2023’ün son günlerinde küçümsenemeyecek bir skandal yaşadık. Fenerbahçe ile Galatasaray’ın Suudi Arabistan’ın (SA) başkenti Riyad’da oynayacağı süper kupa maçı iptâl edildi. Kamuoyuna yansıyan gerekçelere göre SA yetkilileri, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın maça (veyâ, kimilerine göre maç öncesi ısınma hareketlerine) üzerinde Atatürk posterli formalarla ve Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerinin yazılı olduğu dövizlerle çıkmalarını kabûl etmemiş, bunun üzerine kulüp yetkilileri maçı oynamayacaklarını bildirmişler. Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un, bu bağlamda söylediği aktarılan “Atatürk yoksa Türkiye yok, Türkiye yoksa biz de yokuz!” sözleriyle duruma karşı çıktığı da yazılanlar arasındaydı.

Bu skandalın kamuoyunda hayli tartışma yaratması ne kadar normalse, tarafların resmî ve ayrıntılı açıklamalarla sorunu şeffaf biçimde sergilememeleri o kadar yadırganması gereken bir tavırdır. Ayrıca, bu hâdise sırasında ortaya konulan tepkilerin ortalığa saçtığı bir takım yaklaşımlar da siyâsî iklim bakımından çok vahim özellikler taşımaktadır. Her şeyden önce, SA yetkililerinin Atatürk’e karşı çıkmalarından “Araplar”ı sorumlu tutan açıkça “ırkçı” yaklaşımların hayli yaygın olduğunu ve benimsendiklerini öncelikle tesbit etmeliyiz. SA yetkililerinin Atatürk posterli formalara ve Atatürk’ün sözlerinin yer aldığı dövizlere izin vermemesi ne kadar kınanması gereken bir tavırsa, SA yönetimine gösterilmesi gereken tepkinin “Araplar” genellemesi altında ırkçı bir dille ortalığa saçılması da o kadar lânetlenmesi gereken bir başka uç yaklaşımdır. Irkçılığın mâzereti olmaz, olamaz.

Skandalın bir diğer veçhesi ise, muhalif kamuoyunda Atatürk etrâfında yeniden bir kenetlenme yaratması. Bununla birlikte, iktidar kanadının da bu konuda duyarsız kalmadığı, Atatürk’e sâhip çıkma konusunda muhalif kesimlere meydanı bırakmak istemediği de gözlenmektedir. Böylece, bu skandal üzerinden bir kez daha muhalefet de iktidar da Atatürkçülük üzerinden siyâset sahnesinde yerlerini almış olmaktadırlar. Muhalefetin bir bölümü, hayli naif bir tarzda, buradan yeni bir “Gezi ruhu” türetme itimâlini bile dile getirmek istemiş, iktidar da -kimbilir, belki biraz da bu “naif” ihtimâlin etkisiyle olsa gerek- “siyâsî istismara izin veremeyiz” yaklaşımıyla Atatürk’e sâhip çıkmakta gecikmemiştir.

“ATATÜRK’E NASIL BAKMAK?”

Mete Tunçay, yaklaşık olarak 46 yıl önce, Toplum ve Bilim dergisinin dördüncü sayısında, “Atatürk’e Nasıl Bakmak” başlıklı bir makale yayınlamıştı. Mete Hoca’nın bu makaledeki yaklaşımı, Atatürk’ün bir tabu hâline getirilmesine karşı çıkmak ve akılcı, eleştirel düşünce ilkelerine uygun olarak, Atatürk’ün görüşlerinin ve eserlerinin daha ileri ve özgürlükçü gelişmeler yönünde aşılması gerektiğini vurgulamak biçiminde özetleyebilirim. Mete Hoca’nın bu yaklaşımı, tahmin edilebileceği gibi, o dönemin ödünsüz Atatürkçüleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve hattâ “Atatürk düşmanlığı” gibi suçlamalara dahi konu edilmiş ve çok uzun sürmeyen ama Hoca’nın cevaplarını da içeren bir polemik de yaşanmıştı.

