menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

DİNİN ALTERNATİFİ VAR MIDIR?

47 1
24.05.2024

h.kanaatli@hotmail.com

YAZI ARŞİVİ

Yenilik/modernite insanlar için kaçınılmazdır! Dolayısıyla tüm topluluklar ellerinde olmadan modernite ile tanışma ve bu sürece girme mecburiyetindeler. Herkes ve her topluluk için modernite kaçınılmaz bir kaderdir!

Aslında modernite müspet ve olumlu bir şeydir, fakat menfi ve hatalı boyutları da vardır! Ayrıca bu hususta yenilikler/modernite ile geleneksel kültür arasında da çatışmalar söz konusudur! Bizlerin ve kültür sahibi her insanın bu sorunları halletmemiz gerekir!

Modernite tabii ve olağan şeydir, aynen insanın çocukluğundan gençliğine geçişi gibi bir ara dönemdir. Yeniliğe karşı bir tür menfi düşünceleri de olabilir!

İnsan belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra bu dünyada kendi din, inanç ve kültüründen başkalarının da bulunduğunu anlıyor ve yine kendi düşüncelerinden daha fazla güzel ve daha faydalı olabilecek fikirlerin bulunduğunu da fark ediyor! İnsanın bu durumu, aynen bir köyde yaşayıp tüm düşünce ve kültürünün o köyün düşünce ve kültürü ile sınırlı olduğu, hatta binek araçlarının dahi tabii araçlar olduğu, fakat şehre gelip yeni bir hayat ve düşünce ile karşılaştığında, bunların tümünün kendisinde olanlardan daha iyi ve daha üstün olduklarını anlayıp, bu sefer de kendince bunlar arasında karşılaştırmalar yapmaya başlamasına benziyor! Eski sahip olduğu düşünce ve imkanlar ile yenilerin arasında mukayeselerde bulunuyor!

İşte bizler de günümüzde bunları yaşıyoruz. Bu karşılaştırmalar sonucunda da yeniler ve yenilikler ile eskiler arasında cebelleşip duruyoruz! Yeniliklerden önceki durum ile yenilikler arasında gidip geliyoruz. Böyle bir durumda din adamları ile dindarlar vs. eski durumlara bağlılık gösteriyor ve o eski şeylerin tümünün doğru olduğunu kabul ediyorlar. Onların tümünün de Allah’tan olduğunu söylerler. Onlara sorsanız ki “demokrasi nasıl bir şeydir?”, derler ki, “küfürdür!” Yani Batıdan geldiği için küfürdür, İslam’da böyle bir şey yoktur derler! Fakat İran’daki Şiiler, Irak Necef ilim havzasına gelip dini tahsil yaptıklarında, Irak yönetimi Sünni Saddam’ın elindeyken, Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp ders okumak için “Demokrasi vaciptir ve şer’idir” diyorlardı! Bunu 1970’li yıllarda orada olduğum için çok iyi hatırlıyorum!

Gerek geçmişte ve gerekse günümüzde İslam’ın temeli “Allah’a kulluk” üzerine kuruludur! Yani “insan kuldur!” Fakat bu dönemde temel ve dayanaklar değişmiştir! Şimdiki dönemde artık insanlar özgür ve haklarından söz eder olmuşlardır. Oysaki “kul insanın” hak ve hukuku yoktur! Onun yalnızca “teklifi ve mükellefiyeti” vardır! Dini liderinin yanına gidip, nedensiz ve niçinsiz olarak “teklifini” öğrenir o kadar! Çünkü onlar bir kuldurlar!

Bu bakışta (kendini kul görmede) şöyle bir tehlike vardır:
Birincisi: Bu görüş insanın özgürlüğünü yıkıyor, insanı kul yapıyor, mesh ediyor (değişikliğe uğratıyor). Çünkü kul insan, özgür insan değildir!

İkincisi: O türden insanda sorumluluk bilinci oluşmuyor! Nitekim IŞİD gibi kul olanlarda sorumluluk olmaz! Onlar aynen bir çocuk gibi olurlar. Şayet bir müftü o türden birine “git falanı ya da filan kesimden olanları öldür, bunu böyle yaparsan yerin Cennettir” derse, o da “neden ve niçin” demeden gidip o fetvayı icra eder, bununla da aklını, insanî özgürlüğünü ve ahlâkî sorumluluğunu yok etmiş olur. Bu durum, insanın kendini “kul” olarak tasavvur ettiği ortamlarda gerçekleşmiş olur!

Din adamları genelde insanları kulluğa davet ederken, bununla gurur duyarlar ve “biz insanları kulluğa çağırıyoruz” derler! “Biz insanları şehvetlerine/nefislerine kölelikten Allah’a kulluğa davet ediyoruz” iddiasında bulunurlar! Sürekli Kur’an’da Nebiler hakkında “İbadellah/Allah’ın kulları” sözünün geçmesinden gurur duyduklarından bahsederler. Hatta dışarıda minarelerde okunan ezanlarda değil, içeride kılınan namazlarda ve okunan hutbelerde “Eşhedü anne Muhammeden abduhu ve rasulühü/İnanıyoruz ki Muhammed’e O’nun kulu ve elçisidir” derler ve halka da dedirtirler!

