Çevresinde asabi ve gergin yapısıyla bilinen Yaşar Bey tam yatsı namazı vaktinde Ezan-ı Muhammed’i okunurken, apartmandan içeri girdi. O gece eve geç kalmıştı. Genelde akşam namazı sırasında evinde olurdu.

Telaşlı bir şekilde apartman kapısından içeri girdi. Kapıda iki genç üniversite öğrencisi ile karşılaştı. Birisini çok severdi. Diğerinden hiç haz almazdı. Sevdiği ve takdir ettiği öğrenci Bora isimliydi. Haz almadığı öğrencinin ismi Taha idi.

Bora, Yaşar Bey’i her gördüğünde, adeta iki büklüm olurdu. Zayıf ve uzuna yakın boyuyla eğildiğinde sanki yere yapışacak sanırdınız. Bora’nın Yaşar Bey’i gördüğünde diline pelesenk ettiği sözler şunlardı: “Saygılar Efendim. Nasılsınız Efendim? Bugün çok şık görünüyorsunuz. Maşallah giydiğiniz de yakışıyor Efendim. Bu ne şıklık böyle.”

İşte bu sözleri Bora, Yaşar Bey’i her gördüğünde sanki bir makineli tüfekten boşaltılan mermi gibi seri bir şekilde kullanırdı. Üniversite eğitimi dolayısıyla kaldığı apartmanın yöneticisi Yaşar Bey’i gördüğünde Bora neden bu kadar sürekli iltifat halindeydi? Elbette bunun basit bir nedeni vardı. Apartmanlarda genelde bekar öğrenci istenmezdi. Bora da o nedenle apartman yöneticisi ile arasını böyle çok sıcak ve samimi tutmak gibi bir zorunluluk hissetmiş olabilir. Bunun dışında şu ihtimal de var tabi, Bora’nın huyundan insanlara iltifat etmek de bulunabilir. İki ihtimalden biri elbette geçerlidir.

İltifatlar hakkında çok olumlu bir görüşe sahip değilim. “Marifet, iltifata tabidir.” Onu anlarım. Ancak bir insanın başka bir insanı durduk yere övmesini çok anlayamam. O nedenle iltifatlar hakkında çok olumlu görüşe sahip değilim.

Yine söylüyorum, iltifat ve marifet arasında doğrudan kurulmuş bir bağ yoksa, mesela, yapılan bir işi beğenme ya da zor bir işi başarma sonrasında takdire dayanan iltifatlar mevcut değilse, iltifat diye söylenilen birçok sözün yapmacık olduğunu düşünüyorum. Durduk yere, “kravatın güzelmiş, saçların çok bakımlı, çizgili takım elbise sana yakışmış, seni uzun da gösteriyor” türünden sözlerin samimi olmadığını düşünüyorum.

Zaten Bora da Yaşar Bey’e olan iltifatlarında samimi değildi. Bora, o şehrin üniversitesinde Beden Eğitimi ve Spor Bölümü öğrencisiydi. Taha, aynı üniversitede Edebiyat Bölümü öğrencisi idi. Her ikisi de aynı evi paylaşan ve okullarının son sınıfında okuyan öğrencilerdi. Üç yıl boyunca üniversite eğitimleri sırasında o apartmanda ikamet ediyorlardı. Mezuniyete bir yıl kalmıştı. “Yüze yüze kuyruğuna gelmiş” diye bir tabir var ya, Bora ve Taha da, nice zorluklarla gurbet elde bir şehirde üniversitede öğrenim görüyorlardı. Nihayet okulun son yılına ulaşmışlardı.

Gurbet elde, genç yaşta bilmediğiniz şehirde okumak zordur. Aile yuvasının sıcaklığını özlersiniz, Annenizin yemeklerini özlersiniz, memleketin havasını özlersiniz, kardeşlerinizi, arkadaşlarınızı özlersiniz. Velhasıl özlersiniz de özlersiniz.

Gurbet elde Bora ve Taha da özlem dolu bir halde üniversite öğrenimlerini nihayet tamamlamak üzereydiler. Taha ve Bora, karakter olarak birbirine zıt yapıdalardı. Taha’nın yapmacık bir hareketine rastlanmaz. Dobra dobra konuşan ve gerçekleri haykıran bir yapısı vardı. Çok da konuşkan biri değildi. Esasında Edebiyat Fakültesinde okuduğu için ağzı laf yapması gerekenin Taha olduğunu düşünenler yok değildi. İki üniversite öğrencisi arkadaştan ağzı laf yapan Bora idi. Taha ise ciddi ve gerçekçiydi.

