AYM ve Yargıtay 3. Dairesi arasındaki restleşmenin ikinci turuna dair yapılan yorumların ekseriyeti, meselenin Can Atalay ve milletvekillerinin dokunulmazlığı meselesi olmaktan çıktığını, asıl sorunun anayasasızlaşma ve AYM’ye bireysel başvuru hakkının fiilen kalkması olduğunu dile getiriyor. Kısaca, sorun öznel ve tekil bir konu değil, genel ve tümel bir sorundur, deniyor. Bu şekilde Yargıtay 3. Dairesi’nin kararı herkesin sorunu olarak takdim edildiğinde; nam-ı müstear “büyük resim” görüldüğünde, meselenin daha önem kazanacağı, daha önemli görüleceği düşünülüyor, diye tahmin ediyorum.

Bu yoruma yanlış demek mümkün değil. Ancak doğru yorumların adedi de bir değil.

İlk derece mahkemesi ve Yargıtay 3. Dairesi’nin el ele yarattıkları sorun yumağından “Can Atalay” ismini ve mevzunun onun milletvekilliği olduğunu silmek, konunun siyasi boyutlarından bir değil, bir kaçını da siliyor.

Daha evvel çeşitli vesilelerle dile getirmiştim (1). Siyasi davaların özelliği seçiciliktir; devletin yargı erkinin bir kişinin (ya da bir grup kişinin) üstüne, tam da o kişi olduğu için çullanmasıdır. Benzer durumda, benzer fiilleri yapan başka kişiler yargısal şiddete maruz kalmazken, sadece o kişinin kalabalıklar arasından seçilerek ayrı muameleye tabi tutulması; herkese işleyen prosedür ve normun ona işletilmemesidir. Misal, Selahattin Demirtaş ya da Osman Kavala davalarını yorumlarken “sorun Demirtaş değil, asıl mesele AİHM kararlarının artık hükmünün kalmamasıdır” diyemezsiniz; çünkü AİHM kararının uygulanmamasının arkasındaki asıl sorun Selahattin Demirtaş ismidir.

İlerleyen aylarda Yargıtay’ın musallat olmayacağı bireysel başvurular AYM’ye yine yapılır; ilk derece mahkemesinin “uygulamıyorum” demeyeceği AYM kararları yine çıkar. Ama kimin için? Başvuranın adı ne? Muhalif mi? Kürt mü? Geçmişte hangi partiden aday adaylığı ve hangi sendikaya üyeliği olmuş? Sonucu bu soruların cevabı belirleyecektir. Bu durum, koşullar ve özne arasındaki belirlenim ilişkisine benzetilebilir: Adalete erişiminizin koşullarını siyasallaşmış yargının durumu, sonucu ise özne belirler. Velhasıl yargısal şiddet, bu şiddete maruz kalanların kimliğinden ayrı tutularak yorumlanamaz.

Kaldı ki Anayasa’nın bir kez delindiğinde ve anayasal düzenin bir kez ihlal edildiğinde tümden çöken bütüncül, iç tutarlılığa sahip ve parçaları, bir yapbozun parçaları gibi birbirine entegre bir yapı olmadığını tecrübe ile öğrenmiş olmamız lazım. Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanlığına adaylığının anayasaya uygun bulunmasıyla daha bir kaç ay önce delik deşik olmuş bir anayasal düzende yaşıyor olmamıza rağmen, Atalay kararı sonrasında Anayasayı yine de Yargıtay’dan kurtarmaya çalışıyor oluşumuz “ya hep ya hiççi” bu mantıksal yaklaşımı çürütüyor. Öte yandan, aylardır iktidarın çıkarları doğrultusunda yenisinin yapılacağı ve içinde 50+1 kuralının ve AYM’nin (en azından şimdiki haliyle) olmayacağı dedikodularında bahsi geçen metnin de anayasa olması ve kabul edildiğinde ona anayasa muamelesi yapılacağı gerçeği, anayasanın ne olduğuna ve neyi temsil ettiğine dair her türlü normativist tutumu gülünçleştiriyor.

BİR DİĞER “BÜYÜK RESİM”: PARLAMENTO HUKUKU

8 Aralık 2023’te AYM, TCK’nın “örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyenleri” cezalandıran düzenlemesini iptal etti. Ancak bu düzenleme çoktan HDP Milletvekili Nursel Aydoğan’ın milletvekilliğine mâl olmuştu. Figen Yüksekdağ’ın ve Ferhat Encü’nün milletvekilliği de muğlak ve yoruma dayalı “terör örgütü propagandası” nedeniyle düşürülmüştü. Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararıyla “MİT Tırları” davasında aldığı ceza kesinleşen Enis Berberoğlu’nun milletvekilliği de (aslen bir gazetecilik faaliyeti nedeniyle) düşürülmüştü. Son olarak 3 Ocak’ta Yargıtay 3. Dairesi Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi için TBMM’ye ikinci kez hükmü gönderdi. TBMM’nin vereceği yanıt, Yargıtay ve AYM arasındaki dengeyi belirleyecek.

