların hepsi var! Seni güzelce tedavi edeceğim”. Kasadaki içinden geçenleri yutarak bomboş bakıyor, tabii ne yapsın.
Ekmek de isteriz ama gülü de alırız, diyenlerin sayısı arttıkça, rehberi elinde kalan patronlar da karşı hamleler geliştiriyor. Açıktan saldırgan olursak bunların gözü dönüyor, diyorlar. Çalışanların yaka renkleri çeşitlendikçe yollar yordamlar da gelişiyor. Eğitimler, görev tanımları, bitmeyen toplantılar, terapiler, çoklu denetimler, teşvikler, performanslar, hediye çekleri, yemek kartları, bir gülücük, iki sırt sıvazlama… Ama şu değişmiyor: Tırışkadan, saçma bir işi sırf başka çaresi olmadığı için yapmakta olan insanın göğsüne gelip oturan o ağırlık. O ağırlığı atmanın yollarından biri de o iş yapılmadığında hayatta hiçbir değişiklik olmayacağını bilen kişinin, hiçbir beceri gerektirmeyen işine karşı göstereceği kabiliyetsizlik.
(ÖE / AB)
Bugün, yeniden bir “barış süreci” konuşuluyor. Aradan on yıl geçti; kelimeler değişti, aktörler değişti, ama toplumsal zemin aynı soruyu sormaya devam ediyor: Barış, müzakere masasında kurulabilir mi, yoksa adaletin tesis edilmediği bir zeminde senelerdir murat ettiğimiz o güvenli hayatı yani barışı tesis edebilir miyiz?
Ankara Gar Katliamı, 2013–2015 barış sürecinin bitişine kazınmış kanlı bir imzaydı. O gün patlayan bombalar, yalnızca bir süreci değil, sivil iradenin umut kapasitesini de hedef aldı. Şimdi yeniden “barış” konuşuluyorsa, önce o umudun nerede kırıldığını hatırlamak sorumluluğumuz. Çünkü unutulan, yalnızca geçmişin acısı değil; adaletsizliğin sürekliliği.
Hakikat, açıklanmayan dosyalarda, cezasızlıkta, sessizlikte boğuldukça; yeni barış süreçleri de eski suskunlukları devralıyor. Walter Benjamin’in dediği gibi, “tarih, felaketlerin birikimi olarak ilerler.” O felaketleri dönüştürmeden “yeniden başlamak”, aslında aynı döngüye geri dönmektir. Pozitif barış, yalnızca tarafların masada uzlaşması değil; toplumsal belleğin restorasyonudur. Katliamın faili açıklanmadıkça, sorumlular hesap vermedikçe, barış, korku üzerine inşa edilmiş kırılgan bir sessizlik olmaktan öteye geçemez.
Bugün yeniden konuşulan barış, geçmişteki suskunlukları sona erdiriyor mu? “Silahların susması”na hakikatin konuşması eşlik edebiliyor mu? Toplumsal hafıza temizlenmeden, adaletin sesi duyulmadan, barışın sesi de çınlamaz. Bu nedenle barışı kurmak, geçmişi anmakla değil; geçmişi dönüştürmekle mümkündür.
Bir önceki “Eleştiriye Övgü” başlığı altında, “Eleştirisiz toplum, nefessiz demokrasi” adlı yazımda eleştirinin demokrasinin nefesi olduğunu; hakikati söylemenin yalnızca bir cesaret biçimi değil, aynı........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Rachel Marsden
John Nosta
Daniel Orenstein