h.kanaatli@hotmail.com

YAZI ARŞİVİ

Dindarlığın aslı, kendinde dine dair bir pencere açmaktır! Konuyu şöyle bir örneklendirme üzerinden daha iyi açıklayabiliriz:

-“Bir evinizin ya da bir odanızın bulunduğunu düşününüz! (Eskiler ev dediklerinde genelde odayı kastediyorlardı!) Hiçbir penceresi ve bacası olmayan bir odayı tasavvur ediniz! O odanın içerisine ne güneş ve ne de hava giriyordur. Hatta bir zindan gibi de değildir, bir insan kabri gibi olduğunu düşünün! Öyle bir yer (yani kapısı, penceresi, ışığı ve havası olmayan bir yer), nasıl bir yer olabilir?

Sonradan siz o odaya bir pencere açıyorsunuz ve o pencere size bir hayat getiriyor, nur getiriyor, oksijen getiriyor ve her şeyi getiriyor!

İşte dindarlıkta da asıl olan budur, yani kendinizden mana âlemine bir pencere açmış olmaktır. Diğer bir ifadeyle, dindarlıkta asıl olan şey, aklınızı bilgilerle meşgul edip onu ağırlaştırmak, hafızanızı doldurmanız, Kuran ayet ve hadisleri hıfzetmeniz, fazlaca oruç tutup namaz kılmanız değildir! Mevlana’nın dediği gibi: “Penceresiz ev bir zindandır! Dinin aslı ey kul, ona bir pencere açmaktır!”

Evet, kürsülerin dibinde gidip oturmayla, o âlimden bu âlimden bir şeyler öğrenmek mümkün olabilir, fakat bunların tümü bir şeyler öğrenmek için olmamalıdır, maneviyata karşı o pencereyi ve açılışı gerçekleştirmek için olmalıdır. Yani insanın sahip bulunduğu varlığı değişime uğramalıdır, onda bir kıpırdama olmalıdır, ruhunda bir genişleme tahakkuk bulmalıdır ve varlığının şeklinde bir değişim gerçekleşmelidir!

Bu konuya (yani insanın kendini değiştirmesine) dair Mevlana’nın iki güzel hikâyesi vardır.

Birinci hikâyesi şudur: Mevlâna der ki, adamın birisinin sakalına beyaz düşmüştü. Berbere gidip şöyle dedi: Ben yeni evli biriyim, sakalımın tümüyle siyah gözükmesini istiyorum, bundan dolayı da sakalıma düşen beyazların tümünü ayrıştırmanı talep ediyorum!

Berber, onun sakalındaki beyaz tüyleri seçeceğine, tümünü kesip adamın önüne koydu ve “benim kendime göre işlerim vardır, sen kendin kendinin işlerini hallet” dedi.

Mevlana bu hikâyeyi naklettikten sonra çok güzel bir söz söylüyor ve şöyle diyor:

-“Sorulan sorulardan birçoğu, insanlarda din derdinin bulunmamasındandır!”

Yani diyor ki, “din derdi olanlar, boş sorular sormazlar!”

Din derdinin ne olduğunu açıklamak için de şöyle başka bir hikâye naklediyor:

-“Bir gün bir şahıs, başka bir şahsın ensesine bir tokat attı. Tokatı yiyen adam ona saldırma pozisyonunu aldı. O da tokatı vurduğu adama: “Yahu hele bir dur bakalım! Senden bir sorum olacaktır, onun cevabını verdikten sonra bana saldırıya geçersin!” dedi. Tokatı yiyen adam: “Sor bakalım sorun nedir? Dedi. Adam sorum şudur: “Ben senin ensene tokadı indirince, oradan bir ses çıktığını duydum, söyle bakayım o ses, benim elimin sesi miydi yoksa senin ensenin sesi miydi?” dedi.

Ensesinden tokadı yiyen adam ona; “senin bir acın olmadığı için bu soruyu soruyorsun, fakat benim acım vardır, ben zamanı senin soruna cevap vermekle boşuna harcayamam! Benim acele bu acımı telafi etmem gerek, tüm gayretim odur!” dedi.

İşte Mevlâna burada şunu söylüyor: “Soru ve cevapların birçoğu dinden değildir ve dinin içerisinde yoktur! (Yani felsefeci, kelamcı vs. âlimlerin konuştukları kaza ve kader, hayır ve şer gibi birçok sorular ve onlara dair verilen cevaplar, din ile ilişkisi olmayan şeylerdirler!)

