Kadın, erkek ve herkes: İki, üç, daha fazla direniş
Gezi Direnişi ile ilgili yazımı[1], Beyoğlu’nda işyeri olan bir feminist ve sosyalist kadın olarak yazmıştım. Gezi, altmış küsur yıllık ömrümde gördüğüm, katıldığım en olağanüstü kolektif başkaldırıydı. Tüm ülkede bunun bir parçası olmayı başaran her insan değişti, değiştirdi. Hâlâ semtteyiz. Sonuçta park kazanıldı. Ama o günlerden Saraçhane Direnişi’ne kadar yaşanan ekonomik-politik gelişmelerin bir muhasebesini yapacak olursak, kayıp hanemizin kazanç hanemize göre çok uzun olduğunu görürüz. Nedenleri çok. Belki de “güçsüzdük” deyip geçebiliriz. Ama burada “biz” kipi, boşlukta kalan bir ifade. İktidara karşı bir “biz” olamadık. Olmalı mıydık? Bence evet. “Bunun koşulları yoktu” diyebiliriz. Ne eksikti peki? Bence fabrikalar, tarlalar, siyasi iktidar ve dijital platformlar ve her şey emeğin olmalı şiarını tereddütsüz savunanlar güçsüzdü. Bu düşünce fazla karışık değil, oldukça basit bir yeniden paylaşım ideali aslında. Bu sade fikri, 21. yüzyılın sömürü ve yağma düzenine karşı savunmakta tereddüt etmeyenlerin çoğalması, Saraçhane sonrası ve yüzyılın kalanı için insanlığın tek şansı bence.
2010’da yapılan referandumu AKP, “boykot, evet ve yetmez ama evet” oyları sayesinde kıl payıyla kazandı. Bu, bence ikinci bir 12 Eylül’dü. Yeni bir devir açıldı ve iktidardaki koalisyon, var olan hukuk sistemine egemen olma imkânına kavuştu. Erdoğan o yıl yaptığı balkon konuşmasında epey bir kesime teşekkür etti. Erkek egemen sistem, reisin bakış açısı ile uyumluydu. Sermaye güçleri gidişten memnundu. Kemal Derviş programı devralınmış ve sürdürülmüştür. 2007’de milletin adamları kampanyasında dev posterlerle altı çizildiği üzere AKP, Turgut Özal’ın devamcısıydı.[2] AKP, iktidar koltuğunu umduğundan da geniş bir “toplumsal rıza”nın üstüne kondurmuştu. Nitekim o rahatlıkla sonrasında dili de iyice açılacaktı.
Aralık 2011’de Uludere-Roboski köyü sınırında TSK’nin yaptığı bir bombalama neticesinde 34 sivil hayatını kaybetmiş, protestolar yükselmişti. Bu olay üzerine Erdoğan, “Yatıyor kalkıyor Uludere diyorsunuz, her kürtaj bir Uludere’dir!” diyebilmiş, “kadın-erkek eşit değildir” derkenki rahatlığını bir adım ileri götürmüştü. Kadınlar bu hakareti unutmadılar. 19 Mart 2025’e geldiğimizde Erdoğan’a verilen rızanın küçüldüğünü görebiliyoruz. Ama Saray rejiminin elindeki güç, artık çok büyük. Öyle ki bir sabah, kendisine cumhurbaşkanı adayı olarak rakip olacağı belli olan İstanbul’un seçilmiş belediye başkanını içeri atabildi. Bu nasıl olabildi? Bir dönemleştirme yapmadan anlamak zor.
