h.kanaatli@hotmail.com

YAZI ARŞİVİ

Yenilik/modernite insanlar için kaçınılmazdır! Dolayısıyla tüm topluluklar ellerinde olmadan modernite ile tanışma ve bu sürece girme mecburiyetindeler. Herkes ve her topluluk için modernite kaçınılmaz bir kaderdir!

Aslında modernite müspet ve olumlu bir şeydir, fakat menfi ve hatalı boyutları da vardır! Ayrıca bu hususta yenilikler/modernite ile geleneksel kültür arasında da çatışmalar söz konusudur! Bizlerin ve kültür sahibi her insanın bu sorunları halletmemiz gerekir!

Modernite tabii ve olağan şeydir, aynen insanın çocukluğundan gençliğine geçişi gibi bir ara dönemdir. Yeniliğe karşı bir tür menfi düşünceleri de olabilir!

İnsan belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra bu dünyada kendi din, inanç ve kültüründen başkalarının da bulunduğunu anlıyor ve yine kendi düşüncelerinden daha fazla güzel ve daha faydalı olabilecek fikirlerin bulunduğunu da fark ediyor! İnsanın bu durumu, aynen bir köyde yaşayıp tüm düşünce ve kültürünün o köyün düşünce ve kültürü ile sınırlı olduğu, hatta binek araçlarının dahi tabii araçlar olduğu, fakat şehre gelip yeni bir hayat ve düşünce ile karşılaştığında, bunların tümünün kendisinde olanlardan daha iyi ve daha üstün olduklarını anlayıp, bu sefer de kendince bunlar arasında karşılaştırmalar yapmaya başlamasına benziyor! Eski sahip olduğu düşünce ve imkanlar ile yenilerin arasında mukayeselerde bulunuyor!

İşte bizler de günümüzde bunları yaşıyoruz. Bu karşılaştırmalar sonucunda da yeniler ve yenilikler ile eskiler arasında cebelleşip duruyoruz! Yeniliklerden önceki durum ile yenilikler arasında gidip geliyoruz. Böyle bir durumda din adamları ile dindarlar vs. eski durumlara bağlılık gösteriyor ve o eski şeylerin tümünün doğru olduğunu kabul ediyorlar. Onların tümünün de Allah’tan olduğunu söylerler. Onlara sorsanız ki “demokrasi nasıl bir şeydir?”, derler ki, “küfürdür!” Yani Batıdan geldiği için küfürdür, İslam’da böyle bir şey yoktur derler! Fakat İran’daki Şiiler, Irak Necef ilim havzasına gelip dini tahsil yaptıklarında, Irak yönetimi Sünni Saddam’ın elindeyken, Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp ders okumak için “Demokrasi vaciptir ve şer’idir” diyorlardı! Bunu 1970’li yıllarda orada olduğum için çok iyi hatırlıyorum!

Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde İslam’ın temeli “Allah’a kulluk” üzerine kuruludur! Yani “insan kuldur!” Fakat bu dönemde temel ve dayanaklar değişmiştir! Şimdiki dönemde artık insanlar özgür ve haklarından söz eder olmuşlardır. Oysaki “kul insanın” hak ve hukuku yoktur! Onun yalnızca “teklifi ve mükellefiyeti” vardır! Dini liderinin yanına gidip, nedensiz ve niçinsiz olarak “teklifini” öğrenir o kadar! Çünkü onlar bir kuldurlar!

Bu bakışta (kendini kul görmede) şöyle bir tehlike vardır:
Birincisi: Bu görüş insanın özgürlüğünü yıkıyor, insanı kul yapıyor, mesh ediyor (değişikliğe uğratıyor). Çünkü kul insan, özgür insan değildir!

İkincisi: O türden insanda sorumluluk bilinci oluşmuyor! Nitekim IŞİD gibi kul olanlarda sorumluluk olmaz! Onlar aynen bir çocuk gibi olurlar. Şayet bir müftü o türden birine “git falanı ya da filan kesimden olanları öldür, bunu böyle yaparsan yerin Cennettir” derse, o da “neden ve niçin” demeden gidip o fetvayı icra eder, bununla da aklını, insanî özgürlüğünü ve ahlâkî sorumluluğunu yok etmiş olur. Bu durum, insanın kendini “kul” olarak tasavvur ettiği ortamlarda gerçekleşmiş olur!

Din adamları genelde insanları kulluğa davet ederken, bununla gurur duyarlar ve “biz insanları kulluğa çağırıyoruz” derler! “Biz insanları şehvetlerine/nefislerine kölelikten Allah’a kulluğa davet ediyoruz” iddiasında bulunurlar! Sürekli Kur’an’da Nebiler hakkında “İbadellah/Allah’ın kulları” sözünün geçmesinden gurur duyduklarından bahsederler. Hatta dışarıda minarelerde okunan ezanlarda değil, içeride kılınan namazlarda ve okunan hutbelerde “Eşhedü anne Muhammeden abduhu ve rasulühü/İnanıyoruz ki Muhammed’e O’nun kulu ve elçisidir” derler ve halka da dedirtirler!

İslam alimlerinin “kulluk/ubudiyet” konusundaki hatası şuradadır: “Kulluk/ubudiyet, irfanî bir konudur, onun siyasi, sosyal, ailevi ve iktisadî konular ile ilintilendirilmesi doğru değildir! Yani insan, yalnızca irfan açısından Allah’a kul olabilir, diğer işlerdeki kullukları ise, ahlâkî kulluklardır, kanuni kulluklar değildir!”-

Yani hiçbir halife ve fakih Allah tarafından atanmış değillerdir, dolayısıyla da onların verdikleri emir ya da fetvalar “vacibu’l-itaat/itaatı farz” değildir. Onların emirlerine itaatin farz oluşu kimi rivayetlerde geçmiştir ama, bu rivayetlerden en fazla yararlananlar Sünni ekolüne mensup Müslümanlar olmuşlardır. Nitekim Sünnilere göre; “emir/yönetici, zalim, fasık ve facir de olsa, insanların sırtını kamçılayıp mallarını ellerinden de alsa ve zulümler de etse, yine de ona itaat farzdır!” derler. Buralardan bakıldığında görüldüğü gibi Allah’a kul olmak (!), diğer şahıslara/emirlere/fakihlere de kul olmaya dönüşüyor!

Bundan daha tehlikeli olanı da fakihlere karşı yapılan kulluktur! Yani o anlayış; insanı din alimlerine de kul ediyor! Çünkü insanlar dini hükümlerin tümünü din adamlarından alıyor ve bunun için de onların kulu oluyorlardır! Onlar insanlara; “akılcılığa, özgürlüğe gerek yoktur, biz ne dersek siz onu yapın vs.” derler. İşte bunlar, beyni ve düşünceyi donduran şeylerdir ve çok da tehlikelidir!