İslam alimlerinin “kulluk/ubudiyet” konusundaki hatası şuradadır: “Kulluk/ubudiyet, irfanî bir konudur, onun siyasi, sosyal, ailevi ve iktisadî konular ile ilintilendirilmesi doğru değildir! Yani insan, yalnızca irfan açısından Allah’a kul olabilir, diğer işlerdeki kullukları ise, ahlâkî kulluklardır, kanuni kulluklar değildir!”-

Yani hiçbir halife ve fakih Allah tarafından atanmış değillerdir, dolayısıyla da onların verdikleri emir ya da fetvalar “vacibu’l-itaat/itaatı farz” değildir. Onların emirlerine itaatin farz oluşu kimi rivayetlerde geçmiştir ama, bu rivayetlerden en fazla yararlananlar Sünni ekolüne mensup Müslümanlar olmuşlardır. Nitekim Sünnilere göre; “emir/yönetici, zalim, fasık ve facir de olsa, insanların sırtını kamçılayıp mallarını ellerinden de alsa ve zulümler de etse, yine de ona itaat farzdır!” derler. Buralardan bakıldığında görüldüğü gibi Allah’a kul olmak (!), diğer şahıslara/emirlere/fakihlere de kul olmaya dönüşüyor!

Bundan daha tehlikeli olanı da fakihlere karşı yapılan kulluktur! Yani o anlayış; insanı din alimlerine de kul ediyor! Çünkü insanlar dini hükümlerin tümünü din adamlarından alıyor ve bunun için de onların kulu oluyorlardır! Onlar insanlara; “akılcılığa, özgürlüğe gerek yoktur, biz ne dersek siz onu yapın vs.” derler. İşte bunlar, beyni ve düşünceyi donduran şeylerdir ve çok da tehlikelidir!

Dinin kadim dönemlerde “kulluk” üzerine bina edilmesi güzeldi. O dönemlerde siyasi, sosyal ve ahlâkî bütün hareketler din üzerine kuruluydu. Nebi, din üzerinden birbirinden farklı ve birbirine düşman olan kabileleri bir araya getirdi ve onlardan müteşekkil bir devlet kurdu. Bu bakış açısıyla ve “La ilahe illallah” esasıyla din faydalıydı. Allah’a kulluk, nebiye de kulluktu! Çünkü Kur’an;” Allah’a ve resule itaat edin” (Nisa:59) diyordu! Nebi de bu yeni kurduğu toplumu ve devletini, “mutlak itaat” üzerine tesis etti. Bu “mutlak itaat” ise o günkü hâkim güce (yönetici olan Nebi’ye) itaat idi! Hatta Ku’ran bu hususu şöyle beyan etmiştir:

– “Hayır, (sandıkları gibi değil,) Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarında seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hüküm hakkında kalplerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar!” (Nisa: 65)

Bu dereceye kadar insanların itaati ve kulluğu istendi! Evet, Nebi muhlis ve Allah ile irtibatlı bir şahsiyetti, fakat bu inanç (yani Nebi’ye itaat inancı), insanı götürüp Emevî, Abbasî ve onlardan sonraki Sultan ve yöneticilere/ulü’l- emirlere de “kul” yapıyor! Çünkü bunlar Kur’an’ın: “İtaat ediniz Allah’a, itaat ediniz rasule ve emir sahiplerine de” (Nisa:59) ayetini kendi lehlerine de yorumluyorlar! İşte bu, çok tehlikelidir! Bu bakış, insanı yalnızca siyasi meselelerde götürüp hâkim gücün karşısında “kul” etmiyor, bundan daha tehlikeli olan “fakihlerin fetvaları” karşısında da kul etmiş olmasıdır!

Merhum Şeyh Naini şöyle der: “Dinî istismar, siyasi istismardan daha tehlikelidir! Çünkü dini istismar kalplere nüfuz eder ve düşünceleri kilitler!”

İktidarı elinde bulunduran biri insanı katledebilir ya da zindana atabilir, ama düşüncesine, kalbine, inancına ve duygularına hükmedemez!

İşte fakihlerin insanlara hükmetmesi, insanların onların elinde bir oyuncağa dönüşmesidir! Ayrıca fakihler de kendi aralarında farklıdırlar ve fetvaları da “beşerî fetvalardır!” O fetvalarının üzerinde de maslahatların etkileri vardır! Şahsî, zatî ve fetevaî maslahatlar vardır! Bundan dolayı diyebiliriz ki,” Allah’a kulluk”, kul anlayışında olup da o inancı taşıyanları, “insana kulluk” tan kurtarmıyor! Hatta insanda “kula kulluk” duygusunu geliştiriyor!