Taha, Yaşar Bey’i her gördüğünde, “Yaşar Bey siz bu apartmanın yöneticisiniz, bu bina depreme dayanıklı mıdır? Apartmanın deprem açısından risk tespitini yaptırdınız mı? Niçin bize apartman olarak deprem tatbikatı yaptırmıyorsunuz. Bak, kendi imkanlarımla bir deprem tatbikatına ve depremde korunmak için gereken eğitimlere katıldım” dedi. Yaşar Bey’i adeta her gördüğünde hesaba çekerdi, Taha.

Bora, bu tür konulara girmez. Hep havadan sudan konuşurdu. “Yaşar Abim, ne olacak bizim takımımızın hali? Bu hafta deplasmandayız. İşimiz zor. Zaten geçen hafta kendi evimizde yenildik.” Bu tür havadan sudan, basit ve gündelik sohbetlere bayılırdı Yaşar Bey.

Bora da onun nabzına göre şerbet verirdi. Bir de Yaşar Bey ile sohbetlerinin sonunda “var mı bir emriniz Efendim” diyerek sanki kendisine bir şey söylendiğinde hemen yerine getirecek bir hava verirdi. İsmiyle müsemma bir hali vardı Bora'nın. Hep esip gürlerdi. Ancak yaptığı bir şey yoktu. “Laf ola, torba dola” türünden yapmacık sözlerden başka bir şey değildi Bora’nın Yaşar Bey ile ayaküstü sohbetleri.

O akşamki karşılaşmalarında da öyle oldu. Biraz geç kaldığı ve o nedenle telaşlı olduğu her halinden belli olan Yaşar Bey, o akşam da Bora ve Taha ile yine aynı konuları konuştu. Bora havadan sudan, Taha gerçeklerden konuştu. Taha, ayaküstü yine Yaşar Beye “apartmanın depreme karşı dayanıklılık raporu var mı, deprem tatbikatı yaptıracak mısınız ve benzeri ciddi hususları” sordu. Bu tür sorular Yaşar Bey’in hiç hoşuna gitmezdi. Zaten, o akşam eve de geç kalmıştı. Bir de o iki öğrenci ile ayaküstü apartman girişinde böyle vakit geçirmişti. Sonunda, “haydi gençler size iyi akşamlar, benim bugün bir yere misafirliğe gitmem gerekiyor, bir çaya davetliyim” dedi. Taha “hayırlısı olsun Yaşar Bey, çok da acele etmeyin, vakit de epey geçti, bunda da bir hayır var, bence bu saatten sonra, en güzeli yatsı namazını kılıp da uykuya dalmaktır” dedi.

Yaşar Bey, Taha’nın bu sözleri karşısında gergin bir yüz hattıyla baktı ve bir şeyler söyleyecekti ki Bora’nın sözleri araya girdi: “Siz o misafirliğe yetişirsiniz Yaşar Abim, Süpermen gibi uçar gidersiniz şimdi. Hatta kanatlarınızın arasına Asuman Yengeyi de alıp uçarak gidersiniz.” Latife cinsinden bu sözler Yaşar Bey’in çok hoşuna gitmişti. Gülümsemeyle ciddiyet arası bir yüz hattı ile gençlerin yanından ayrıldı gitti. Genelde gergin ve ciddi bir simaya sahipti. Taha’nın eleştirel sözleriyle bozulan morali, Bora’nın esprili sözleriyle biraz yerine gelse de, yine de yüzünde tam bir gülme hali belirmemişti.

Yaşar Bey, gülmeyi adeta unutmuş biriydi. İnsanoğlu ilginç bir varlıktır. Gülmeyi ciddiyetten ödün vermek gibi görürüz. İnsan yerine göre ciddi, yerine göre mütebessim bir simaya sahip olamaz mı? İnsanoğlu garip varlıktır. Gerçekleri söyleyenleri, bizi tenkit ederek ikaz edenleri değil de “nabza göre şerbet türünden söz söyleyenleri” severiz. Yapmacık ve samimiyetsiz sözler hoşumuza gider de, gerçekçi, doğru ve eleştirel sözler hoşumuza gitmez.

Yaşar Bey de Bora’nın yağcılık kokan sözleriyle biraz keyiflenmiş bir halde oturduğu dairenin kapısına doğru yönelmişti. Ancak Yaşar Bey’in bu keyifli hali çok da uzun sürmedi. Taha’nın üçüncü katın koridorunda, tam kendi dairesine girecekken yankılanan şu sözü, Yaşar Bey’i tekrar üzmüştü: “Yaşar Bey, bu şehir deprem bölgesi ve bu şehirde tarihlerden beri çok büyük ve şiddetli depremler olmuş. Lütfen, depreme karşı hazırlıklı olalım, lütfen.”