Dinin kadim dönemlerde “kulluk” üzerine bina edilmesi güzeldi. O dönemlerde siyasi, sosyal ve ahlâkî bütün hareketler din üzerine kuruluydu. Nebi, din üzerinden birbirinden farklı ve birbirine düşman olan kabileleri bir araya getirdi ve onlardan müteşekkil bir devlet kurdu. Bu bakış açısıyla ve “La ilahe illallah” esasıyla din faydalıydı. Allah’a kulluk, nebiye de kulluktu! Çünkü Kur’an;” Allah’a ve resule itaat edin” (Nisa:59) diyordu! Nebi de bu yeni kurduğu toplumu ve devletini, “mutlak itaat” üzerine tesis etti. Bu “mutlak itaat” ise o günkü hâkim güce (yönetici olan Nebi’ye) itaat idi! Hatta Ku’ran bu hususu şöyle beyan etmiştir:

– “Hayır, (sandıkları gibi değil,) Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarında seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hüküm hakkında kalplerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!” (Nisa: 65)

Bu dereceye kadar insanların itaati ve kulluğu istendi! Evet, Nebi muhlis ve Allah ile irtibatlı bir şahsiyetti, fakat bu inanç (yani Nebi’ye itaat inancı), insanı götürüp Emevî, Abbasî ve onlardan sonraki Sultan ve yöneticilere/ulü’l- emirlere de “kul” yapıyor! Çünkü bunlar Kur’an’ın: “İtaat ediniz Allah’a, itaat ediniz rasule ve emir sahiplerine de” (Nisa:59) ayetini kendi lehlerine de yorumluyorlar! İşte bu, çok tehlikelidir! Bu bakış, insanı yalnızca siyasi meselelerde götürüp hâkim gücün karşısında “kul” etmiyor, bundan daha tehlikeli olan “fakihlerin fetvaları” karşısında da kul etmiş olmasıdır!

Merhum Şeyh Naini şöyle der: “Dinî istismar, siyasi istismardan daha tehlikelidir! Çünkü dini istismar kalplere nüfuz eder ve düşünceleri kilitler!”

İktidarı elinde bulunduran biri insanı katledebilir ya da zindana atabilir, ama düşüncesine, kalbine, inancına ve duygularına hükmedemez!

İşte fakihlerin insanlara hükmetmesi, insanların onların elinde bir oyuncağa dönüşmesidir! Ayrıca fakihler de kendi aralarında farklıdırlar ve fetvaları da “beşerî fetvalardır!” O fetvalarının üzerinde de maslahatların etkileri vardır! Şahsî, zatî ve fetevaî maslahatlar vardır! Bundan dolayı diyebiliriz ki,” Allah’a kulluk”, kul anlayışında olup da o inancı taşıyanları, “insana kulluk” tan kurtarmıyor! Hatta insanda “kula kulluk” duygusunu geliştiriyor!

Kadim zamanda “tevhit dini” birleştirici bir dindi, çünkü ilk ortaya çıktığında insanlar birbirlerinden farklı putlara tapıp farklı şeylere inanıyorlardı! Tevhit dini de gelip onları bu girdaptan çekip kurtardı. Fakat son dönemdeki Müslümanlar, aynı ilk dönem cahiliye insanlarının durumuna geri dönmüşlerdir. İslam ülkelerinin tamamına yakını öyle olmuştur! Irak, Afganistan, Suriye, Yemen, Pakistan vs. tümüyle öyledir. Bunlarda da eski putperest şirk dönemindeki olduğu gibi düşmanlıklar, çekişmeler, kan dökmeler vs. başını alıp gitmektedir. Artık tevhit dininin toluma hiçbir katkısı yoktur, o düşmanlıkları da akıl dışı şeylerdir!

Hatta Şii-Sünni kaynaklarda şöyle bir rivayet geçer: “Allah’ın dini akıllar ile yönlendirilmez!” Yani Nebi’ye gelip bir şey sorduklarında ve o da o şeyi açıkladığında, açıkladığı bu şey de onu soranların aklına uymadığında, Nebi de onlara; “Bu, Allah’ın hükmüdür, Allah’ın hükmü de akıl ile yönlendirilmez (izah edilmez)” diye söylediği de oluyordu!

Örneğin enbiya kıssaları bu anlamdaki şeylerle doludur! Mesela Kur’an’ın naklettiğine göre Hızır, suçsuz bir çocuğu öldürüyor! “Niçin öldürdün?” diye itiraz edilince de “muhtemelen gelecekte baba ve annesine eziyet edebilir” diye cevap veriyor!

Aynı şekilde Nebi İbrahim de oğlunu kesmek istiyor. Bu işler kolay işler değildir, kötü örnek de teşkil edebilen işlerdir! Türkiye’de ya da herhangi bir İslam ülkesinde eline bıçağı alıp “ben de İbrahim gibi oğlumu kurban etmek istiyorum” deyip böyle bir teşebbüste bulunanlar olmuştur! Ya da bazılarına sorulsa ki, “sen de oğlunu Allah yolunda kurban etmek ister misin?” diye, dindarlığı coşa gelip “evet isterim” diyen saf insanlar dahi yok değildir!

İşte teröristliğin temelini oluşturan şeyler de aslında bu kıssalardır! Yani bir insanda Allah rızası için falan şahsı (ona göre müşrik birini) ya da birtakım kimselerin katledilmesine dair şayet yakîn hâsıl olmuş ise, (örneğin halifeye, sahabeye vs. küfür etti de kâfir oldu gibi boş nedenlerle) delil olmaksızın boş fetvalar verip, derhal o şahsın ya da o kesimin katlinin vacip olduğu söylenir! İşte bu tehlikelidir. Yani Allah’a kulluk, şayet Allah ile sınırlı kalırsa bu güzeldir, fakat bu kulluk, kula kulluğa dönüşür ise, işte o çok tehlikelidir! Nitekim bu durum yalnızca orada da kalmıyor, tüm toplumsal musibetler aslında buradan kaynaklanıyor!

Allah’a kulluk döneminde insanlar dalgalar şeklinde dinin safına geçiyorlardı, ama kula kulluk dönemi başlayınca, bu sefer de tam tersi insanlar dalgalar şeklinde dinden uzaklaşıyorlar!

Dinden kaçışları önlemek için de “vicdanı” esas kabul etmeli ve öyle davranmalıyız. Nitekim ahlâkî hayatta da asıl olan vicdandır! Yani insanın dinsiz yaşaması mümkündür. (Nitekim dünyadaki insanların büyük çoğunluğu bizim anladığımız şekildeki dine sahip değillerdir!) Fakat ahlâksız ve vicdansız yaşamaları mümkün değildir. Çünkü ahlâk ve vicdanın hem bireyin hem de toplumun üzerinde müspet etkileri vardır. Hatta siyaset ve ekonominin de üzerinde etkileri vardır. Dolayısıyla ahlâk zaruridir, nitekim aynı şekilde hukuk da zaruridir!

Batıda en fazla hukuka vurgu yapılır. Asıl olan da hukuktur ve ahlâk da hukuktan ortaya çıkar! Biz Müslümanların kültüründe de asıl olan ahlâktır ve her şeyde “ahlâkî vicdanı” esas kabul ederiz. Sonra da hukuku bu ahlâk üzerine tesis ederiz! Nitekim dinin de aslı ahlâktır. (Bu konuda farklı görüşler olsa da bize göre dinin aslı ahlâktır!)

Din, insanları ahlâka davet için gelmiştir! Nitekim bir hadiste Nebinin şöyle söylediği nakledilir:

-“Ben ahlâk yüceliklerini tamamlamak üzere geldim!”

Nitekim İslam’dan önce Arap topluluğunda din diye bir şey yoktu ki “dinî ahlâk” da olsun! Fakat örfî, toplumsal, pragmatik/faydacı ve maslahatsal ahlâk vardı!