Ankara’da 2012 yılında yapılmaya başlayan saray, 2014’te açıldı. Çankaya’ya benzemeyeceği belliydi; çok büyüktü. İçinde 7 bin kişi çalışıyor. Türkiye’de artık seçim yapılmayacak mı? Bu, 19 Mart sonrası ciddiye alınacak bir soru hâline geldi. Bir sarayı, bir başkanı, yüzlerce ofisi, uzmanı, danışmanı olan bir yönetim aygıtımız varken neden seçim olsun ki? Hazır dünyada hukuksuzluk yükselen bir normken, bir ülke düşünün ki Ortadoğu ve Asya’da bir alt-emperyalist güç olabilecek; kim gurur duymaz ki? Türkiye’nin her etnisiteden sağcısı bu “imparatorluk” hayaliyle uyuyup kalkmadı mı yıllardır? Birlikte yürünen şirketler ve tarikatlar daha da büyüse, daha geniş alanlarda kâr yapsa fena mı olur? Türkiye’nin holdingleri güçlerine güç katmış, yeni sermayedarlarla uyum içinde yaşayıp gidiyorken, Saray kalıcı hale gelmek, kurucu önderi Erdoğan olan yeni bir anayasa ve bu modelin kalıcılaştığı bir yeni “cumhuriyet” istiyor. Hızla istiyor. Neden? Veya neden olmasın?
Bölgemiz için ABD yönetimindeki koalisyon kuvvetlerinin 2003’te “demokrasi bayrağı” ile başlattığı işgali, bugünkü tabloya ışık tutan bir dönüm noktası olarak görmek gerekiyor. 2001’de Afganistan’ı işgal eden ABD kuvvetleri, 2020’de, kadınlara, değil saçlarını göstermek, burka ile dahi camdan bakmayı yasaklayan Taliban rejimine ülke yönetimini bırakıp gitti. Bu faaliyetinde Dünya Bankası ve Avrupa Birliği yanındaydı.[3] Konu, NATO güvenliği idi. Dünyanın son 40 yılı içinse, Bilsay Kuruç’tan bir alıntı yapmak isterim: “Kapitalizmin senaryosunda toplum yoktur. Serveti büyüterek yaşayanlar ve ücretle geçinenler vardır.”[4] Kapitalizm rakipsiz güçlendiği için mi acaba son kırk yıllın hegemonik “sosyoloji” literatüründe toplumu, iktisat dilinde sömürüyü zorlukla görüyoruz? O yüzden mi “muhalif” siyasette meclis ve seçimler dışındaki devrimci seçenekler gömülüyor? O yüzden mi kadınların kurtuluşu problematiği yerini sadece kişinin kendini inşası ile yer değiştiriyor? O yüzden mi akademide adeta Foucault referansı mecburiyeti var? Sormak durumundayız... Yeni yüzyıl başlarken açılan bir tartışmayı “Toplumsal olanın yokluğunun, Foucault’un cinsiyet/cinsellik formülasyonunu sahiplenen feminist kuramlaştırmalarda özellikle belirgin”[5] olduğuna ilişkin bir tespiti buraya not düşmek istiyorum.
Gezi sonrası her birimizin etrafına tel örgü çitleyen saray rejimi, ufkumuzu kapatan kötü bir gökdelen gibi önümüzde yükseldi. Bir biz varız, bir de onlar. AKP’nin değişmeyen kadın-erkek destekçileri hiç az değil. Onlar, egemen-dinsel ideoloji ile uyumlu kendine özgü “tekçi” bir bakış açısına sahip. Herkes bir merkeze biat etmeli. Evde reis, ülkede reis olmalı. Her dinsel cemaat kendi liderine, onlar da en üstteki egemen ümmetin liderine uymalı. Böyle olursa herkes aklına eseni söyleyemez, ayaklar baş olamaz, çocuklar ahlaksız olmaz, kargaşa olmaz, adetlere uygun olmanın güveni ve cemaatin koruması altında yaşanır gider.