Muhalefet milletvekillerinin ve onları seçen halkın seçme ve seçilme hakkı uzun zamandır yargının saldırısı altında. Milletvekili seçilen kişinin konuşma dahil siyasi faaliyette bulunması ve temsil etme görevini yerine getirmesi ceza mahkemeleri tarafından engelleniyor. Dahası, yargının hedef tahtasına koyduğu milletvekilleri, kendilerini seçen halkla birlikte kriminalleştiriliyor. Muhalefet milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı ve katıldıkları eylemlerde kaba polis şiddetine maruz kaldıkları vakaların sayısı da az değil. Ülkemizde egemenlik yetki ve görevleri arasındaki bir farklılaşma olarak kalmayıp, bir hiyerarşi de belirten yasama-yürütme-yargı ayrımında yasama, yürütme tarafından işlevsizleştirilen ve yargı tarafından tahakküm altında tutulan; egemenliğin en zayıf organı durumunda bulunuyor.

Sanırım Yargıtay’ın Can Atalay konusundaki cürretkarlığında ona güven veren hususlardan biri de güçlü bir parlamento hukuku olmadığını bilmesi olmuştur.

1 ) Referanslar: “Anayasa Mahkemesi’ni savunmuyorum: Siyasi bir talep olarak Atalay’ın özgürlüğü”, 15 Kaısm 2023, Artı Gerçek, www. artigercek.com ; “Bir siyasi dava, bir gösteri davası: Gezi Parkı yargılamaları”, Mavi Defter, www.mavidefter.net; “Kararnameler Cumhuriyeti’nde seçicilik ve tâbi hukuk”, BirGün, www.birgun.net

Ayşegül Kars Kaynar: 1980 yılında Ankara’da doğdu. 2014 yılında ODTÜ Siyaset Bilimi bölümünden doktora derecesini aldı. 2015 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin düzenlediği Genç Sosyal Bilimciler Ödülleri’nde doktora tezi kategorisinde ödül ve 2017 yılında Halit Çelenk Hukuk Ödülleri’nde mansiyon kazandı. New School for Social Research ve Hamburg Üniversitesi’nde araştırmacı olarak bulundu ve ardından Humboldt Üniversitesi’nde çalıştı. Çağdaş Türkiye siyaseti, hukuk devleti ve asker-sivil ilişkileri üzerine yayınları bulunmaktadır.

QOSHE - Anayasanın bütünlüğü ve parlamento hukuku - Ayşegül Kars Kaynar
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Anayasanın bütünlüğü ve parlamento hukuku

11 3
10.01.2024

AYM ve Yargıtay 3. Dairesi arasındaki restleşmenin ikinci turuna dair yapılan yorumların ekseriyeti, meselenin Can Atalay ve milletvekillerinin dokunulmazlığı meselesi olmaktan çıktığını, asıl sorunun anayasasızlaşma ve AYM’ye bireysel başvuru hakkının fiilen kalkması olduğunu dile getiriyor. Kısaca, sorun öznel ve tekil bir konu değil, genel ve tümel bir sorundur, deniyor. Bu şekilde Yargıtay 3. Dairesi’nin kararı herkesin sorunu olarak takdim edildiğinde; nam-ı müstear “büyük resim” görüldüğünde, meselenin daha önem kazanacağı, daha önemli görüleceği düşünülüyor, diye tahmin ediyorum.

Bu yoruma yanlış demek mümkün değil. Ancak doğru yorumların adedi de bir değil.

İlk derece mahkemesi ve Yargıtay 3. Dairesi’nin el ele yarattıkları sorun yumağından “Can Atalay” ismini ve mevzunun onun milletvekilliği olduğunu silmek, konunun siyasi boyutlarından bir değil, bir kaçını da siliyor.

Daha evvel çeşitli vesilelerle dile getirmiştim (1). Siyasi davaların özelliği seçiciliktir; devletin yargı erkinin bir kişinin (ya da bir grup kişinin) üstüne, tam da o kişi olduğu için çullanmasıdır. Benzer durumda, benzer fiilleri yapan başka kişiler yargısal şiddete maruz kalmazken, sadece o kişinin kalabalıklar arasından seçilerek ayrı muameleye tabi tutulması; herkese işleyen prosedür ve normun ona işletilmemesidir. Misal, Selahattin Demirtaş ya da Osman Kavala davalarını yorumlarken “sorun Demirtaş değil, asıl mesele AİHM kararlarının artık hükmünün kalmamasıdır” diyemezsiniz; çünkü AİHM kararının uygulanmamasının arkasındaki asıl sorun Selahattin Demirtaş ismidir.

İlerleyen aylarda Yargıtay’ın musallat olmayacağı bireysel başvurular AYM’ye yine yapılır; ilk derece mahkemesinin “uygulamıyorum” demeyeceği AYM kararları yine çıkar. Ama kimin için? Başvuranın adı ne? Muhalif mi? Kürt mü? Geçmişte hangi partiden aday adaylığı ve hangi sendikaya üyeliği olmuş? Sonucu bu soruların cevabı belirleyecektir. Bu........

© Artı Gerçek


Get it on Google Play