Bana göre biz, dine alternatif olarak “vicdanı” söyleyebiliriz, çünkü kimilerine göre dinin artık expayır oldu (kullanma tarihi geçti!)

Din aynen istiridye gibidir, İstiridye’nin içerisinde her zaman bir inci danesi bulunur, o da “Allah’a imandır!”, “İnsani değerlere imandır!” İsa Nebi de Yahudiler ile tartıştığında bunu söylüyor! İsa Nebi’den “senin dininin özeti nedir?” diye sorulduğunda, “Allah’ı sevmek ve kendim için sevip istediğimi başkaları için de sevip istemektir” dedi. Dinin özeti budur dedi! Dolayısıyla sevginin dışında kalan her şey değişkendir!

Biz dinin alternatifi “vicdandır” dediğimizde, dinlerin özünün bu olduğundan dolayı bunu söylüyoruz. Yani bütün dinler senin vicdanına arz olunuyor, şayet senin vicdanın ve aklın onu kabul eder ise, o din doğru kabul edilir. Şayet vicdanın ve kalbin onu kabul etmez ise, o din reddedilir ve batıl olarak addedilir! Kısacası dine hükmeden, insanın vicdanıdır. Örneğin ayette müminlerin şöyle söyledikleri nakledilir:

– “Ey Rabbimiz! Biz, “Rabbinize iman.” edin diye imana çağıran bir davetçinin çağrısını işittik te iman ettik.” Al-i İmran:193)

Bu ayet üzerinden hareketle, birisi kalkıp da; biri bizi Marksizm’e imana çağırdı biz de ona iman ettik, ya da biri bizi Nazizm’e iman edin, ırkçılığa iman edin, Hinduizm’e, Şamanizm’e iman edin diye çağırdı biz de iman ettik diye bir iddiada bulunursa bu doğru değildir! İman etmede illa ki bir delilin bulunması gerekir! O takdirde ayetin içerisinde bir gizli cümlenin bulunması gerek ve o da şudur:

– “(Biz de o imanı vicdanımıza arz ettik ve o da kabul etti) biz de öyle iman ettik! (Al-i İmran: 193) Yani ayetteki o şahıs bize şu mesajı veriyor; “her inanca davet edenin inancına iman edilmez. Ancak delil üzerinden iman edilir. Bizim Allah’a iman etmedeki delilimiz de o inancı vicdan ve aklımıza arz etmektir. Akıl ve vicdan bu davetin doğruluğunu kabul ve Allah’a inancın putlara imandan daha doğru olduğunu tastık ettikten sonra, biz de o daveti kabul ettik!

Diğer bir ifadeyle o şahıs bize şunu söylemek istiyor: “Nebi bizleri putlara tapmayı terk edip Allah’a tapmaya davet etti. Biz de onun bu davetini akıl ve vicdanımıza arz ettik, onlardan bunun doğruluğunun onayını aldıktan sonra biz de o Nebinin davetine iman ettik!”

Yani Nebi bizleri putlara tapmayı terk edip Allah’a tapmaya davet etti, biz de onun bu davetini aklımıza ve vicdanımıza arz ettik, onlardan bunun doğruluğunun onayını aldıktan sonra, biz de o Nebi’nin davetine icabet ettik.

Musa Nebi de aynısını yaptı. Kavmine on emir getirttiğinde onların Allah’tan olduklarını söyledi. Bu emirleri kabul edin dedi. Yani bu emirleri aklınıza ve vicdanınıza arz edin! Onlar da öyle yaptı. Akıl ve vicdanları o on emrin doğruluğunu onayladıktan sonra onları kabul ettiler.

Demek ki dinde asıl olan vicdandır! Dini hükümleri vicdanına arz edeceksin, çünkü hükmeden vicdandır!

Kur’an’da insanlara gelen dinin ya da devletin hükümlerini akıl ve vicdana arz etmek ile ilgili yalnızca yukarıda naklettiğimiz bu ayet (Al-i İmran:193) mevcut değildir, bunun dışında birtakım ayetler daha vardır!

Önceden de söyledik ki, şayet dinin hükümleri aklın ve vicdanın hilafına olursa, o din sakıt olur (yürürlükten kaldırılır) ve itibarını yitirir! İçerisinde bulunduğumuz dönemde de dinin hükümlerinden akla ve vicdana uygun olan hükümleri tabii ki yaşamalıdırlar! Örneğin insanlara, baba anneye saygı, yetimleri koruma ve haklarına saygı gösterme, bunların tümü de akla, vicdana ve adalete uygundurlar! Fakat şu içerisinde bulunduğumuz zamanda bir kısım değişiklikler olduğu için, dinin de birtakım hükümlerini kabullenmek mümkün değildir! Ama bu, bizlerin hemen dini terk etmemiz anlamında olmamalıdır! Yani Şii, Şiiliği terk etmemeli ama, vicdanlı olmalıdır! Sünni de Sünniliği terk etmemeli ama onun da vicdanlı olması gerekmektedir! Yahudi, Hıristiyan, Hindu, Zerdüşt vs. tüm inanç sahipleri inançlarını terk etmemeli, ama vicdanlı olmalıdırlar! Bu esası (vicdan ve ahlâkı) terk etmeyerek birinin Hindu, Hıristiyan, Yahudi, Müslüman, Şii, Sünni vs. kalmasının bir sakıncası yoktur!

Daha açıkçası din bir “kimlik”tir, insanın “mahiyet”i değildir. Tehlikeli olan dinin; insanın insanlığı ve her şeyi olarak kabul edilmesidir!

Düşmanlıklar, kıtaller, teröristlik vs. şeyler bu tür bakıştan kaynaklanıyor! Bu görüşü de din adamları insanlara telkin etmişlerdir! Oysaki din, insanı teşkil eden boyutlardan yalnızca biridir! İnsanın akıl, toplumsal, ahlâksal, sanatsal, estetik, özgürlük vs. boyutları da vardır! İnsanı teşkil eden boyutlarından biri de kulluk, ibadet ve Allah ile irtibat kurma boyutudur. Ama bu söylediğimiz boyutlar içerisinde yanlış uygulandığı takdirde en tehlikeli boyutu, “semavî sömürü” diye isimlendirdiğim “din” boyutudur! Yani “semavî sömürü”, “arzî sömürü” den daha tehlikelidir! Bu semavî sömürü, insanın diğer alanlarına da yayılıyor. İnsanın diğer boyutlarına da hükmediyor! Yayıldığı takdirde siyaseti, ekonomiyi, eğitimi, kısası, recmi ve ceza hukuku vs. yi de dincileştiriyor, bunların tümü de dincileşti mi, ortaya Taliban, IŞİD, Boko Haram vs. gibi terör odakları çıkmış oluyor!

“Avam dini” ile “dincilik” ayrı şeylerdir. Avam dinden oruç, namaz, hac, zekât vs. gibi ameli konuları anlar ve bireyseldir! Fakat tehlikeli olan toplumsal ve ideolojik olan “dincilik”tir! Bu anlayıştaki din, insanın kendi farizalarını başkalarına yüklemesidir. Toplumu Taliban ya da IŞİD’e çevirmektir. Bu algıdaki din, hukuku ve özgürlükleri yok etmektir. Bu algıdaki din, sonunda insanı bozar. Aynen filmlerdeki gibi insanı “Zombi”ye dönüştürür! (Zombi, filmlerdeki virüs kapan hastalıklı adamlara denir!)