Son olarak Sivas Katliamı’nın 32. yıldönümüne bir gün kala, Beyoğlu’nda Leman dergisine yapılan saldırıda atılan sloganlar, iktidarın her zaman koçbaşı yapabildiği tetikçi-İslamcı toplulukların ideolojik malzemesini önümüze koydu. İstiklal Caddesi’nde ve İmam Adnan Sokak’ta polislerin kontrolü altında “Kemalist köpekler hesap verecek” diye bağırıldı, adeta namaza duruldu. Bu göstericilerin çoğunluğu erkekti, ama içlerinde aynı heyecanla davranan kadınlar da vardı. Bu sokak, o gün bugün, muhtemel bir güç gösterisinin adresi olarak polis işgalinde. Ne Leman dergisinde, ne Beyoğlu’nda, ne orduda, ne iktidarda kelimenin gerçek anlamıyla Kemalist bir güç var. Ama mesela eğer vahiye karşı bilim, dini yasalara karşı laik yasalar yanlısı iseniz, lügatinizde eşitlik kavramı öncelikli ise size bu ülkede, 2000’ler boyunca, sosyoloğundan, kanaat önderine, içişleri bakanından gazetecisine hegemonyayı elinde tutanlar, “Kemalist” dedi durdu. Sanki seçilmiş bir meclis egemenliği öngören burjuva devlet organizasyonu Mustafa Kemal’in icadıymış gibi.
Gezi günlerinde çocuk olan ve AKP’den memnun olmayan gençlik de Saraçhane Direnişi haftasında “madem iktidardakiler gibi olmamanın adı bu” dedi; onca polis yasağı altında en çok taşınan fotoğraf Mustafa Kemal’inki oldu. AKP’nin temsil ettiklerinden ziyade Kemalizm’le uğraşarak kan kaybeden muhalif ideolojilerin boşluğuna yerleşerek, adeta yeniden “totem” oldu.
19 Mart sabahı, Kadıköy’deki evimde seçilmiş belediye başkanının sabaha karşı gözaltına alındığını duyduktan sonra, sizi bilmiyorum ama ben uzun süredir âdetim olmadığı halde aç karnına bir sabah sigarası içtim. Sonra internet haberlerine baktım. CHP ilçe binalarının önüne, parti tarafından yapılmış bir çağrı gördüm. Hava da oldukça griydi o gün. İlçe binasının nerede olduğunu bilmiyordum. Çarşıda oldukça dar bir sokaktaymış, oraya doğru yürürken Bahariye’de TİP ilçe binasının camından sarkıtılmış çok gösterişsiz bir pankart gördüm. Adeta dilek içeren anonim bir çağrı cümlesi, sprey boya kullanılarak, sanki biraz önce yazılmış ve oracığa asılmıştı: “Ses ver Türkiye!”
Açıkçası akşama ülkenin ses vereceğini ummayarak, yürümeye devam ettim. CHP ilçe binasının dış kapısının önünde bekleşenler vardı. Tanıdıklarıma rastladım. Selamlaştık, sarıldık. Sokağa çıkarak itiraz etmekten yılmayan düzen karşıtları bilir, bu tip insanlar bir yere kadar sabırlıdır. Söylenen öğlen saati geldi ve CHP ilçe penceresinden ne ses ne seda çıktı. Aşağıda slogan atmaya başladık. Hatta “CHP buraya!” diye de bağırıldı. Pencereden uzanan bir kafa, kimseyi yukarı alamadıklarını belirtti ve çekildi. Muhalefet partisi, çağrısına uyanları kapıda bekletiyordu. İşte bunlar yine böyle pasifti. Bunu da mı geçiştireceklerdi? Homurdanıldı. Kalabalık biraz çoğaldı. Yorumlara başlandı. Ne yapabilirdik? Derken pencereden öğleden sonra Kadıköy Belediyesi binasının önünde buluşulacağı anonsu yapıldı.
Oradan ayrılırken “kendisine yapılan bu saldırıya CHP’den büyük bir cevap geleceğini bekliyordum” desem, yalan söylerim. “O gece Saraçhane’de kurulan kürsüyü halk örgütledi” diye çok söylendi. Doğru, ama bence direniş, birbirine destek veren üç sütun üzerinde yükseldi. Barikat yıkan sosyalist gençler, akın akın meydana akan halk ve Özgür Özel ekibinin liderliğindeki kürsü. Hepsi hareket içinde bir toplam oluşturacaktı. Ama İstanbul Üniversitesi’nin önünde buluşmayı ve polis barikatını aşarak Saraçhane’ye doğru yürümeyi başaran kızlı erkekli gençler olmasa, Saraçhane Direnişi diye tarihe geçen akşamlar, öyle güçlü ve büyülü olmazdı. Orası kesin.