Süper kupa ile ilgili olarak yaşanan skandal, Atatürk konusunda aradan geçen yarım asırdan sonra, bugün çok farklı bir noktada olmadığımızı gösteriyor. Atatürk, iktidârın da muhalefetin de tartışmasız bir biçimde sâhiplenilmesi gereken bir değer olarak “birleştirici” özelliğini koruyor. Ancak, bu çok yüzeysel bir birleştiricilik çünkü, somut siyâsî sorunlar gündeme geldiğinde, iktidar ile muhalefet arasında ciddî ayrılıkların olduğu ve bu ayrılıkların da “Atatürk Cumhuriyeti” kavramı temelinde dile getirildiği bilinmeyen bir husus değil. Bu bağlamda, muhalefetin iktidâra yönelttiği en büyük suçlamanın, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’i tahrip etmek biçiminde ifâde edildiğini sık sık gözlemlemekteyiz.

Bunların başında “lâiklik” konusundaki duyarlılık gelmekteyse, ikinci olarak bağımsızlığın aşındırılması ve emperyalizme teslimiyet gibi temalara da sık sık rastlanıyor. İktidar bloku da, buna karşılık, Atatürk’ün çağdaş ve güçlü bir Türkiye hedeflediğini ve kendilerinin de bu hedefi gerçekleştirmeye çalıştıklarını ve bunu başardıklarını ileri sürüyor. İktidar açısından an önemli başarılar da altyapı, “savunma sanayii” ve “aktif dış politika” gibi alanlarda sergileniyor.

Buna göre, Türkiye siyâsetinde Cumhuriyet’in tek-parti dönemine dek geriye giden bir kapsayıcı ideolojinin, önce Kemalizm sonra da Atatürkçülük adı altında, muhalif veyâ muktedir, yaygın siyâsî aktörlerce benimsenmiş olduğu, çoğulculuktan uzak bir ortamın hâlâ hâkimiyetini koruduğu söylenebilir. Elbette, dönemlere göre belirleyebileceğimiz bâzı önemli farklılıkları ihmâl edemeyiz. Hattâ, bu dönemsel farklılıkların bugün üzerinde ciddî olarak durulduğunda farklı siyâsî görüşlerin ortaya çıkmasına imkân veren bir zemin işlevi gördüğünü de belirtmek durumundayız.

DEVLETİN İDEOLOJİSİ: DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK

Türkiye Cumhuriyeti, saltanatın yıkılması üzerine ve “millî egemenlik” temeline dayanan bir “ulus-devlet” olarak kurulduğunda, yeni bir meşrûiyet zeminine de ihtiyaç duyuyordu. Devletin son kertede hanedânla özdeşleştiği monarşiden Cumhuriyet’e geçiş, “cumhur”un, yâni halkın veyâ milletin “kimliği”nin belirlenmesini de gerektiriyordu. Bu belirlemeyi ve bu belirleme üzerinden toplumun “geçmiş-bugün-gelecek” doğrultusu üzerindeki ilerleyişini ifâde etmek üzere ortaya atılan ilk ideolojinin adı Kemalizm’di.

Tek-parti döneminde, “yalnız şu ân için değil, geleceği de kapsayacak olan tasavvurlar”ın ifâdesi olan Kemalizm’in bir “ideoloji” olmadığını düşünen hayli saygın sosyal bilimciler bulunmaktadır. İdeoloji sözcüğünün küçültücü, pejoratif anlamlarından kaçınmak isteyenlerin bâzen “felsefe” terimine müracaat ettiklerini de biliyoruz. Son dönem politikacıların da sık sık “Cumhuriyet’in kurucu değerleri” diye dile getirilen bu “felsefe”in doğrudan Atatürk’ün kişiliği ile de özdeşleştirildiğine zaman zaman tanıklık ediyoruz. Felsefenin ve ideolojinin kavram olarak “dünyâ görüşü” anlamında kullanıldığını hatırlatarak, bu ikisi arasında çok da büyük bir fark görmemek gerekir diyebiliriz. Bununla birlikte, devletin cebir unsurunun devrede olduğu bir siyâsî icraat ile oluşturulmak istenen bir toplum tasavvuru vâr olduğu için, burada açık bir “ideoloji”, hattâ bir “devlet ideolojisi”, ya da “resmî ideoloji” olduğu da kanımca inkâr edilemez.