Günümüzdeki bu din de aynen Zombi filmindeki virüsün bulaştığı insanlar misali Müslümanları Taliban, IŞİD, Selefi, Vehhabi, Boko Haram gibi örgütlerin durumuna salmıştır ve tümünü de terörist etmiştir! Yani bu din, bulaştığı insanları nesh etmiştir (zatını değiştirmiştir!) Bu algıya yakalananlar kendi düşünce ve inançlarını toplumdaki herkese bulaştırmaya çalışmaktalar! Tüm bilgi ve kültürleri iptal edip, yalnızca kendi algılarındaki inancın kalmasını istemekteler!

“Din” diyorlar da ama hangi mezhebin algısındaki din? Faraza Şii mektebi algısındaki dinde bile birçok anlayışlar mevcuttur, Sünni din algısında da öyledir! Aynı şekilde Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin kendi içlerinde de birçok farklı algılar mevcuttur! Dolayısıyla da şu semavî sömürünün karşısında yeni bir şey tesis etmek gerek!

Elbette ki bunu da Batı’yı taklit ederek söylemiyoruz! Batılalar da kendi sistemlerinden şikayetçiler. Fakat insanların insanlıkları vicdanlarındadır! Vicdansız insan, insan değildir! Dinsiz insan olur ve hatta iyi bir insan da olabilir, fakat “ahlâkî vicdansız insan” olmaz. Olursa şayet, o bozuk insandır! Bundan dolayı biz, insanın vicdan sahibi olması hususuna vurgu yapıyoruz!

Dedik ki dine, alternatif olarak ancak vicdan olabilir. Bir şeyin alternatifi, bir tür o şeyin aynısı demektir. At’tan otomobile ya da çamur evden betonarme eve geçiş yapmak gibidir. Bu, bir tür şekli değiştirmektir.

Biz vicdanın yalnızca dine alternatif olduğunu söylemiyoruz, “vicdan”ın, dinin cevheri, aslı, özü olduğunu da söylüyoruz. İnsan dini terk ettiğinde ve onda bu cevher (vicdan) kaldığında, bu da yeterli oluyordur!

Descartes’ın dediği gibi “düşünüyorum o halde varım” gibi, yani “vicdan” vardırsa o halde “din” de vardır. Yine arifler şöyle derler:

– “Şeriat, tarikat, hakikat, marifet” kuralı içerisinde, insanın ilk başta şeriata, yani namaz, oruç, hac vs. ye ihtiyacı olur. Fakat bu, yeterli değildir, bunlar başlangıçtadır. Şeriattan sonra tarikat gelir. Tarikat da nefisle cihat etmektir, yani nefsi ahlâksal rezilliklerden tezkiye etmektir. İnsanın vicdanı güçlendikten ve ilâhî nur onun kalbine hâkim olduktan sonra, üçüncü aşamada insan, insanî vicdana sahip olur. Yani hakikate ulaşmış bulunur! Buna Budistler “Nirvana” derler. Yani insan hakikate ulaştıktan sonra kâmil bir insan oluverir! Artık dine ihtiyaç duymaz.

Din bir araçtır, insanı yüce mertebeye ulaştırmak için bir vesiledir. İtikat yüzde yüz hak değildir ve insanı değiştirmez, fakat onu bir menzile ulaştırır ve bu menzil de bizi daha üst bir mertebeye yükseltir. Yani biz, itikada sarıldığımız takdirde (aynen İslamcıların İslam’a sarılmaları gibi, ömürlerinin sonuna kadar da öyle kalıyorlar), onu son dönemimize kadar sahiplenmemeliyiz. Bu itikatlar, aynen insanı uzaya götüren bir roket gibidir. Roket ise uzay aracını dünya çekiminden kurtarmak içindir, şayet bu cazibiyetten (dünya çekiminden) kurtulmaz ise, bu durum uzay aracı için bir tehlike oluşturur, uzay aracının yanma ihtimali bulunur ve yere çakılır!

Din de roket gibidir. İnsanı yüceliklere çıkartmak içindir. Belirli bir noktaya geldikten sonra, artık dini terk etmek lazım, aynen roket misali, şayet terk edilmez ise yanar! Yani teröristlik, sevgisizlik, tefrika, zıtlaşma vs. vesilesiyle o din, mensuplarını yakıp yok eder!

Laikler sürekli dini yargılarlar, fakat bilgi boyutludur. Kur’an’ın ayetleri arasındaki tenakuzlarını, ilim ve bilim ile çelişikliğini, belağatsızlığını ve akıl ile bağdaşmayan yönlerini yargılarlar! Fakat asıl mesele bunlar değil, dinin varlık yönüdür! Yani laiklere göre asıl mesele din varlığının insan düşüncesine, zihnine ve insanlığına menfi yönden etki bırakma meselesidir! Şayet insan dine sarılır ise durum böyle olur! Çünkü dinin varlığının tehlikesi, insanı diğerlerinden ayıran “akıl”, “özgürlük” ve “ahlâk” gibi üç özelliğinin tümünde etki bırakır! İnsanın insanlığını oluşturan şey, zaten bu üç temel özelliktir! Şayet bir insan akılsız, ahlâksız ve özgür olmazsa, hayvan olur, yani günümüzün insan görünümlü hayvanı olur!

Din adamları ise halka şöyle derler: “Allah’ın dini akıl ile ölçülmez!” Bu söz ile aklı devre dışı bırakıyorlar! Öte taraftan da aklın önemini açıklarken şöyle derler: “Aklın önemi, insanları masuma ulaştırmasındandır!” Sünnilerde ise aklın önemi, onun insanları Kur’an ve Sünnete ulaştırmasındandır! Yani akıl insanları masuma ya da Kur’an ve Sünnete ulaştırdıktan sonra artık onun bir önemi kalmıyor! Bu sefer de mutlak kulluk ve itaat başlıyor! Bu da aklı iptal edip bir kenara bırakmaktır!

İnsanı “insan” yapan birinci temelin akıl olduğunu çok kısa bir şekilde dillendirdikten sonra, şimdi de onu insan yapan ikinci ayağını (özgürlüğü) izaha çalışalım:

– “Din adamları ilk baştan “sen kulsun özgür değilsin” derler! Allah’a kul olmanız orada kalmıyor, oradan da hâkim gücün (yöneticinin) ve fakihlerin kulluğuna götürülüyorsunuz! Fakihlerin kulluğuna götürüldüğünüzde de onların verdikleri fetvalarla nice zulümlere maruz kalıyorsunuz! Mezhep kavgaları, düşmanlık edinmeler, insanları ötekileştirme, cihat adı altında kurulan IŞİD, Taliban, Boko Haram vs.ler, tümüyle fetva veren fakihlerin eserleridirler!

Birisi şöyle anlatıyor (yaşanılmış bir olaydır!): Bayanın biri gelip bir Fakih’e şöyle bir şikâyette bulundu; “Benim kocam namaz da kılmıyor humus/zekât da vermiyor, hatta humus/zekât konusunu alaya da alıyor! Benim buna karşı görevim nedir?” Fakih onu ikna edip yuvasını dağıtmaması gerekirken şöyle demiş; “Hemen çocuklarını da alıp o evden çıkman gerekir! Bu andan itibaren zaten senin nikâhın boştur ve onunla evli kalman da caiz değildir!” O zavallı kadın da onun bu emrine kullukta bulunup yuvasını dağıtıp gitmiş!”

