İşler iyiye gitmiyor. Uzun bir zamandır gözlenen neo- veyâ post-faşist hareketlerin yükselişine şimdi, hayli köklü ve sağlam zannedilen anayasal demokrasiler de ayak uydurmaya başladı. Hem ulusal ölçekte ve hem de Avrupa Birliği (AB) gibi ulusalüstü (supranational) bir yapılanma, küresel ölçekte kabaran faşist dalgadan kaçamadı. Bütün bunlar, bu “yerleşik demokrasiler”in önemli bir bölümünde “demokrat” diye nitelenebilecek siyâsî kadrolar iktidardayken oluyor. Sonuçta, geldiğimiz noktada, hem ulusal, hem uluslararası düzeyde ortaya çıkmış olan politik manzara, “insan haklarına dayalı hukuk düzeni”nin etkisizleşmesi.

Türkiye, bu açıdan iyi bir örnek. Uzun bir süredir, hukuka uygun hareket eden bir devlet düzeninin yerine, hukukla kendi çıkarına göre “seçmeci” bir ilişki kurmayı tercih eden bir politikanın egemenliği söz konusu. Bunun en önemli göstergelerinden biri, “tümüyle politik mülâhazalarla” uygulanmayan mahkeme kararları. Elbette, tırnak içinde aldığım ifâde benim yorumum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) veyâ Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarını uygulamayanların “hukukî” bir kılıf içinde dile getirdikleri gerekçeleri var. Ancak, bunların “gerçekten hukukî” gerekçeler olmadığını biliyoruz. Benim “öznel yorumum” dışında, kararları uygulanmayan bu mahkemeler, uygulamama gerekçelerinin hukukî olmadığına da karar vermiş bulunuyorlar.

Sonuç değişmiyor. Politik takdir gücü, hukukun gücüne gâlip geliyor. Uluslararası politikada da bu açıdan bir benzerlik var. Orada da devletler, uluslararası hukukla, kendi politik değerlendirmelerine göre “seçmeci” bir ilişki kuruyorlar. Örneğin Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına gösterilen tepkinin bir benzeri, hattâ belki de daha şiddetlisi İsrâil’in Gazze’de uyguladığı “toplama kampı-soykırım” çizgisindeki politikaya gösterilmeliyken, tam tersi oluyor, İsrâil’e destek veriliyor. Hem de, ideolojik plânda yer yer çok açık bir ırkçı söylemin eşliğinde.

ULUSLARARASI POLİTİKA: GÜÇ MÜ, HUKUK MU?

Kırılma noktası, öyle sanıyorum ki 11 Eylül 2001’de, New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırı. Bu târihten sonra, ABD yönetiminin geliştirdiği “önleyici vuruş” (preemptive strike) politikası, İkinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra yerleştirilmeye çalışılan “savaş karşıtı” dünyâ düzenini etkisizleştiren bir yaygınlık gösterdi. Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün bu açıdan en önemli iki dayanağı, “saldırı savaşı”nın ve “savaşla toprak kazanma”nın etkili bir biçimde yasaklanmasıydı. ABD’nin “yalan” olduğu sonradan ortaya çıkan “kitle imha silâhları”nın varlığını gerekçe göstererek ve 1991’den farklı olarak, herhangi bir BM kararına da dayanmaksızın giriştiği Irak harekâtı (2003) burada kaydedilmeye değer. Bu sıralarda, dönemin ABD Başkanı G. W. Bush tarafından sarfedilen, “uluslarası hukuk mu dediniz, çok korktum!” şeklindeki “sarkastik” ifâdeyi unutmuş olamayız.

