'Mevlam verdi, sal çayıra; mevlam kayıra' mı?
BERGAMA’DAN SİYANÜR GÜNLÜKLERİ-24
“Mevlam verdi, sal çayıra” deyişi, kader inancının sorumlulukla değil, savruklukla birleştiği anı hedef alan ince bir halk ironisidir.
İnsanların kendilerine emanet edileni —toprağı, malı, yetkiyi, gücü— ölçüp biçmeden harcamalarını; ardından ortaya çıkan zararı kadere ve ilahî takdire yüklemelerini anlatır.
Bu söz, tevekkülü emeğin ve aklın yerine koyan anlayışı eleştirir; asıl sorumluluğun insana ait olduğunu hatırlatır.
Çünkü Mevlam vermiştir ama onu çayıra salmak, yani yanlış karar vermek, denetimsiz bırakmak, bilinçli bir tercihtir.
Deyiş, bu yönüyle kaderciliği değil, hesap verme ahlakını ve aklın rehberliğini savunan güçlü bir toplumsal uyarıdır.
(Erzincan İliç-Çöpler siyanürlü altın madeninde felaket ve zehirli toprak altında kalan işçileri arayan iş makineleri)
***
Bu halk deyişine uygun yaşanan sosyoekonomik durum, ülkemizde siyanürlü altın madenciliğinde görülür.
Önceleri halkın duyarlılığı, bilim ve hukuk çevrelerinin dikkatiyle oldukça sıkı bir kamu ve kamuoyu denetimi altında ilerleyen süreç, bugün büyük yıkımlara yol açabiliyor. Yeni felaketler kapıdadır.
“1990’larda Türkiye’yi zengin edeceği” masalıyla önce devletin ilgili birimlerini, ardından yerli işbirlikçileriyle birlikte, Amerikan filmlerindeki komploları andıran sahte düzenlemelerle kamuoyunu susturmayı başaran “Siyanürcü Ahtapot”, günümüzde Türkiye’yi kollarıyla iyice sıkıyor.
“Mevlam verdi, sal çayıra; Mevlam kayıra” sözü, bu makalede yalnızca bir halk deyişi olarak değil, Türkiye’de özellikle siyanürlü altın madenciliği üzerinden şekillenen bir yönetim, denetimsizlik ve sorumsuzluk anlayışının simgesi olarak ele alınıyor.
Ne kadar altın elde edildiği bilinmeyen ve eldeki yasalara göre hiçbir zaman bilinmeyecek olan (çünkü çıkarılan altın, çıkaranın beyanına göre kaydediliyor) son derece sınırlı miktardaki altın için siyanür kullanılarak toprak kazılıyor; geriye başta arsenik olmak üzere tonlarca zehir doğaya bırakılıyor.
Toprağın tonunda 1 gram ya da 1 gramın altında altın bulunsa bile bulunduğu yer “maden” sayılıyor, altın siyanürle alındıktan sonra geride kalan çevre ise üzerinde ot bile bitmeyecek nitelikte, tonlarca zehirli toprak hâline geliyor.
Bir de buna Erzincan İliç’te dokuz kişinin yaşamını yitirdiği felaket, zehre bulanan Ordu–Fatsa dereleri ve Giresun–Şebinkarahisar hattında Kelkit Çayı’nda yaşanan proje ve uygulama hataları eklenince, “ulaşılacak zenginlik” söylemi zehirli bir masala dönüşüyor.
(Ordu-Fatsa’da siyanürlü madene karşı çıkan halk)
***
Tabii ki bu noktaya otuz yılda, adım adım gelindi. Şimdi ise daha iri adımlarla ilerlenmek isteniyor
.
Ancak toplumsal, bilimsel ve hukuki itirazlar hep vardı, var ve var olacak.
İnsan, boynunu kesilmek üzere uzatan suskun koyun değildir.
Bu bağlamda yabancı, çokuluslu şirketler eliyle ilk kez Bergama toprağına saldıran, dünyanın kanını zehirleyen “Siyanürcü Ahtapot”un şirketleri, Ege Bölgesi’nde yalnızca toplumsal bir direnişle değil, Türkiye’nin ve Avrupa’nın seçkin bilim insanlarıyla da karşı karşıya kaldı.
Bu süreçte yaptıkları barışçıl eylemlerle ülke kamuoyunun dikkatini çekmeyi başaran Bergamalı köylüler ve çevreciler; siyanürcüler ve yandaşları tarafından kendilerine yöneltilen “ülkenin zenginleşmesine karşı çıkıyorsunuz”, “zengin madenlerimizin fakir bekçisi mi olacağız”, “aranızda ajanlar var”, “bu madenin hiçbir zararı yok”, “madende çalışacak işçileri köyünüzden alacağız” gibi söylemlerle bir yandan sindirilmeye, bir yandan da direnişin içi boşaltılmaya çalışıldı.
Günümüzde de ülkenin birçok yerinde işletilen ya da işletilmek istenen altın madenlerinde aynı kandırıcı terane sürüyor.