Yani Mevlâna açısından “din”, “dertliliktir!” Fakat kelamcı vs. gibi bu türden bilginler “dertsiz” kimselerdirler.

Kısaca söylemek gerekirse, Mevlana’nın dinden elde ettiği tek bir anlam vardır; o da “din derdi” mefhumudur!

Mevlâna bir şiirinde de şöyle der: “Kimin din derdi var ise o şahıs, aceleyle dinin kendi varlığı üzerinde bir değişim ve dönüşüm oluşturması peşindedir!”

Yani din derdi olan biri, zihnini bilgilerle doldurmak ve anlamsal yönden kendini değişik hissetmek peşinde değildir. Değişim peşinde olan birisi, o türden soru ve cevaplar için zamanını harcamaz!

Bu sözüne delil olsun diye Mevlâna başka bir yerde de şöyle diyor:

-“Peygamberimiz zamanında sahabe içerisinde Kuran hafızı olanların sayısı hayli azdı. Kuran’ı tümüyle hıfzetmenin “dindarlık” olduğunu kabul eden sahabe sayısı, yok denecek kadar ekalliyetteydi. Her kes Kuran’dan namazlarını kılabilecek kadarını ezberlemişlerdi. Aynen bir arifin dediği gibi “efendi, şayet sen tuz satıcısı isen, sofraya birkaç tane tuzluk bırak! Yok, şayet değil isen, sofra için bir tek tuzluk yeterlidir!”

Şayet birisi din pazarlamacısı ise, onun bayağı bir şeyler ezberleyip bilmesi gerekir. (Aynen din adamları gibi!) Fakat şayet din pazarlamacısı değil ise ve yalnızca kendi yemeğinin tatlandırılmasını istiyor ise, onun o kadarda fazla tuzluğa ihtiyacı olmaz ve onları hırsızdan da korumasına gerek kalmaz!

Şöyle bir anekdot aktarılır:

-“Derler ki günün birinde sabaha yakın bir zamanda evin birine bir hırsız girer. Her ne kadar evin içerisinde dolaşırsa, alıp götürecek bir şey bulamaz. Ev sahibinin kafasına çuhasını çekip mışıl mışıl uyuduğunu görür. Hırsız bir şey bulamayıp ev sahibini de öyle görünce çok sinirlenir, gelip ev sahibini uyandırır ve ona şöyle der:” Efendi, efendi! Artık ben gidiyorum. Fakat şunu da diyeyim ki, senin yaşamın yaşam değildir!”

Mevlâna bunu naklettikten sonra şunu söyler: “Dindar bir insan, aynen denizdeki balık gibi olmalıdır. Balığın hiçbir şeyi olmadığı için koruyucuya ve tedbir almaya da ihtiyacı kalmaz. Çünkü denizdeki balığın sudan başka hiçbir şeyi yoktur. Elbisesi bile üzerindeki derisinden ibarettir. Hiçbir şeye sahip olmadığı için de koruyuculuğa ve tedbir almaya da ihtiyaç duymamaktadır.

Hatta Mevlana’nın dediğine göre balığın uykusu bile yoktur. Uykusu olmayan bir şeyin gözetleyeceği bir şeyi de bulunmaz. Şayet uykusu olsa bile hırsızın gelip balıktan çalacağı bir şey bulunmaz. O da aynen boş bir ev gibidir!

Su, balığın her şeyidir. Balığın sudan başka bir şeyi yoktur ki birisi gelip de o şeyi ondan çalmış olsun!

İnsanoğlunun ilgilendiği şeylerden biri de ilmî konulardır. Mevlana’nın dediği gibi âlimler, unutkan olduklarından (allame hastalığına yakalandıklarından), çaresiz ve zavallı oluyorlar. Kuran’ın: “Onlar bilmiyorlar” (Tövbe:93) dediği şahıslar da âlimlerdirler.

Fakat gerçekte bunlar âlim değillerdir. Yani sahip oldukları ilimleri kalplerine yerleşmemiştir. Onların ilimleri, satmak için elde ettikleri ilimdir. “Taklidî ilimler”, genelde satılmak için elde edilen ilimlerdir. Müşterisini bulduklarında hemen o ilmi satıverirler. Bir tek gerçek ilim “tahkiki ilim”dir, taklidi ilim değildir. Çünkü tahkiki ilmin yeri kalptir.