İşte bu türden kulluk çok tehlikelidir! O kadın, onun o fetvası yüzünden hem kendi hayatını hem kocasının hayatını hem de çocuklarının geleceğini karartıp gitti. Oysaki o fakih o kadına şunu söyleyebilirdi: “Senin için öyle bir kocanın evinde yiyip içmek helâldir, sana da çocuklarına da bir günah yoktur! Günahı işleyen o kocandır! Sizler ise onun günahını üstlenecek değilsiniz!”

Sünni ve Şii kesim içerisinde humus ya da zekâtı hafife alan ya da o hüküm ile alay eden büyük bir çoğunluk mevcuttur. Böyle olanları da maalesef hemen mürtet ilan edip katlini vacip görüyorlar!

Özgürlük o kadar önemli ki İmam Ali onun hakkında şöyle der: “Kendinden başkasına kul olma, Allah seni özgür olarak yaratmıştır”

Yani imam Ali şunu der:” Bu dünya alış-verişin bulunduğu bir pazardır. İnsanlar bu pazar yerine geldiklerinde kimisi kendini satar ve öyle ayrılır, kimisi de kendini satın alıp özgürleştirir!”

Kur’an’da da şöyle buyurulur:

-“Biz insana yolu gösterdik (ve özgür kıldık), ya yola girip şükredecektir ya da girmeyi kabul etmeyip küfre girecektir.” (İnsan:3)

“Özgürlük” ilâhî sistemin bir parçasıdır, hatta bitki ve hayvanlar dahi bu özgürlük nimetinden yararlanmaz iseler, arzu edilen seviyeye ulaşamazlar!

Şimdi de insanı “insan” yapan üçüncü temel olan “ahlâk”tan kısaca söz edeceğiz.

Din adamları “ahlâk”ın, yalnızca “dinî ahlâk”tan ibaret olduğunu kabul etmişlerdir! Bunu da o denli önemsemişlerdir ki, bir topluluk içerisinde şayet birisi örneğin laik ya da sosyalist olur ise, onunla irtibat kurmayı, gel gitte bulunmayı, kız alıp vermeyi haram kabul etmiş ve şayet o adamın hanımı İslâmî kurallara bağlı birisi ise, kocasından boşanması için ona baskı dahi yapmışlardır! Bunun örnekleri birçok İslam ülkelerinde mevcuttur! En fazla da Mısır’da vardır! Mısır’da laikliği savunan birçok akademisyeni ya öldürdüler ya zindana tıkadılar veyahut da tövbeye davet ettiler! Prof. Dr. Nasip Ebu Zeyd, Prof. Dr. Necip Mahfuz, Prof. Dr. Ali Abdurrezzak vs. bunlardan bazılarıdır. Bu türden halkın akil insanları, o cahil fakihlerin fetvaları yüzünden ya Mısır’ı terk ettiler ya da öldürüldüler. Sudan’daki Mahmut Muhammed Taha da öyle oldu!

İnsanları kullaştıran ve bozan bu türden dinin ilacı da yoktur! Bundan dolayı biz şöyle düşünüyoruz: ”Tüm dinlerin cevherini (asaletini) oluşturan şeye (vicdana) sarılmamız gerek. Vicdan olmaz ise insan, “insan” olamaz!”

İnsan, toplum ve birey olarak “ahlâkî vicdan” olmadan varlığını devam ettiremez! Evet insan, tıpkı Japon, Çin, Kore vs. toplulukları gibi dinsiz olarak da bireysel ve toplumsal hayatını devam ettirebilir, çünkü din, zati değil arazi bir şeydir! Din aynen İnci’nin dış kabuğu İstiridye gibidir. İstiridyeyi kırıp onun içindeki inciyi almak lazım. İstiridye yalnızca o inciyi koruyan bir kabuktan ibarettir. Dinde aynen öyledir ve bir ceviz kabuğu gibidir. Cevizin içinden istifade etmek için onun kabuğunu kırıp atmak lazım. Aksi takdirde cevizin özüne ulaşma imkânı bulamayız!

Gerçek şu ki insan inansa da inanmasa da “insandır!” Allah insandan inançlı olmasını değil vicdanlı olmasını ister! Budistler vs. Allah’a iman etmemiş olabilirler, fakat ahlâk açısından insanların en iyilerindendirler. Japonlar da öyledirler! Bundan dolayı “vicdanî ahlâkın” dinin alternatifi olduğunu söylüyoruz!

Örneğin Hindistan’ın kurucusu Mahatma Gandi de yalnızca bir insandı. Hindu dinine dahi inanmıyordu. Hindistan da Hindular ile Müslümanları birleştirmek için yaptığı çalışmalardan dolayı rahatsız olan bir dindar Hindu(!) tarafından katledildi! Mahatma Gandi; yalnızca vicdanlı bir insandı o kadar!

Kerbelâ’da Yezid’in ordusuna karşı İmam Hüseyin’in de söylemiş olduğu “Bizde boyun eğmek yoktur!” sözü, onun vicdanından kaynaklanan bir sözdü. Yani İmam Hüseyin bu kıyamı niçin yaptığına dair İbn-i Ziyad ve Yezid’e bir sürü akli ve nakli deliller getirme gereği görmedi! Bu kıyamının, yalnızca vicdanından kaynaklandığını ortaya koymak için bu sözü söyledi ve yine o sözüyle, bu kıyamı vicdanı ona emrettiği için yaptığı mesajını verdi!

Vicdanlı insanlar her kültür ve her toplumda vardır. Onlara farklı isimlerle hitap edilmiştir! Örneğin onlara Japonlar “Somari”, Fransızlar “Şövalye”, Araplar “Feta”, Türkler “Yiğit”, Çinliler “Brosli” ve İspanyollar da “Don Kişot” derler!

Eflatun şöyle güzel bir söz söyler:

– “Üç şeyin üç uşağı vardır! Hakikatin uşağı Feylesoflardır. Hayrın uşağı ahlâklılardır. Güzelliğin uşağı da şair ve sanatçılardır! Şair ve sanatçılar “güzellikte” Cemali (Allah’ın güzelliğini) görürler! İnsanoğlu bu üçüncü yol üzerinden yürüyüp kemalata ulaşabilir ve mükemmelliği yakalayabilirler!”

Şairler, edebiyatçılar, sanatkârlar, romancılar, hikâyeciler, insanı güzelleştiren ve kemalata götüren işler ortaya koyarlar! Bunlar, dini malzeme kullanmadan, insanları Allah ve cehennem ile korkutmadan ve Cennet ile de tamahlandırmadan insanları eğitiyorlar!

Bu edebiyatçılardan örnek alınacak biri de Mısırlı, babası Arap, annesi bir Türk olan Mustafa Lütfi el- Menfulut’un yazdığı “Şiir” namındaki eseridir. Bu eseri Fransızca’ya da çevrilmiştir! Kitabının sonunda şu konu geçer:

– “Mustafa Lütfi el- Menfelut ölüm döşeğindeydi, Eşi gelip ona şöyle dedi: “Ya Mustafa! Sen çok değerli ve saygın bir insandın! Fakat çok düşman edindin! Niçin insanlarla normal geçinmedin? Mustafa da ona şu cevabı verir: “Benim için en önemli olan şey, özgürlüğüm ve bağımsızlığımdır!”