İstanbul’da yaşayanlar diploması iptal edilen İmamoğlu’nun gözaltına alınması ile yeni bir dönemin başladığını günlük hayatlarında hissetmişlerdi. O sabah sosyal medya ağları daraltılmış, şehir içi ulaşıma yasaklar gelmişti. Valilik, her türlü gösterinin günlerce yasaklandığını ilan etmişti. O direniş haftasında belediye binasının etrafında değişik yaş ve sınıftan yüzbinlerce insanın nasıl bir öfke ve umut arayışı ile bir araya geldiğine, kendimce aktif olarak tanık oldum.
Bozdoğan Kemeri önünde devletin cebrine karşı çıkan kızlı-erkekli gençleri, onlarla adeta birlikte nefes alarak fotoğraflayan dostlarımdan dinledim. Polis onları döverek kovalarken, ayaklarından çıkan ayakkabılarını, ertesi gün her zaman direndikleri yerde dev bir yığın yaparak sergiledikleri an, öfkeleri kadar güçlü azimleri de olduğunu anladım. Üniversite mezuniyet konuşmalarında, girip okuması başarı ve para gerektiren lise-üniversite bahçelerinde, kapılarında, duvarlarında cesaretle AKP düzenini eleştiren gençler, her şehirde boy gösterdi.
Saraçhane Direnişi akşamlarında, Bozdoğan Kemeri tarafında öğrenci ve öğrenci olmayan gençler, misal moto-kurye, garson, manikürcü, depocu, kasiyer, çırak, teknisyen, büfeci gençler ve bazı “serdengeçtiler” hep beraber, polise karşı direndiler. Bu farklı semt, sınıf ve muhtemel ki farklı etnisitelerden gelen gençler, birbirlerini hoş tuttular, diploma ve oy hırsızlığı ile zirve yapan despotizme karşı çıkmanın şenliğini yarattılar ve bize armağan ettiler. Hedefleri, iktidarın bu şedit saldırısını durdurmaktı. “Hak, hukuk, adalet”, “Diplomasız Erdoğan”, “Zıpla zıpla!” hep beraber atılıyordu.
Şehirli-seküler-Türk milliyetçisi diye tanımlayabileceğimiz bazı gençler topluca Atatürk’ün andını okurken, bazılarının motivasyonu ise bol bol küfretmek ve bazılarının ki de Abdullah Öcalan’a küfretmekti. Bozdoğan Kemeri, Gezi Parkı gibi direnişçiler arası forumlara, atölyelere, toplantılara dayanan bir etkilenme ortamı yaratamıyordu. Dolup boşalıyorlardı. Ama gazdan sudan zarar görenlerin yardımına koşan gruplar vardı ve tepelerinde “healer” başlığı taşıyan herkese koşuyorlardı. Netice olarak kalabalık çok cesur ve büyüktü ve “Korkma la! Biziz, halk!” diyorlardı.
Feministler grup olarak alana girdiklerinde, alanda eksik olan renkleri ve bakış açısını sundu. İktidar kadın, erkek, eşcinsellere ve translara saldırırken karşısında sadece feministleri bulmamalı. Ayrıca muhakkak ki feministlerin tek işi meydanlarda cinsiyetçi söylemleri düzeltmek değil. Ama keşke buna ihtiyaç olmasaydı artık. Sonrasında feminist yayınlarda “İsyanın dili nasıl olmalı?” sorusu ele alındı.[6] Direniş bittiğinde insanlar işine, gücüne, sınıfına, çilesine geri çekildi.........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein
Beth Kuhel