Taha esasında o akşam o katta çok mühim bir gerçeği ifade etmişti.

İnsanlar gerçeklerden çok da hoşlanmazlar. İnsanlar gerçekleri değil, hep mutlu olacak şeyleri duymak isterler.

Deprem gerçeği ve o gerçeği bir kez daha duymak o anda Yaşar Bey’in canını sıktı. Dairesinden içeri giren Yaşar Bey’in kafasının içinde hâlâ Taha’nın o son sözleri yankılanıyordu: “Deprem, deprem, deprem, hazırlık, hazırlık, hazırlık lütfen, lütfen, lütfen.”

(Öykümüz devam edecektir)…

QOSHE - Bir deprem öyküsü-1 (elif gibi onurlu/vav gibi huzurlu) - Ahmet Sandal
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Bir deprem öyküsü-1 (elif gibi onurlu/vav gibi huzurlu)

3 0
17.03.2024

Çevresinde asabi ve gergin yapısıyla bilinen Yaşar Bey tam yatsı namazı vaktinde Ezan-ı Muhammed’i okunurken, apartmandan içeri girdi. O gece eve geç kalmıştı. Genelde akşam namazı sırasında evinde olurdu.

Telaşlı bir şekilde apartman kapısından içeri girdi. Kapıda iki genç üniversite öğrencisi ile karşılaştı. Birisini çok severdi. Diğerinden hiç haz almazdı. Sevdiği ve takdir ettiği öğrenci Bora isimliydi. Haz almadığı öğrencinin ismi Taha idi.

Bora, Yaşar Bey’i her gördüğünde, adeta iki büklüm olurdu. Zayıf ve uzuna yakın boyuyla eğildiğinde sanki yere yapışacak sanırdınız. Bora’nın Yaşar Bey’i gördüğünde diline pelesenk ettiği sözler şunlardı: “Saygılar Efendim. Nasılsınız Efendim? Bugün çok şık görünüyorsunuz. Maşallah giydiğiniz de yakışıyor Efendim. Bu ne şıklık böyle.”

İşte bu sözleri Bora, Yaşar Bey’i her gördüğünde sanki bir makineli tüfekten boşaltılan mermi gibi seri bir şekilde kullanırdı. Üniversite eğitimi dolayısıyla kaldığı apartmanın yöneticisi Yaşar Bey’i gördüğünde Bora neden bu kadar sürekli iltifat halindeydi? Elbette bunun basit bir nedeni vardı. Apartmanlarda genelde bekar öğrenci istenmezdi. Bora da o nedenle apartman yöneticisi ile arasını böyle çok sıcak ve samimi tutmak gibi bir zorunluluk hissetmiş olabilir. Bunun dışında şu ihtimal de var tabi, Bora’nın huyundan insanlara iltifat etmek de bulunabilir. İki ihtimalden biri elbette geçerlidir.

İltifatlar hakkında çok olumlu bir görüşe sahip değilim. “Marifet, iltifata tabidir.” Onu anlarım. Ancak bir insanın başka bir insanı durduk yere övmesini çok anlayamam. O nedenle iltifatlar hakkında çok olumlu görüşe sahip değilim.

Yine söylüyorum, iltifat ve marifet arasında doğrudan kurulmuş bir bağ yoksa, mesela, yapılan bir işi beğenme ya da zor bir işi başarma sonrasında takdire dayanan iltifatlar mevcut değilse, iltifat diye söylenilen birçok sözün yapmacık olduğunu düşünüyorum. Durduk yere, “kravatın güzelmiş, saçların çok bakımlı, çizgili takım elbise sana yakışmış, seni uzun da gösteriyor” türünden sözlerin samimi olmadığını düşünüyorum.

Zaten Bora da Yaşar Bey’e olan iltifatlarında samimi değildi. Bora, o şehrin üniversitesinde Beden Eğitimi ve Spor Bölümü öğrencisiydi. Taha, aynı üniversitede Edebiyat Bölümü öğrencisi idi. Her ikisi de aynı evi paylaşan ve okullarının son sınıfında okuyan öğrencilerdi. Üç yıl boyunca üniversite eğitimleri sırasında o apartmanda ikamet ediyorlardı.........

© Anadolu Gazete


Get it on Google Play