Bu söz, değerli insanlar için bir örnek teşkil eder! İnsanların “İnsanlığına önem vermeleri için” söylenmiş önemli bir sözdür! İşte Allah’ın insandan istediği de budur! İnsanın şerafetli ve saygın oluşudur! Kısacası Allah insanın ahlâksız, özgürlüksüz, akılsız ve vicdansız bir dindar olmasını istemiyor!

Dindar insan, gerçekte özgür olmayan insandır. Yani Cehennem ve Allah ile korkutmak ve bu korkulardan dolayı insanı ibadete icbar etmek, böylelikle de onu ahlâk sahibi yapmak mümkün değildir! Çünkü cebir ile ahlâklı olunmaz! Ahlâk insanın batınından, kalbinden, zatından ve derunundan gelmeli ki insan ahlâklı olsun! Ahlâk; zorakilik ve telkinle olmaz!

“Hür” insanın ahlâkı ile “kul” insanın ahlâkı da birbirinden farklı şeylerdir! Bizler “vicdanı” söz konusu edince, hür insanların ahlâkını istiyoruz, çünkü hürlerin ahlâkı zatlarından kaynaklanır! Vicdanlarından doğar, dışarıdan onlara icbar edilmez, Cennet tamahı ve Cehennem korkusundan da kaynaklanmaz! Ya da toplumun, yöneticinin ve fakihlerin korkusundan da oluşmaz! Bunların oluşturduğu ahlâk, “kul insanların” ahlâkıdır!

Biz diyoruz ki, Allah dahi bizim kul insanlar olmamızı istemiyor! Diyor ki, siz, ahlâkınızda hür olmalısınız! Siz benimle hürler gibi muamele etmelisiniz kullar gibi değil! Şayet bizler Allah ile kul gibi muamele eder isek, Allah da bizimle kul gibi muamele yapar! Yani biz, kul insanlar olmayı kabul etmiş oluruz!

Biz ahlâk derken, hür insanların, şerefli ve saygınların ahlâkını diyoruz! “Vicdanî ahlâk”, seçkinlerin ahlâkıdır, çünkü bu türden ahlâk, onların özgürlüklerinden ve zatlarından kaynaklanıyor, dışlarından onlara yüklenmiyor! Toplumdan veya Cehennem korkusundan ya da Cennet tamahından kaynaklanan ahlâk olmuyor! Bu türden ahlâk, insanın maneviyatından kaynaklanıyor! İnsanlar bu türden ahlâkı ve insanî değerleri ile yaşamında kıyam edip harekete geçiyor! Madde ve çıkar üzerinde hayatını ayakta tutma imkânına sahip olamıyor! Şayet dünyalık, çıkar, şöhret, şehvet, makam vs. gibi şeylerin peşince koşarsa, insanlığı bozulur ve ziyana uğramış olur!

ALLAH MEFHUMU NEDİR?

Allah mefhumu tek tip değildir! Her insanın Allah ile ilgili hem kendine has bir tasavvuru vardır hem de O’na gidecek bir tariki/yolu mevcuttur! Tacirin, Doktorun, Feylesofun, cahilin, âlim vs.nin her birinin Allah’a dair farklı bir tasavvurunun bulunduğunu söylemek mümkündür! Bunların tümünün Allah ile ilgili tasavvurlarının aynı olması mümkün değildir!

Konuyu daha iyi anlamamız için şu girişi yapmamız lazım:

İki türlü makulat (akledilen şeyler) vardır. Biri “makulat-ı evveliyye/akla ilk gelen şeyler”dir, diğeri de “makulat-ı saneviyye/akla ikinci dereceden gelen şeyler”dir! Bunların farkı şudur: Makulat-ı evveliye (akla ilk gelenler), insanın hariçten göz, kulak, burun, ağız, dokunma gibi duyuları vasıtasıyla elde edilen ve aklın kanaatine giren şeylerdirler! Örneğin insanın dışındaki dağ, ağaç, kuş, yeşillikler, arabalar, ev vs.ler duyular vasıtasıyla akla nakledilirler ve aklın ilk idrak ettiği şeyler olurlar. Bu türden maddi şeyleri aklın idrak etmesinde, insanlar ile hayvanlar müşterektirler. Fakat insanı hayvandan ayıran şey, bu görünen şeylerden, insanın ikinci bir şey (düşünce) yaratmasıdır! Yani “makulat-ı saneviyye/ ikinci bir fikir” ortaya koymasıdır! İnsanın görünen şeylerden elde ettiği makulat-ı saneviyye, örneğin ahlâk, hüsün ve kubuh, cemal/güzellik, insanın haricen kesbettiği gibi şeyler değillerdir! Mesela güzel bir kadın, güzel bir manzara, güzel bir tablo vs. gibi şeyleri, duyular akla intikal ediyor, akıl da bu güzeldir diyor. Bu şekilde güzellik de “makulat-ı saneviyye” den oluyor!

İktidar da öyledir! İnsan, Allah mefhumunu “melekut-i evveliye”nin dışından alıyor. Diğer bir ifadeyle Allah, aynen bir dağ veya ağaç gibi dışarıda varlığı olan bir şey değildir! Dolayısıyla da Allah, zihinde oluşan bir varlıktır! Fakat zihnin yarattığı itibarî bir şey değildir! Örneğin lügati (kelimeleri) zihin yaratmıştır, fakat Allah lügat gibi zihnin ürettiği bir şey değildir ve direkt olarak dışarıdan alınan bir şey de değildir! Allah’a makulat-ı saneviyye denir, fakat aklî işlerin tümünün dışındadır. Bundan da şunu anlıyoruz; “akılda bulunanların dışında, akıldakileri de var eden bir yaratıcı vardır!”

Örneğin Feylesofların dediklerine göre “illet ve malul” kanunu dışarıda mevcut değildirler, “beyneyn”dedirler (hem hariçte hem de zihindedirler!)

Kısacası Allah, insanın düşünsel masbukatında yer almıştır! Hermenötik (yorumlama bilgisi ve teorisi) açısından Allah ve itikatların tümü “makulat-ı saneviyye”nin içerisinde yer almışlardır, “makulat-ı evveliyye” de ise akıl ile masbukatın herhangi bir iştiraki söz konusu değildir! Bütün dağ, ağaç, ev, araba vs. gibi eşyalar, “makulat-ı evveliyye” nin içerisine girmiştir, fakat “makulat-ı saneviyye” nin yarısı insan üretimi olduğu için bunda (makulat- saneviyye’de), düşünsel masbukatın da iştirakı vardır! Örneğin inanç, eğitim, karakter, kültür, zekâ vs. bunların tümü de zihnin üretiminde etkisi olan şeylerdir! Dolayısıyla da Allah tasavvuru, insandan insana ve dinden dine farklılık arz etmektedir!

Özetlersek;

Allah mefhumu, “makulat-ı saneviyye”nin içerisinde yer aldığı için kültürden de etkilenir! Cahiliye dönemindeki kültürün etkisinde kaldığı gibi, asrımızın kültürel yapısının da etkisinde kalmaktadır!

Örneğin Allah mefhumu üzerinde etkisi olanlardan biri de terörizmdir! Zulümdür, hırsızın el ve ayaklarının kesilmesi cezasıdır! Recim olayıdır. Bunlar hem Nebi’nin zihniyetiyle uygun olan şeylerdir hem de onun o dönemdeki kültürüyle! Fakat şu andaki bu kültür, bunu kabul etmiyor!