Hukuk tahsili yapmış olanlar bilirler. Uluslararası hukuk veyâ bir diğer adıyla “devletler hukuku”, diğer hukuk dallarından farklıdır. Öylesine farklıdır ki, uluslararası hukuka hukuk denip denmeyeceği bile şüphelidir. Çünkü hukuk, özünde kişilerin davranışlarını düzenleyen kurallardan ve bu kuralların çiğnenmesi hâlinde de uygulanacak olan “müeyyideler”den oluşur. Güncel ifâdeyle, hukuku ihlâl ediyorsanız, bunun bir “yaptırım” olmalıdır. Yaptırımsız hukuk, hukuk değildir. Uluslararası hukuk, bu açıdan zayıftır, müeyyide ya yoktur ya da etkili değildir. Uluslararası hukukun muhatabı olan kişiler, öncelikle “tüzel kişi” olarak devletlerdir ve devletlerin uluslararası hukuku ihlâl etmeleri hâlinde, mutlaka bir müeyyide ile karşılaşmaları gerekir. Ancak, pratikte bu müeyyideler her zaman uygulanmamakta veyâ uygulanamamakta yâhût, uygulandığı zaman da etkili olamamaktadırlar.

Bush’un uluslararası hukukla resmen ve alenen alay eden yukarıdaki sözü bu açıdan manidardır. Bu küstah ve “hukuka saygısız” yaklaşımı pekiştiren ve uluslararası hukukun gerçekten etkili bir hukuk niteliğinde olmadığını ortaya koyan, târihî ve çağdaş pek çok örnek verebiliriz. Ancak, asıl işâret etmek istediğim sorun başka. ABD, güçlü bir devlet ve bu gücüne dayanarak uluslararası hukuku ihlâl ediyor ve kimse de bir şey yapamıyor. Benzer bir husus, dünyâ politikasının bir diğer güçlü devleti olan Rusya için de geçerli. Herkesin gözü önünde Kırım’ı Ukrayna’dan koparıp ilhak etti ve şimdi de Ukrayna topraklarına saldırıp oradaki askerî varlığını ve savaşı devam ettiriyor. “Etkili” bir müeyyide var mı?

Uluslararası hukukun etkili bir biçimde uygulanabilmesinin, özellikle saldırı savaşı, savaşla toprak kazanılması gibi kritik önem taşıyan yasaklamalar için BM’in devreye girmesi şart. Bunun için de, BM Güvenlik Komseyi (BMGK), beş dâimî üyenin oybirliğiyle karar almalı, bu olmayınca BM devreye giremiyor. Kazara olur da devreye girerse de, her zaman etkili olamıyor, yâni BM’in “gücü” yetmiyor. Çünkü, BM merkezli uluslararası örgütlenmenin temelinde, İkinci Dünyâ Savaşı’nın gâlip devletlerinin etkili olduğu ve bu nedenle, son tahlilde “güç” esâsına göre işleyen bir mekanizma var. Buna karşılık, insan hakları ile ilgili onlarca uluslararası hukuk normunu uygulamaya çalışan ve bu bakımdan da ciddî bir hukuk temeline oturan bir örgüt BM. Bunda, 1918-1945 arasında yükselen faşizmin dünyâyı insanlık için cehenneme çeviren tecrübesinin büyük rolü var. Faşizme karşı mücâdelede gâlip gelenlerin de, dolayısıyla bu yeni uluslararası düzende etkili olmaları bir açıdan normal.

Ama, BM ve mevcut diğer bölgesel uluslararası örgütlenmeler, devletler arasındaki ilişkileri güç temelinden çıkarıp hukuk zeminine oturtmak için bir ölçüye kadar etkili olabildiler ama, bugün gelinen noktada alarm verici olan husus, 2001’den bu yana gelişen süreçte, insan haklarına dayalı anayasal hukuk devletini benimsemiş olan devletlerin, tam da bu benimsedikleri anlayışın karşıt kutbunda davranmaları.

BATI’NIN YERİNE DOĞU MU?

Bugünkü manzara, buraya kadar “insan haklarına dayalı anayasal hukuk devleti” olarak, biraz uzunca bir nitelemeyle anlatmaya çalıştığın devletlerin uluslararası politikadaki barış ve hukuk temelli kazanımları havaya uçurma tehlikesini büyüten bir biçimde, çıkar ve güç odaklı davranışlara yönelmeleri. Bu devletlerin çok ama çok büyük bir bölümü bâzen “Batı” teriminin altına yerleştiriliyorlar. Tabiî, biliyoruz ki buradaki Batı terimi, cağrafî bir terim değil. Coğrafî olarak baktığımızda, bütün Avrupa “doğu”dadır. Ama biz, büyük harfle ve ekonomik, kültürel ve politik anlamda “Batı” dediğimizde, öncelikle “Batı Avrupa” yı kasdetmekteyiz.