Formülâsyonu daha eskiye gitmesine rağmen, bu ideolojinin Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in Atatürk soyadını aldığı 1934’ten kısa bir süre sonra, 1935’te Kemalizm olarak nitelendirildiğini ve Atatürk’ün de bu adlandırmaya îtiraz etmediğini belirtmeliyiz. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Altı Oku ideolojisinin ilk formülâsyonunun adı olan Kemalizm’in içeriğinin somut politikaları da belirleyici olmak anlamında bir öğretiye dönüşmediği yolunda yaygın bir karşı çıkış olsa da, bunun “ideoloji” teriminin kullanılmasına engel olmayacağını düşünüyorum.

Atatürk’ün ölümünden sonra, Millî Şef döneminde, Millî Şef İnönü’ye karşı çıkmanın tehlikeli olduğu bir ortamda, İnönü’ye muhalif olanların kendilerini “Atatürkçü” diye nitelemeye yöneldiklerini biliyoruz. Bununla birlikte, Kemalizm gibi bir “izm” olarak “Atatürkçülük” teriminin çok partili siyâsî hayatta yaygınlaştığını gözlemlemekteyiz. Son olarak, Atatürkçülük terimini Kemalizm yerine Cumhuriyet’in resmî ideolojisi olarak açıkça formüle eden 12 Eylül askerî rejimi olmuştur. 1980 sonrasında Genelkurmay’ın yayınladığı kitaplarla, Cunta’nın yarattığı yeni bir kurumlaşma olarak Atatürk Kültür Dil ve Târih Yüksek Kurulu bünyesinde yapılan çalışmalarla da desteklenmiş olan Atatürkçü Düşünce Sistemi, devletin yeni resmî ideolojisi olmuştur. Bu kitaplarda parantez içinde “Kemalizm” teriminin de kullanılmış olması, bir devamlılığı da göstermektedir.

KEMALİZM’DEN “ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ”NE NE DEĞİŞTİ?

Askerî rejimin formüle ettiği “Atatürkçü düşünce sistemi”nde, Kemalizm’e göre farklı olan unsurlar hangileridir?

İlk ve en belirgin farklılık “lâiklik” ile ilgilidir ve bu farkı Diyânet İşleri’nin yeniden örgütlenmesinde görebiliriz. Cumhuriyet’in îlânından ve Hilâfet’in ilgâsı ile birlikte kurulan Diyânet İşleri Başkanlığı, ilk dönemde toplumun dinî pratikler alanını kontrol altında tutmak ve dinî duygu ve değerlerin siyâset, yâni özellikle yasama ve yargı alanlarına sirâyet etmemesini sağlamak için düşünülmüş bir kurumlaşmaydı. Çok partili düzene geçiş evresinde, din ile ilgili alanların bu şekilde dışlanmasının olumsuz sonuçlarından korunma kaygısıyla bu yaklaşımın değişmeye başladığı, 1950-1980 arasında da Diyânet’in kontrol işlevine ek olarak bir “din hizmetleri örgütü” olarak belirdiği ve bu işlevine uygun olarak da büyüdüğü gözlenmektedir.

Diyânet’in bu şekilde bir “kamu hizmeti örgütü” olarak büyümesi, birkaç faktörün katkısıyla gerçekleşmiş gibi görünüyor. Bunlardan ilki, Cumhuriyet’in meşrûiyet temeli olan “millî kimliğin” “İslâm’ı dışlayamayacağını kabûl eden milliyetçilik tarzının (milliyetçi-muhafazakâr veyâ Türk-İslâm sentezi ideolojisinin) Türkiye siyâsetine hâkim olmasıdır. Bu hâkimiyet, Kürt halkının varlığını kabûl etmeyen ve kurumsallaşmış sünni İslâm dışındaki tüm grupları, gayrimüslimlerle Alevîleri resmen dışlayan devlet pratiğince de onaylanmıştır.