QOSHE - DİNİN ALTERNATİFİ VAR MIDIR? - Hasan Kanaatlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

DİNİN ALTERNATİFİ VAR MIDIR?

47 1
24.05.2024

h.kanaatli@hotmail.com

YAZI ARŞİVİ

Yenilik/modernite insanlar için kaçınılmazdır! Dolayısıyla tüm topluluklar ellerinde olmadan modernite ile tanışma ve bu sürece girme mecburiyetindeler. Herkes ve her topluluk için modernite kaçınılmaz bir kaderdir!

Aslında modernite müspet ve olumlu bir şeydir, fakat menfi ve hatalı boyutları da vardır! Ayrıca bu hususta yenilikler/modernite ile geleneksel kültür arasında da çatışmalar söz konusudur! Bizlerin ve kültür sahibi her insanın bu sorunları halletmemiz gerekir!

Modernite tabii ve olağan şeydir, aynen insanın çocukluğundan gençliğine geçişi gibi bir ara dönemdir. Yeniliğe karşı bir tür menfi düşünceleri de olabilir!

İnsan belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra bu dünyada kendi din, inanç ve kültüründen başkalarının da bulunduğunu anlıyor ve yine kendi düşüncelerinden daha fazla güzel ve daha faydalı olabilecek fikirlerin bulunduğunu da fark ediyor! İnsanın bu durumu, aynen bir köyde yaşayıp tüm düşünce ve kültürünün o köyün düşünce ve kültürü ile sınırlı olduğu, hatta binek araçlarının dahi tabii araçlar olduğu, fakat şehre gelip yeni bir hayat ve düşünce ile karşılaştığında, bunların tümünün kendisinde olanlardan daha iyi ve daha üstün olduklarını anlayıp, bu sefer de kendince bunlar arasında karşılaştırmalar yapmaya başlamasına benziyor! Eski sahip olduğu düşünce ve imkanlar ile yenilerin arasında mukayeselerde bulunuyor!

İşte bizler de günümüzde bunları yaşıyoruz. Bu karşılaştırmalar sonucunda da yeniler ve yenilikler ile eskiler arasında cebelleşip duruyoruz! Yeniliklerden önceki durum ile yenilikler arasında gidip geliyoruz. Böyle bir durumda din adamları ile dindarlar vs. eski durumlara bağlılık gösteriyor ve o eski şeylerin tümünün doğru olduğunu kabul ediyorlar. Onların tümünün de Allah’tan olduğunu söylerler. Onlara sorsanız ki “demokrasi nasıl bir şeydir?”, derler ki, “küfürdür!” Yani Batıdan geldiği için küfürdür, İslam’da böyle bir şey yoktur derler! Fakat İran’daki Şiiler, Irak Necef ilim havzasına gelip dini tahsil yaptıklarında, Irak yönetimi Sünni Saddam’ın elindeyken, Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp ders okumak için “Demokrasi vaciptir ve şer’idir” diyorlardı! Bunu 1970’li yıllarda orada olduğum için çok iyi hatırlıyorum!

Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde İslam’ın temeli “Allah’a kulluk” üzerine kuruludur! Yani “insan kuldur!” Fakat bu dönemde temel ve dayanaklar değişmiştir! Şimdiki dönemde artık insanlar özgür ve haklarından söz eder olmuşlardır. Oysaki “kul insanın” hak ve hukuku yoktur! Onun yalnızca “teklifi ve mükellefiyeti” vardır! Dini liderinin yanına gidip, nedensiz ve niçinsiz olarak “teklifini” öğrenir o kadar! Çünkü onlar bir kuldurlar!

Bu bakışta (kendini kul görmede) şöyle bir tehlike vardır:
Birincisi: Bu görüş insanın özgürlüğünü yıkıyor, insanı kul yapıyor, mesh ediyor (değişikliğe uğratıyor). Çünkü kul insan, özgür insan değildir!

İkincisi: O türden insanda sorumluluk bilinci oluşmuyor! Nitekim IŞİD gibi kul olanlarda sorumluluk olmaz! Onlar aynen bir çocuk gibi olurlar. Şayet bir müftü o türden birine “git falanı ya da filan kesimden olanları öldür, bunu böyle yaparsan yerin Cennettir” derse, o da “neden ve niçin” demeden gidip o fetvayı icra eder, bununla da aklını, insanî özgürlüğünü ve ahlâkî sorumluluğunu yok etmiş olur. Bu durum, insanın kendini “kul” olarak tasavvur ettiği ortamlarda gerçekleşmiş olur!

Din adamları genelde insanları kulluğa davet ederken, bununla gurur duyarlar ve “biz insanları kulluğa çağırıyoruz” derler! “Biz insanları şehvetlerine/nefislerine kölelikten Allah’a kulluğa davet ediyoruz” iddiasında bulunurlar! Sürekli Kur’an’da Nebiler hakkında “İbadellah/Allah’ın kulları” sözünün geçmesinden gurur duyduklarından bahsederler. Hatta dışarıda minarelerde okunan ezanlarda değil, içeride kılınan namazlarda ve okunan hutbelerde “Eşhedü anne Muhammeden abduhu ve rasulühü/İnanıyoruz ki Muhammed’e O’nun kulu ve elçisidir” derler ve halka da dedirtirler!

İslam alimlerinin “kulluk/ubudiyet” konusundaki hatası şuradadır: “Kulluk/ubudiyet, irfanî bir konudur, onun siyasi, sosyal, ailevi ve iktisadî konular ile ilintilendirilmesi doğru değildir! Yani insan, yalnızca irfan açısından Allah’a kul olabilir, diğer işlerdeki kullukları ise, ahlâkî kulluklardır, kanuni kulluklar değildir!”-

Yani hiçbir halife ve fakih Allah tarafından atanmış değillerdir, dolayısıyla da onların verdikleri emir ya da fetvalar “vacibu’l-itaat/itaatı farz” değildir. Onların emirlerine itaatin farz oluşu kimi rivayetlerde geçmiştir ama, bu rivayetlerden en fazla yararlananlar Sünni ekolüne mensup Müslümanlar olmuşlardır. Nitekim Sünnilere göre; “emir/yönetici, zalim, fasık ve facir de olsa, insanların sırtını kamçılayıp mallarını ellerinden de alsa ve zulümler de etse, yine de ona itaat farzdır!” derler. Buralardan bakıldığında görüldüğü gibi Allah’a kul olmak (!), diğer şahıslara/emirlere/fakihlere de kul olmaya dönüşüyor!

Bundan daha tehlikeli olanı da fakihlere karşı yapılan kulluktur! Yani o anlayış; insanı din alimlerine de kul ediyor! Çünkü insanlar dini hükümlerin tümünü din adamlarından alıyor ve bunun için de onların kulu oluyorlardır! Onlar insanlara; “akılcılığa, özgürlüğe gerek yoktur, biz ne dersek siz onu yapın vs.” derler. İşte bunlar, beyni ve düşünceyi donduran şeylerdir ve çok da tehlikelidir!