Bu durumda, bu koşullarda Bergama’da devlet yetkililerine endişelerini, sözlerini dinletemeyen köylülerin ve çevrecilerin tutunacağı iki dal vardı: bilim ve hukuk.
(Giresun-Şebinkarahisar siyanür madeninde zehirli atık barajından taşan zehirli sular derelere karışıyor)
Başka ne yapabilirdi ki insanlar!
Onlar, Bakırçay Ovası’nda pamuk ve mısır üreten, bayırlarda zeytin toplayan çiftçilerdi.
Köylülerin kararlı tutumuyla başa çıkamayan, Kanada kılıklı Alman, Fransız, Avustralyalı görünümlü Amerikan sermayeli çokuluslu Eurogold şirketi, 1992 yılında ciddi bir kriz yaşadı.
Dünya’da “Siyanürcü Ahtapot”un güçlü kollarından biri olan bu şirket, bugün Türkiye’de faaliyet gösteren zehirci şirketlerin ise yol ve yön göstericisidir.
Prof. Dr. Orhan Uslu gibi reklamı seven bir profesöre hazırlattığı sözde Çevre Değerlendirme Raporu, yaygın eleştiriler alınca siyanürcü Eurogold şirketi, Bergama–Ovacık projesinde değişiklikler yapmak zorunda kaldı.
Mühendis odaları ve bilim camiası, projeyi didik didik ediyor, yanlışlıklarını yerden yere vuruyordu.
İnşaat Mühendisleri Odası’ndan Başkan Muzaffer Tunçağ ve Sadrettin Uçkun, Kimya Mühendisleri Odası’ndan Başkan Prof. Gürel Nişli ve Ertuğrul Barka, bu konuda cesur değerlendirmeler yapıyor, köylülere bilimsel veri sunuyorlardı.
***
(Daha önce kapatılmış Balıkesir-Balya altın madeni bir kez daha açılmaya çalışılıyor. Nine karşı çıkıyor. Siyanür ve insan hayatı ucuz: Altın pahalı)
Bu ortamda, gelen eleştirileri savuşturmak isteyen Eurogold şirketi, tasarladığı projeyle oynamaya, onu değiştirmeye başladı.
Toprak/cevher siyanürle muamele edilip içindeki altın alındıktan sonra geride kalan son derece zehirli, siyanür bileşikli ve arsenikli atıkların biriktirileceği büyük havuz/barajdan, zehirlerin yeraltı sularına geçip çevreye yayılmasını sözde önlemek için baraj tabanına yapılacak 50 cm’lik kil tabakasının kalınlığı 150 cm’ye çıkarıldı.
Güya böylece zehirlerin toprağa geçişi daha sıkı önlenecekti; ancak eleştirel bir gözle bakıldığında, bu değişiklik projenin baştan yetersiz olduğunu gösteriyordu.
Daha önce neden düşünememişlerdi ki! Demek ki projede, daha en başta ciddi hatalar vardı.
Bu tür işletmelerde yapılacak hataların nelere mal olacağı, ilerleyen yıllarda açıkça görülecekti.
Bu durum, köylü eylemlerini daha da sertleştirdi. Haklıydılar çünkü!
Bu çare de yeterli değildi. Direnişçilerin itirazları, siyanürcüleri yeni göz boyamacı önlemlere yöneltmişti.
Bu arada köylü direnişinden etkilenen, hatta cesaret alan bazı kamu görevlileri de siyanürcü şirketi yetersizlikleri nedeniyle sıkıştırmaya başladı.
Bu kez yabancı şirket, atık barajı tabanında zehirlerin yeraltı sularına karışmasını önlemek amacıyla zemini “jeomembran” denilen plastik bir örtüyle kaplamayı önerdi.
(Zehirli atık çukuruna jeomembran döşenmesi)
Ardından kil tabakası yeniden 50 cm’ye indirildi.
Oysa çevrecilerin edindiği bilgilere göre, ABD Colorado’daki Summitville altın madeninde bu yöntem uygulanmış; zemin plastik örtüyle kaplanmış olmasına rağmen tonlarca zehrin çevreye yayılması önlenememişti
(Burden Gilt, Mineral Policy Center, 06/1993, s. 22; Rick Young, New York Times, 14.08.1994).
(Bergama-Ovacık’taki siyanür barajlarından biri)
Dünyanın en gelişmiş teknolojisi olarak sunulan “siyanürle altın elde etme yöntemi”nin, Türkiye gibi sözde “geri kalmış bir ülkede (!)” bu denli sert biçimde eleştirilmesi, siyanürcü şirketi şaşkına çevirmişti.
Hindistan’a gelmiş bir İngiliz valisi edasıyla Bergama çevresinde dolaşıp “uygarlık getiriyorum” diyerek (!) zehir getirmeye kalkan John Mc Crodock ve ekibi, burada karşılaştığı “bilimsel direniş”le başa çıkamıyordu.
Bu olgu, belki de Türkiye’de emperyalizmin yöntemlerine karşı geliştirilen ilk etkili bilimsel karşı koyuştu.