12 Eylül rejimi, 1950-1980 arasındaki gelişmelerin ürettiği bu temel yaklaşımı devlet ideolojisine dönüştürmüş ve buna “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adını vererek, tüm yüksek öğretim kurumlarında her dönem okutulması zorunlu kabûl edilen Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Târihi dersleri ile bir “endoktrinasyon” pratiği başlatmıştır. Alparsan Türkeş’e atfedilen “ben hapisteyim ama fikirlerim iktidarda” deyişini doğrulayan bu ideolojinin en önemli yansıması, 1982 Anayasası’ndaki iki maddede görülebilir. Bunlardan ilki, Türkçe dışındaki dillerin “anadili” olarak eğitimde kullanılamayacağı maddesi (bu madde Türkiye’nin anayasa târihinde bir ilktir) ve Diyânet’e “milletçe bütünleşme ve dayanışmayı sağlama” görevini veren düzenlemedir.

Bu, orijinal Kemalizm’in Diyânet’e “İslâm’ı politikaya karıştırma” direktifini verdiği yaklaşımla kıyaslandığında, çok önemli bir ayrımdır. Kemalizm’in orijinal Diyânet tasavvuru da siyâsî bir nitelik taşımaktadır, bunu inkâr edemeyiz. Ancak, 12 Eylül’ün Atatürkçü Düşünce Sistemi, Diyânet’e siyâsî düzeyde aktif bir rol vermekte ve bu rolü Anayasa’ya zorunlu ders hükmü ile dâhil ettiği “din kültürü ve ahlâk bilgisi” tedrisâtı üzerinden de ayrıca pekiştirmektedir.

Bugünkü iktidar bloku, aslında 12 Eylül’ün açtığı yolda Diyânet’e daha ileri düzeyde bir rol vermektedir ama, özde 12 Eylül’ün “Atatürkçü Düşünce Sistemi” ile bir çatışma olduğunu ileri süremeyiz.

SORULAR

Şimdi, Atatürk ve Atatürkçülük temelinde iktidara muhalefet eden kesimlere yöneltmemiz gereken bâzı sorular olduğunu düşünüyorum. Şöyle:

Bu soruların yanıtları samimiyetle düşünüldüğü zaman ve ancak o zaman, iktidar ile muhalefet arasında Atatürk konusundaki sâhici farklılığın ortaya çıkacağı açıktır.

Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

QOSHE - İktidar da, muhalefet kadar Atatürkçü imiş; fark yok mu gerçekten? - Levent Köker
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

İktidar da, muhalefet kadar Atatürkçü imiş; fark yok mu gerçekten?

54 1
02.01.2024

2023’ün son günlerinde küçümsenemeyecek bir skandal yaşadık. Fenerbahçe ile Galatasaray’ın Suudi Arabistan’ın (SA) başkenti Riyad’da oynayacağı süper kupa maçı iptâl edildi. Kamuoyuna yansıyan gerekçelere göre SA yetkilileri, Fenerbahçe ve Galatasaray’ın maça (veyâ, kimilerine göre maç öncesi ısınma hareketlerine) üzerinde Atatürk posterli formalarla ve Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerinin yazılı olduğu dövizlerle çıkmalarını kabûl etmemiş, bunun üzerine kulüp yetkilileri maçı oynamayacaklarını bildirmişler. Fenerbahçe Başkanı Ali Koç’un, bu bağlamda söylediği aktarılan “Atatürk yoksa Türkiye yok, Türkiye yoksa biz de yokuz!” sözleriyle duruma karşı çıktığı da yazılanlar arasındaydı.