Dinin kadim dönemlerde “kulluk” üzerine bina edilmesi güzeldi. O dönemlerde siyasi, sosyal ve ahlâkî bütün hareketler din üzerine kuruluydu. Nebi, din üzerinden birbirinden farklı ve birbirine düşman olan kabileleri bir araya getirdi ve onlardan müteşekkil bir devlet kurdu. Bu bakış açısıyla ve “La ilahe illallah” esasıyla din faydalıydı. Allah’a kulluk, nebiye de kulluktu! Çünkü Kur’an;” Allah’a ve resule itaat edin” (Nisa:59) diyordu! Nebi de bu yeni kurduğu toplumu ve devletini, “mutlak itaat” üzerine tesis etti. Bu “mutlak itaat” ise o günkü hâkim güce (yönetici olan Nebi’ye) itaat idi! Hatta Ku’ran bu hususu şöyle beyan etmiştir:

– “Hayır, (sandıkları gibi değil,) Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarında seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hüküm hakkında kalplerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!” (Nisa: 65)

Bu dereceye kadar insanların itaati ve kulluğu istendi! Evet, Nebi muhlis ve Allah ile irtibatlı bir şahsiyetti, fakat bu inanç (yani Nebi’ye itaat inancı), insanı götürüp Emevî, Abbasî ve onlardan sonraki Sultan ve yöneticilere/ulü’l- emirlere de “kul” yapıyor! Çünkü bunlar Kur’an’ın: “İtaat ediniz Allah’a, itaat ediniz rasule ve emir sahiplerine de” (Nisa:59) ayetini kendi lehlerine de yorumluyorlar! İşte bu, çok tehlikelidir! Bu bakış, insanı yalnızca siyasi meselelerde götürüp hâkim gücün karşısında “kul” etmiyor, bundan daha tehlikeli olan “fakihlerin fetvaları” karşısında da kul etmiş olmasıdır!

Merhum Şeyh Naini şöyle der: “Dinî istismar, siyasi istismardan daha tehlikelidir! Çünkü dini istismar kalplere nüfuz eder ve düşünceleri kilitler!”

İktidarı elinde bulunduran biri insanı katledebilir ya da zindana atabilir, ama düşüncesine, kalbine, inancına ve duygularına hükmedemez!

İşte fakihlerin insanlara hükmetmesi, insanların onların elinde bir oyuncağa dönüşmesidir! Ayrıca fakihler de kendi aralarında farklıdırlar ve fetvaları da “beşerî fetvalardır!” O fetvalarının üzerinde de maslahatların etkileri vardır! Şahsî, zatî ve fetevaî maslahatlar vardır! Bundan dolayı diyebiliriz ki,” Allah’a kulluk”, kul anlayışında olup da o inancı taşıyanları, “insana kulluk” tan kurtarmıyor! Hatta insanda “kula kulluk” duygusunu geliştiriyor!

Kadim zamanda “tevhit dini” birleştirici bir dindi, çünkü ilk ortaya çıktığında insanlar birbirlerinden farklı putlara tapıp farklı şeylere inanıyorlardı! Tevhit dini de gelip onları bu girdaptan çekip kurtardı. Fakat son dönemdeki Müslümanlar, aynı ilk dönem cahiliye insanlarının durumuna geri dönmüşlerdir. İslam ülkelerinin tamamına yakını öyle olmuştur! Irak, Afganistan, Suriye, Yemen, Pakistan vs. tümüyle öyledir. Bunlarda da eski putperest şirk dönemindeki olduğu gibi düşmanlıklar, çekişmeler, kan dökmeler vs. başını alıp gitmektedir. Artık tevhit dininin toluma hiçbir katkısı yoktur, o düşmanlıkları da akıl dışı şeylerdir!

Hatta Şii-Sünni kaynaklarda şöyle bir rivayet geçer: “Allah’ın dini akıllar ile yönlendirilmez!” Yani Nebi’ye gelip bir şey sorduklarında ve o da o şeyi açıkladığında, açıkladığı bu şey de onu soranların aklına uymadığında, Nebi de onlara; “Bu, Allah’ın hükmüdür, Allah’ın hükmü de akıl ile yönlendirilmez (izah edilmez)” diye söylediği de oluyordu!

Örneğin enbiya kıssaları bu anlamdaki şeylerle doludur! Mesela Kur’an’ın naklettiğine göre Hızır, suçsuz bir çocuğu öldürüyor! “Niçin öldürdün?” diye itiraz edilince de “muhtemelen gelecekte baba ve annesine eziyet edebilir” diye cevap veriyor!

Aynı şekilde Nebi İbrahim de oğlunu kesmek istiyor. Bu işler kolay işler değildir, kötü örnek de teşkil edebilen işlerdir! Türkiye’de ya da herhangi bir İslam ülkesinde eline bıçağı alıp “ben de İbrahim gibi oğlumu kurban etmek istiyorum” deyip böyle bir teşebbüste bulunanlar olmuştur! Ya da bazılarına sorulsa ki, “sen de oğlunu Allah yolunda kurban etmek ister misin?” diye, dindarlığı coşa gelip “evet isterim” diyen saf insanlar dahi yok değildir!

İşte teröristliğin temelini oluşturan şeyler de aslında bu kıssalardır! Yani bir insanda Allah rızası için falan şahsı (ona göre müşrik birini) ya da birtakım kimselerin katledilmesine dair şayet yakîn hâsıl olmuş ise, (örneğin halifeye, sahabeye vs. küfür etti de kâfir oldu gibi boş nedenlerle) delil olmaksızın boş fetvalar verip, derhal o şahsın ya da o kesimin katlinin vacip olduğu söylenir! İşte bu tehlikelidir. Yani Allah’a kulluk, şayet Allah ile sınırlı kalırsa bu güzeldir, fakat bu kulluk, kula kulluğa dönüşür ise, işte o çok tehlikelidir! Nitekim bu durum yalnızca orada da kalmıyor, tüm toplumsal musibetler aslında buradan kaynaklanıyor!

Allah’a kulluk döneminde insanlar dalgalar şeklinde dinin safına geçiyorlardı, ama kula kulluk dönemi başlayınca, bu sefer de tam tersi insanlar dalgalar şeklinde dinden uzaklaşıyorlar!

Dinden kaçışları önlemek için de “vicdanı” esas kabul etmeli ve öyle davranmalıyız. Nitekim ahlâkî hayatta da asıl olan vicdandır! Yani insanın dinsiz yaşaması mümkündür. (Nitekim dünyadaki insanların büyük çoğunluğu bizim anladığımız şekildeki dine sahip değillerdir!) Fakat ahlâksız ve vicdansız yaşamaları mümkün değildir. Çünkü ahlâk ve vicdanın hem bireyin hem de toplumun üzerinde müspet etkileri vardır. Hatta siyaset ve ekonominin de üzerinde etkileri vardır. Dolayısıyla ahlâk zaruridir, nitekim aynı şekilde hukuk da zaruridir!

Batıda en fazla hukuka vurgu yapılır. Asıl olan da hukuktur ve ahlâk da hukuktan ortaya çıkar! Biz Müslümanların kültüründe de asıl olan ahlâktır ve her şeyde “ahlâkî vicdanı” esas kabul ederiz. Sonra da hukuku bu ahlâk üzerine tesis ederiz! Nitekim dinin de aslı ahlâktır. (Bu konuda farklı görüşler olsa da bize göre dinin aslı ahlâktır!)

Din, insanları ahlâka davet için gelmiştir! Nitekim bir hadiste Nebinin şöyle söylediği nakledilir:

-“Ben ahlâk yüceliklerini tamamlamak üzere geldim!”

........

© Tanyeri Haber


Get it on Google Play