İki dağ arasında
Şöyle olmuştur büyük ihtimalle. Küçük kardeş, denk getirdiği bir kamyonla yahut bir ciple şehir merkezine gitmiştir ilkin. Üç saati bulan bu yolculuk, sonraki safhalarda yaşayacağı yorgunluğun önsözü gibi olmuştur onun için.
Şehrin otogarına gitmiş, daha önceden kararlaştırdığı şekliyle Ankara’ya giden ilk otobüse bilet almıştır. Coğrafya yeşilden sarıya döndükçe “kavuşmanın” heyecanını yaşamaya başlamış ancak “vuslata daha var” deyip gözlerini camdan dışarı dikmiş, ya tamamını ezbere bildiği mevlidi terennüm etmiş yahut hatırladığı kadarıyla Melaye Ciziri Divanı’ndan şiirler, beyitler tekrarlamıştır. İlle de “bense baştan aşağı yanmaktayım dem be dem / nasıl anlatsam bilemem aşkın hesaba gelmeyen yanlarını” beytinde durmuş, düşünmüş, beyti tekrar okumuş, tekrar durmuş, tekrar düşünmüştür.
Ankara’da vasıl olduğunda vakit akşamı aşmış olmalıdır. Namazını ikmal etmiş, karnını doyurmuş, iki top da dondurma yiyip Çanakkale otobüsüne atmıştır kendini.
Gece, tahmininden çok daha uzun sürmüştür. Vuslatın hayaliyle yanıp tutuşmuş, gözüne uykuyu bir türlü misafir edememiştir heyecandan. Aklına başka dizeler gelmiştir: “Güzellerin ve ay yüzlülerin yetmiş kilit de vursan kapısına / pencereden çıkıp her yerde gösterirler kendilerini yine de”
Çanakkale’de kışladan içeri girecekken kapıdaki asker durdurmuştur. “Başındaki takkeyi çıkar” demiştir sertçe. Ardından komutana götürmüştür onu. Komutan, demi iyi ayarlanmadığı için şerbet gibi görünen çayından içip sigarasından derin nefesler alarak şöyle demiştir: “Bir saat normalde görüşme süreniz. Ama madem bunca zahmetli bir yolculuk yaptın, bir on dakika daha veririm sana. Yalnız kuralları biliyorsundur. Ben de yanınızda olacağım sürekli. Abinle Türkçe ve yüksek sesle konuşmak zorundasın. Türkçeden başka bir dilde konuşamazsınız.........
© Yeni Şafak
visit website