menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Beklentinin Kaygıya Dönüştüğü Yerde Yaşam Felsefesi

12 0
previous day

Zaman gerçekten akar mı, yoksa biz mi onun içinde sıkışıp kalırız?

Bu kadim soru, modern insanın içsel çalkantılarında yeni bir boyut kazanıyor. Gündelik hayatımız, sanki görünmez bir kum saatinden akan her kum tanesiyle birlikte artan bir varoluşsal basınçla yüklü.

Peki, bu basıncın kaynağı zamanın kendisi mi, yoksa bizim onu algılama ve deneyimleme biçimimiz mi?

Aslında sorun, zamanın nesnel akışında değil, onu ölçüp biçerken ve doldururken kurduğumuz ilişkidedir.

Modern insanın en büyük problemlerinden biri, zamanın kendisi değil; zamana yüklediği beklentidir. Beklenti uzadıkça kaygı artar, kaygı arttıkça zaman ağırlaşır. İşte tam bu noktada, Einstein’ın görelilik kuramından ilham alan güçlü bir metafor devreye girer:

Zamanı bükmek…

Ancak buradaki bükülme, sadece kütleçekimsel bir olgu değil; bilinçli bir müdahaledir. Felsefe tarihi, zaman algısının göreliliğini çok önceleri sezmiştir.

Augustinus’un “Zaman nedir? Kim bana sorarsa bilmiyorum” itirafı ile Henri Bergson’un “süre” kavramı, zamanın salt kronometrik bir ölçü olmadığını, niteliksel ve öznel bir deneyim olduğunu vurgular.

Demek ki kaygı, zamanın niceliği ile yaşamın niteliği arasındaki uyumsuzluktan doğar.

Albert Einstein’ın görelilik kuramı, zamanın evrensel ve herkes için aynı hızda akan mutlak bir gerçek olmadığını ortaya koymuştur.

Zaman; harekete, kütleye ve gözlemcinin konumuna göre değişir. Yani zaman, yaşanan deneyime göre “uzar” ya da “kısalır”. Bu bilimsel gerçek, gündelik hayatta da sezgisel olarak deneyimlenir.

Mutlu bir sohbet saatler içinde geçer, kaygılı bir bekleyiş dakikaları saatlere dönüştürür. Sevdiğini beklemek........

© Akasyam