Batı Avrupa’nın buradaki tartışma konumuz bakımından önemi, 17. yüzyılın ortalarından başlayıp, 19. yüzyıl sonlarında iyice belirginleşen bir biçimde, “uluslararası ilişkiler”i “(ulus-)devletler arası ilişkiler” olarak bir düzene oturtma girişimlerinin merkezinde yer almasındandır. 1648 Westphalia’dan başlayıp 1945 BM’in kuruluşuna kadar geçen üçyüz yıllık sürede şekillenen bir “egemen devletler düzeni”nden söz ediyoruz. Bu düzenin temelinde yatan kabûl, uluslararası ilişkilerin ve dolayısıyla bu ilişkileri düzenleyen kurallar sistemi olarak uluslararası hukukun, “egemen devletler” arasındaki “yapılageliş” ve “andlaşma” kurallarına göre şekillendiğidir.

“Egemenlik”, sınırsız bir devlet kudretini ifâde ettiğinden ve devletler de kendi “egemen irâde”leriyle kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi seçecekleri için, tüm devletler üzerinde konumlanan ve onlara hükmedebilen bir üst iktidar, yâni bir “dünyâ devleti” de olmadığı için, bu potansiyel olarak, “anarşik” bir düzendir. Egemen devletler, güçleri oranında kendi egemen irâdelerine göre davranabilme imkânına sâhiptirler. Uluslararası hukuk, aslında, bu yaklaşıma göre, güç temelli olarak ve devletlerarasındaki güç ilişkilerinin dengesini yansıtan bir dizi uzlaşmanın ürünüdür.

Bu yorum, bugünkü gelişmeler karşısında, “doğru” gibi görünmektedir çünkü, gücü yeten devlet, kendi menfaati doğrultusunda hareket edip, uluslararası hukuk kurallarını çiğnemekte hattâ ve de üstelik göstere göstere soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçu kategorilerinden herhangi birine girebilecek onlarca, yüzlerce, binlerce … eylemin sorumlusu olabilmekte ve bundan çekinmemektedir.

Demek ki, Batı Avrupa’dan başlayıp Kuzey Amerika’ya ve oradan tüm dünyâya yayılan bu “egemen (ulus-)devletler arası ilişkiler düzeni”ni değiştirmek, bunun yerine başka bir uluslararası ilişkiler düzeni tasavvur etmek gerekmektedir. Gerçi, son zamanlarda, özellikle de 1945 sonrasında, “insan hakları hukuku” ve “insancıl hukuk” da dâhil olmak üzere pek çok alanda yeni ve hak temelli bir uluslararası düzenin belirginleştiğini, bunun sonucunda uluslararası hukukta devlet dışındaki gerçek ve tüzel kişilerin de etkili bir biçimde yer almaya başladıklarını biliyoruz. Kezâ, Avrupa başta olmak üzere, BM’in dışında bölgesel ve ulusalüstü insan hakları temelli örgütlenmelerin de geliştiğini gözlemliyoruz. Ama, bunların yeterli olmadığı da görülüyor.

O zaman, acaba “Batı merkezli” ve hattâ “Batı merkezci” mevcut uluslararası ilişkiler düzeninin alternatifini “Doğu”dan türetebilir miyiz?