Kadim zamanda “tevhit dini” birleştirici bir dindi, çünkü ilk ortaya çıktığında insanlar birbirlerinden farklı putlara tapıp farklı şeylere inanıyorlardı! Tevhit dini de gelip onları bu girdaptan çekip kurtardı. Fakat son dönemdeki Müslümanlar, aynı ilk dönem cahiliye insanlarının durumuna geri dönmüşlerdir. İslam ülkelerinin tamamına yakını öyle olmuştur! Irak, Afganistan, Suriye, Yemen, Pakistan vs. tümüyle öyledir. Bunlarda da eski putperest şirk dönemindeki olduğu gibi düşmanlıklar, çekişmeler, kan dökmeler vs. başını alıp gitmektedir. Artık tevhit dininin toluma hiçbir katkısı yoktur, o düşmanlıkları da akıl dışı şeylerdir!

Hatta Şii-Sünni kaynaklarda şöyle bir rivayet geçer: “Allah’ın dini akıllar ile yönlendirilmez!” Yani Nebi’ye gelip bir şey sorduklarında ve o da o şeyi açıkladığında, açıkladığı bu şey de onu soranların aklına uymadığında, Nebi de onlara; “Bu, Allah’ın hükmüdür, Allah’ın hükmü de akıl ile yönlendirilmez (izah edilmez)” diye söylediği de oluyordu!

Örneğin enbiya kıssaları bu anlamdaki şeylerle doludur! Mesela Kur’an’ın naklettiğine göre Hızır, suçsuz bir çocuğu öldürüyor! “Niçin öldürdün?” diye itiraz edilince de “muhtemelen gelecekte baba ve annesine eziyet edebilir” diye cevap veriyor!

Aynı şekilde Nebi İbrahim de oğlunu kesmek istiyor. Bu işler kolay işler değildir, kötü örnek de teşkil edebilen işlerdir! Türkiye’de ya da herhangi bir İslam ülkesinde eline bıçağı alıp “ben de İbrahim gibi oğlumu kurban etmek istiyorum” deyip böyle bir teşebbüste bulunanlar olmuştur! Ya da bazılarına sorulsa ki, “sen de oğlunu Allah yolunda kurban etmek ister misin?” diye, dindarlığı coşa gelip “evet isterim” diyen saf insanlar dahi yok değildir!

İşte teröristliğin temelini oluşturan şeyler de aslında bu kıssalardır! Yani bir insanda Allah rızası için falan şahsı (ona göre müşrik birini) ya da birtakım kimselerin katledilmesine dair şayet yakîn hâsıl olmuş ise, (örneğin halifeye, sahabeye vs. küfür etti de kâfir oldu gibi boş nedenlerle) delil olmaksızın boş fetvalar verip, derhal o şahsın ya da o kesimin katlinin vacip olduğu söylenir! İşte bu tehlikelidir. Yani Allah’a kulluk, şayet Allah ile sınırlı kalırsa bu güzeldir, fakat bu kulluk, kula kulluğa dönüşür ise, işte o çok tehlikelidir! Nitekim bu durum yalnızca orada da kalmıyor, tüm toplumsal musibetler aslında buradan kaynaklanıyor!

Allah’a kulluk döneminde insanlar dalgalar şeklinde dinin safına geçiyorlardı, ama kula kulluk dönemi başlayınca, bu sefer de tam tersi insanlar dalgalar şeklinde dinden uzaklaşıyorlar!

Dinden kaçışları önlemek için de “vicdanı” esas kabul etmeli ve öyle davranmalıyız. Nitekim ahlâkî hayatta da asıl olan vicdandır! Yani insanın dinsiz yaşaması mümkündür. (Nitekim dünyadaki insanların büyük çoğunluğu bizim anladığımız şekildeki dine sahip değillerdir!) Fakat ahlâksız ve vicdansız yaşamaları mümkün değildir. Çünkü ahlâk ve vicdanın hem bireyin hem de toplumun üzerinde müspet etkileri vardır. Hatta siyaset ve ekonominin de üzerinde etkileri vardır. Dolayısıyla ahlâk zaruridir, nitekim aynı şekilde hukuk da zaruridir!

Batıda en fazla hukuka vurgu yapılır. Asıl olan da hukuktur ve ahlâk da hukuktan ortaya çıkar! Biz Müslümanların kültüründe de asıl olan ahlâktır ve her şeyde “ahlâkî vicdanı” esas kabul ederiz. Sonra da hukuku bu ahlâk üzerine tesis ederiz! Nitekim dinin de aslı ahlâktır. (Bu konuda farklı görüşler olsa da bize göre dinin aslı ahlâktır!)

Din, insanları ahlâka davet için gelmiştir! Nitekim bir hadiste Nebinin şöyle söylediği nakledilir:

-“Ben ahlâk yüceliklerini tamamlamak üzere geldim!”

........

© Tanyeri Haber


Get it on Google Play