Bilim gerçeği yansıtır; gerçek ise değişimi zorunlu kılar.
***
Bu çerçevede yapılan araştırmalar, İzmir’deki Mühendis Odaları ile Ege Üniversitesi Çevre Merkezi’nde bir araya gelen bilim insanlarının ortak bir sonuca vardığını gösteriyordu: Siyanürlü altın madenciliği, Bergama’nın doğal ve toplumsal koşullarıyla bağdaşmıyordu.
1993 yılında, Bergama’nın ilkbahar aylarında düzenlenen yerel şenliği 57. Kermes kapsamında yapılan ve halkın büyük ilgi gösterdiği konuyla ilgili panelde bu görüşler açık biçimde dile getirildi.
Ziraat Mühendisi Prof. Ümit Erdem, Bergama’ya yaşam veren tarım, turizm, termal kaynaklar ve tekstilin, Bakırçay Ovası insanı için vazgeçilmez birer yaşam damarı olduğunu vurguladı. Altına ne gerek vardı!
Aynı toplantıda Halk Sağlığı Hekimi Prof. Fethi Doğan, Birleşmiş Milletler’e bağlı Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) bu tür işletmeler için yaptığı uyarılara dikkat çekti. WHO’ya göre; bu madenlerin çevresinde 30 kilometrelik yarıçap içinde yaşam ciddi risk altındadır, buna ek olarak 20 kilometrelik bir alan daha tehlike bölgesi olarak kabul edilmektedir.
(ABD Colorodo Summitville Siyanürlü Altın Madeninde çevre felaketi)
Kimya Profesörleri Gürel Nişli ve Emür Henden, işletmede kullanılacak siyanürün ve atık barajına bırakılacak ağır metallerin kimyasal etkilerinin yıllar, hatta on yıllar boyunca süreceğini belirtiyorlardı. Bu zehirli maddelerin çevrede kalıcı ve zincirleme sonuçlar doğuracağına dikkat çekiyorlardı.
Jeolog Prof. Şevki Filiz ise yeraltı sularına ilişkin kapsamlı bir hidrojeolojik araştırma yapılmadan, atık havuzundan sızacak zehirlerin hangi yönlere ve ne kadar uzağa ulaşacağının asla bilinemeyeceğini vurguluyordu. Ona göre, zaman içinde bu suların, Ege Denizi’nin karşı kıyısına, hatta Midilli Adası’na kadar ulaşması bile mümkündü.
Burada dile getirilen riskler, bugün yalnızca Bergama’ya özgü değildir.
İzmir, Uşak, Eskişehir, Artvin, Erzincan, Sivas, Çanakkale, Balıkesir, Gümüşhane, Giresun, Niğde, Kırşehir, Konya, Kayseri, Ordu, Bilecik, Hatay ve Ankara’da işletilen ya da işletilmesi planlanan siyanürlü altın madenlerinin bulunduğu tüm bölgeler için ortak bir tehlikeyi ifade ediyor.
Bu tehlikeler bugün yaşanıyor; aynı anlayış sürdüğü sürece yarın da yaşanacaktır.
Gelinen noktada, yurtsever bilim insanlarımızın ve mühendislerimizin yıllar önce yaptığı uyarıların ne kadar haklı olduğu acı biçimde ortaya çıkmıştır.
(Şebinkarahisar: Zehirli dereler)
***
Bu süreçte siyanürcü şirketin yürüttüğü tutarsız propagandalar, direnişçilere yönelik çıkar sağlama girişimlerinin yarattığı güvensizlik ve “siyanürleme” yöntemine ilişkin derin kuşkular, bu projeye karşı koyuşu daha da kararlı hâle getirdi.
Direniş haklıydı.
Bu tepki, duygusal bir refleks değil; bilimsel temellere dayanan bir yaşam savunusuydu. İnsanlar, en temel hakları olan yaşam hakkını korumaya çalışıyordu.
Toplumsal direniş ve buna bilim çevrelerinin verdiği güçlü destek karşısında siyanürcü şirket bir süre duraksamak zorunda kaldı.
Bilimsel her itirazı sözde yanıtlarla geçiştirmeye çalışıyorlar, ancak asıl sorular yanıtsız kalıyordu:
O “siyanür” denen zehir ne olacaktı?
O ölümcül “ağır metaller” nereye gidecekti?
Ölüm riski, ortada bir gerçeklik olarak duruyordu.
Bu atmosferde Çevre Bakanlığı, çevre kirliliğine yol açabilecek işletmeler için zorunlu gördüğü Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) yönetmeliğinin hazırlanması ve halkın katılım toplantılarının biçim ve içeriğine ilişkin yürüttüğü çalışmalarda, bilginin ve deneyimin, direnişin merkezi konumundaki Bergama Belediyesi’nden destek istemek zorunda kaldı.
Bergama’da yaşananlara ilgi duyan devletin kimi birimlerinde de siyanürcü Eurogold şirketine yönelik kuşku sürüyordu. Bu nedenle şirket bir süreliğine geri........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein
Beth Kuhel