Geçtiğimiz günlerde ülkemizde de ödüllendirilen, Cambirdge Üniversitesi öğretim üyesi Ayşe Zarakol’un, “Batı’dan Önce. Doğulu Dünyâ Düzenlerinin Yükselişi ve Düşüşü” (Before the West. The Rise and Fall of Eastern World Orders) adlı eseri, bu sorunun cevâbını arayanlara, muhteşem bir târihî anlatı sunuyor. Haddim olmayarak söylemek isterim ki, bu büyük emek ürünü eserin değerlendirilmesi apayrı bir iş. Burada bir noktaya dikkat çekerek bu kısa köşe yazısını noktalamak isterim: Zarakol, eserinde “Doğulu Dünyâ Düzenleri”nin önemini anlatırken, çok sayıda başka kaynağın yanında, Andrew Philips’in “Doğu Nasıl Kazanıldı?” (How the East was Won?) başlıklı kitabına da atıf yapılıyor. Philips’in en önemli tezlerinden biri ise, uluslararası ilişkilerin esâsının “hiyerarşi” olduğu ve “Batı”nın “egemen devletler” arasında “eşitlik” temeline dayanan uluslararası ilişkiler düzeninin, Doğu’daki hiyerarşi esaslı “imparatorluk” düzenleriye karşılaştığında, ikinciye göre geliştiğini ileri sürüyor.

Philips, Batı’daki egemen (ulus-)devletler arasındaki “anarşik” durumla “uğraşmakta olan Uİ [Uluslararası İlişkiler] araştırmacılarının artık uluslararası hiyerarşileri anlamak için daha çok çaba gösterdikleri”ni vurguluyor. Hem Zarakol’un, hem Philips’in, “tarihî sosyoloji” olarak nitelenen disiplinlerarası araştırmalarında, uluslararası ilişkilerin bugünkü durumuna, özellikle de Çin ve Hindistan’ın yükselişlerinin etkisine değinilmesi de ayrıca dikkât çekici.

Bir diğer dikkât çekici olan husus, örneğin Zarakol’un kitabında görebildiğim kadarıyla bir kere, uluslararası ilişkileri, devletlerin birbiriyle sürekli ve acımasız bir savaş içinde oldukları “doğa durumu”na benzeten Hobbes’a atıf yapılmasına rağmen, kozmopolit ve kalıcı bir dünyâ barışı tasavvurunu geliştirmeye çalışan düşünürlere hiç değinilmemesi. Bu, “kozmopolit dünyâ barışı” tasavvurunun, “târihî sosyoloji”ye sığmayan “felsefî” kökleri nedeniyle mi ortaya çıkan bir ihmâldir, bilemiyorum. Biraz daha yakından ve detaylı bakmak gerekiyor.

Bir kanaatimi belirterek bitireyim. Bugünün “savaş yanlısıve “hukuk karşıtı” uluslararası politika ortamında, Batı’nın alternatifini “Doğu”da aramaya çıkmak yerine, insanlığı “Batı’nın ve Doğu’nun ötesinde” bir kalıcı barışa taşıyabilmenin koşulları üzerinde düşünmek çok daha elzem.

Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

QOSHE - Doğu’nun ve Batı’nın ötesinde bir politika imkânı yok mudur? - Levent Köker
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Doğu’nun ve Batı’nın ötesinde bir politika imkânı yok mudur?

27 8
05.12.2023

İşler iyiye gitmiyor. Uzun bir zamandır gözlenen neo- veyâ post-faşist hareketlerin yükselişine şimdi, hayli köklü ve sağlam zannedilen anayasal demokrasiler de ayak uydurmaya başladı. Hem ulusal ölçekte ve hem de Avrupa Birliği (AB) gibi ulusalüstü (supranational) bir yapılanma, küresel ölçekte kabaran faşist dalgadan kaçamadı. Bütün bunlar, bu “yerleşik demokrasiler”in önemli bir bölümünde “demokrat” diye nitelenebilecek siyâsî kadrolar iktidardayken oluyor. Sonuçta, geldiğimiz noktada, hem ulusal, hem uluslararası düzeyde ortaya çıkmış olan politik manzara, “insan haklarına dayalı hukuk düzeni”nin etkisizleşmesi.