Arifler açısından ilimlerin birçoğu kurtarıcı ilimler değillerdir. Bundan dolayı o ilimler için kendini bir beklenti içerisine sokmak doğru değildir. O türden ilimler, insanı kendisiyle meşgul eden ve uğraştıran ilimlerdir! Onlarla meşgul olmak, vakti boşuna harcamaktır. Bu ilimlerden fizik, kimya, vs. gibi ilimleri kastediyorum, bir takım dini ilimleri değil! Yani sizin ismini Kelam, fıkıh vs. ilmi olarak koyduğunuz bu ilimler, gerçekte birer perdedirler. Bu gibi ilimler, sahiplerinde bağımsızlık düşüncesini güçlendiren fenomenlerdir! Bizlerin bu halatlara ihtiyacımız yoktur. Bizlerin kendisiyle uğraşıp meşgul olduğumuz ve kendilerine asılacağımız birçok işlerimiz vardır. Bundan dolayı, bizleri hakikatten koparacak ve onunla aramızda perde oluşturacak şeylere “ilim” demememiz gerekir!

QOSHE - Dindarlığın Aslı Nedir? - Hasan Kanaatlı
menu_open
Columnists Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Dindarlığın Aslı Nedir?

55 1
10.05.2024

h.kanaatli@hotmail.com

YAZI ARŞİVİ

Dindarlığın aslı, kendinde dine dair bir pencere açmaktır! Konuyu şöyle bir örneklendirme üzerinden daha iyi açıklayabiliriz:

-“Bir evinizin ya da bir odanızın bulunduğunu düşününüz! (Eskiler ev dediklerinde genelde odayı kastediyorlardı!) Hiçbir penceresi ve bacası olmayan bir odayı tasavvur ediniz! O odanın içerisine ne güneş ve ne de hava giriyordur. Hatta bir zindan gibi de değildir, bir insan kabri gibi olduğunu düşünün! Öyle bir yer (yani kapısı, penceresi, ışığı ve havası olmayan bir yer), nasıl bir yer olabilir?

Sonradan siz o odaya bir pencere açıyorsunuz ve o pencere size bir hayat getiriyor, nur getiriyor, oksijen getiriyor ve her şeyi getiriyor!

İşte dindarlıkta da asıl olan budur, yani kendinizden mana âlemine bir pencere açmış olmaktır. Diğer bir ifadeyle, dindarlıkta asıl olan şey, aklınızı bilgilerle meşgul edip onu ağırlaştırmak, hafızanızı doldurmanız, Kuran ayet ve hadisleri hıfzetmeniz, fazlaca oruç tutup namaz kılmanız değildir! Mevlana’nın dediği gibi: “Penceresiz ev bir zindandır! Dinin aslı ey kul, ona bir pencere açmaktır!”

Evet, kürsülerin dibinde gidip oturmayla, o âlimden bu âlimden bir şeyler öğrenmek mümkün olabilir, fakat bunların tümü bir şeyler öğrenmek için olmamalıdır, maneviyata karşı o pencereyi ve açılışı gerçekleştirmek için olmalıdır. Yani insanın sahip bulunduğu varlığı değişime uğramalıdır, onda bir kıpırdama olmalıdır, ruhunda bir genişleme tahakkuk bulmalıdır ve varlığının şeklinde bir değişim gerçekleşmelidir!

Bu konuya (yani insanın kendini değiştirmesine) dair Mevlana’nın iki güzel hikâyesi vardır.

Birinci hikâyesi şudur: Mevlâna der ki, adamın birisinin sakalına beyaz düşmüştü. Berbere gidip şöyle dedi: Ben yeni evli biriyim, sakalımın tümüyle siyah gözükmesini istiyorum, bundan dolayı da sakalıma düşen beyazların tümünü ayrıştırmanı talep ediyorum!

Berber, onun sakalındaki beyaz tüyleri seçeceğine, tümünü kesip adamın önüne koydu ve “benim kendime göre işlerim vardır, sen kendin kendinin işlerini hallet” dedi.

Mevlana bu hikâyeyi naklettikten sonra çok güzel bir söz söylüyor ve şöyle diyor:

-“Sorulan sorulardan birçoğu, insanlarda din derdinin bulunmamasındandır!”

Yani diyor ki, “din derdi olanlar, boş sorular sormazlar!”

Din derdinin ne olduğunu açıklamak için de şöyle başka bir hikâye naklediyor:

-“Bir gün bir şahıs, başka bir şahsın........

© Tanyeri Haber


Get it on Google Play