Bu skandalın kamuoyunda hayli tartışma yaratması ne kadar normalse, tarafların resmî ve ayrıntılı açıklamalarla sorunu şeffaf biçimde sergilememeleri o kadar yadırganması gereken bir tavırdır. Ayrıca, bu hâdise sırasında ortaya konulan tepkilerin ortalığa saçtığı bir takım yaklaşımlar da siyâsî iklim bakımından çok vahim özellikler taşımaktadır. Her şeyden önce, SA yetkililerinin Atatürk’e karşı çıkmalarından “Araplar”ı sorumlu tutan açıkça “ırkçı” yaklaşımların hayli yaygın olduğunu ve benimsendiklerini öncelikle tesbit etmeliyiz. SA yetkililerinin Atatürk posterli formalara ve Atatürk’ün sözlerinin yer aldığı dövizlere izin vermemesi ne kadar kınanması gereken bir tavırsa, SA yönetimine gösterilmesi gereken tepkinin “Araplar” genellemesi altında ırkçı bir dille ortalığa saçılması da o kadar lânetlenmesi gereken bir başka uç yaklaşımdır. Irkçılığın mâzereti olmaz, olamaz.

Skandalın bir diğer veçhesi ise, muhalif kamuoyunda Atatürk etrâfında yeniden bir kenetlenme yaratması. Bununla birlikte, iktidar kanadının da bu konuda duyarsız kalmadığı, Atatürk’e sâhip çıkma konusunda muhalif kesimlere meydanı bırakmak istemediği de gözlenmektedir. Böylece, bu skandal üzerinden bir kez daha muhalefet de iktidar da Atatürkçülük üzerinden siyâset sahnesinde yerlerini almış olmaktadırlar. Muhalefetin bir bölümü, hayli naif bir tarzda, buradan yeni bir “Gezi ruhu” türetme itimâlini bile dile getirmek istemiş, iktidar da -kimbilir, belki biraz da bu “naif” ihtimâlin etkisiyle olsa gerek- “siyâsî istismara izin veremeyiz” yaklaşımıyla Atatürk’e sâhip çıkmakta gecikmemiştir.

“ATATÜRK’E NASIL BAKMAK?”

Mete Tunçay, yaklaşık olarak 46 yıl önce, Toplum ve Bilim dergisinin dördüncü sayısında, “Atatürk’e Nasıl Bakmak” başlıklı bir makale yayınlamıştı. Mete Hoca’nın bu makaledeki yaklaşımı, Atatürk’ün bir tabu hâline getirilmesine karşı çıkmak ve akılcı, eleştirel düşünce ilkelerine uygun olarak, Atatürk’ün görüşlerinin ve eserlerinin daha ileri ve özgürlükçü gelişmeler yönünde aşılması gerektiğini vurgulamak biçiminde özetleyebilirim. Mete Hoca’nın bu yaklaşımı, tahmin edilebileceği gibi, o dönemin ödünsüz Atatürkçüleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve hattâ “Atatürk düşmanlığı” gibi suçlamalara dahi konu edilmiş ve çok uzun sürmeyen ama Hoca’nın cevaplarını da içeren bir polemik de yaşanmıştı.

Süper kupa ile ilgili olarak yaşanan skandal, Atatürk konusunda aradan geçen yarım asırdan sonra, bugün çok farklı bir noktada olmadığımızı gösteriyor. Atatürk, iktidârın da muhalefetin de tartışmasız bir biçimde sâhiplenilmesi gereken bir değer olarak “birleştirici” özelliğini koruyor. Ancak, bu çok yüzeysel bir birleştiricilik çünkü, somut siyâsî sorunlar gündeme geldiğinde, iktidar ile muhalefet arasında ciddî ayrılıkların olduğu ve bu ayrılıkların da “Atatürk Cumhuriyeti” kavramı temelinde dile getirildiği bilinmeyen bir husus değil. Bu bağlamda, muhalefetin iktidâra yönelttiği en büyük suçlamanın, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’i tahrip etmek biçiminde ifâde edildiğini sık sık gözlemlemekteyiz.

Bunların başında “lâiklik” konusundaki duyarlılık gelmekteyse, ikinci olarak bağımsızlığın aşındırılması ve emperyalizme teslimiyet gibi temalara da sık sık rastlanıyor.........

© Artı Gerçek


Get it on Google Play