Türkiye, bu açıdan iyi bir örnek. Uzun bir süredir, hukuka uygun hareket eden bir devlet düzeninin yerine, hukukla kendi çıkarına göre “seçmeci” bir ilişki kurmayı tercih eden bir politikanın egemenliği söz konusu. Bunun en önemli göstergelerinden biri, “tümüyle politik mülâhazalarla” uygulanmayan mahkeme kararları. Elbette, tırnak içinde aldığım ifâde benim yorumum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) veyâ Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarını uygulamayanların “hukukî” bir kılıf içinde dile getirdikleri gerekçeleri var. Ancak, bunların “gerçekten hukukî” gerekçeler olmadığını biliyoruz. Benim “öznel yorumum” dışında, kararları uygulanmayan bu mahkemeler, uygulamama gerekçelerinin hukukî olmadığına da karar vermiş bulunuyorlar.

Sonuç değişmiyor. Politik takdir gücü, hukukun gücüne gâlip geliyor. Uluslararası politikada da bu açıdan bir benzerlik var. Orada da devletler, uluslararası hukukla, kendi politik değerlendirmelerine göre “seçmeci” bir ilişki kuruyorlar. Örneğin Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına gösterilen tepkinin bir benzeri, hattâ belki de daha şiddetlisi İsrâil’in Gazze’de uyguladığı “toplama kampı-soykırım” çizgisindeki politikaya gösterilmeliyken, tam tersi oluyor, İsrâil’e destek veriliyor. Hem de, ideolojik plânda yer yer çok açık bir ırkçı söylemin eşliğinde.

ULUSLARARASI POLİTİKA: GÜÇ MÜ, HUKUK MU?

Kırılma noktası, öyle sanıyorum ki 11 Eylül 2001’de, New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırı. Bu târihten sonra, ABD yönetiminin geliştirdiği “önleyici vuruş” (preemptive strike) politikası, İkinci Dünyâ Savaşı’ndan sonra yerleştirilmeye çalışılan “savaş karşıtı” dünyâ düzenini etkisizleştiren bir yaygınlık gösterdi. Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün bu açıdan en önemli iki dayanağı, “saldırı savaşı”nın ve “savaşla toprak kazanma”nın etkili bir biçimde yasaklanmasıydı. ABD’nin “yalan” olduğu sonradan ortaya çıkan “kitle imha silâhları”nın varlığını gerekçe göstererek ve 1991’den farklı olarak, herhangi bir BM kararına da dayanmaksızın giriştiği Irak harekâtı (2003) burada kaydedilmeye değer. Bu sıralarda, dönemin ABD Başkanı G. W. Bush tarafından sarfedilen, “uluslarası hukuk mu dediniz, çok korktum!” şeklindeki “sarkastik” ifâdeyi unutmuş olamayız.

Hukuk tahsili yapmış olanlar bilirler. Uluslararası hukuk veyâ bir diğer adıyla “devletler hukuku”, diğer hukuk dallarından farklıdır. Öylesine farklıdır ki, uluslararası hukuka hukuk denip denmeyeceği bile şüphelidir. Çünkü hukuk, özünde kişilerin davranışlarını düzenleyen kurallardan ve bu kuralların çiğnenmesi hâlinde de uygulanacak olan “müeyyideler”den oluşur. Güncel ifâdeyle, hukuku ihlâl ediyorsanız, bunun bir “yaptırım” olmalıdır. Yaptırımsız hukuk, hukuk değildir. Uluslararası hukuk, bu açıdan zayıftır, müeyyide ya yoktur ya da etkili değildir. Uluslararası hukukun muhatabı olan kişiler, öncelikle “tüzel kişi” olarak devletlerdir ve devletlerin uluslararası hukuku ihlâl etmeleri hâlinde, mutlaka bir müeyyide ile karşılaşmaları gerekir. Ancak, pratikte bu müeyyideler her zaman uygulanmamakta veyâ uygulanamamakta yâhût, uygulandığı zaman da etkili olamamaktadırlar.

Bush’un uluslararası hukukla resmen ve alenen alay eden yukarıdaki sözü bu açıdan manidardır. Bu küstah ve “hukuka saygısız” yaklaşımı pekiştiren ve uluslararası hukukun gerçekten etkili bir hukuk niteliğinde olmadığını ortaya koyan, târihî ve çağdaş pek çok örnek verebiliriz. Ancak, asıl işâret etmek istediğim........

© Artı Gerçek


Get it on Google Play